21 Ocak 2009 Çarşamba

YAŞAMDAKİ DÜZEN, UYULASI ESASLAR.



Yaşamda herşeyin bir ölçüye göre olduğuna, bir düzen içinde olduğuna kimsenin itirazı olduğunu sanmıyorum. Bir araç önceden belirlenmiş bir sistem üzere çalışmasını sürdürür. Aksi halde herşey birbirine karışıp yok olurdu öyle değil mi. Hepimizin bildiği gibi insanın haricindeki canlıların, yani hayvan ve bitkilerin müştereken uydukları esaslara doğa kanunu diyoruz. Biz insanlar ise doğa kanunlarını bile kotrol edebilecek değiştirebilecek kapasitede yaratılmıştır. Ama ister istemez biyolojik olarak o kanunların içinde yaşar.

İşte bu yüzden İnsan da yaşamını düzen içinde devam ettire bilmesi için belli ölçütlere kurallara uymak zorundadır. Bu ölçütlere dikkat edilmediğinde, savsaklandığında bozulmalar başlar. Bir çiçeği dalından kopardığınızda onun düzenini, ölçüsünü bozmuşsunuz demektir. Çiçek bozulmaya, solmaya, kurumaya başlar.

Bizler bir arada yaşamak zorunda olan, akıllı varlıklar olduğumuzu kabul ettiğimize göre gerek birey seviyesinde ve gerekse toplumsal seviyede ilişkiler, sağlık, kişisel haklar, kamusal haklar, toplumsal huzur, sevgi, saygı, güven, ahlak, barış gibi olguların yaşanabilmesi için herkesin benimseyip kabullenerek uyacağı esaslar olmalıdır. En azından diğer canlılar gibi doğa kanunlarına uymak zorunluluğu vardır. Tabii insanın aklını kullandığını kabul edersek. Aksi halde önce bireyler bozunuma uğrayacak, sonra toplum bozulacak, sadece kendisine zarar vermeyip doğal çevreye de zarar vereceği için Doğa kanunları devreye girerek zarar veren varlığı etkisiz hale getirecektir.

Peki ama nedir insanoğlunun uyması gereken ölçütler derseniz, aslında herkesin iyi bildiği HAK ÖLÇÜTLERİDİR. KUR’ANî ESASLARDIR. Çünkü insanlarla birlikte tüm kainatın sistemini düzenini yaratan varlığın işaret ettiği esaslar, yarattığı düzeni en iyi bilenin kurallarıdır. Bir aleti en iyi tanıyan, onu imal edendir değil mi?

Şimdi bazıları itiraz edecek. Kur’anı esas aldığımızda şeriatı kabul etmiş olacağız ki bu söz konusu bile olamaz.

İyi ama neden? Araştırmanı, incelemeni yap, güzel olan, doğru olan esaslar onlarsa neden uymayasın ki. İstersen şeriat kelimesini kullanma, anayasa de, medeni hukuk de, ceza hukuku de. Önemli olan tespit edilecek esasların ilahi esaslara zıt olmamasını sağlamaktır. Yanlış mı?

İşte burada çağdaş insana yakışmayacak bir önyargıya kapılıp kendi kuyumuzu kendimiz kazıyoruz. Çünkü hiçbir araştırma, inceleme yapmadan belki hayatımızı kurtaracak ilacı kaldırıp çöpe atıyoruz. Yerine de kocakarı ilaçları gibi onun bunun önerdiği hiçbir dayanağı olmayan ölçütlere, kurallara uymaya çalışıyoruz, doğal olarakta işe yaramıyor.

Bu gerçeği diğer medeni ülkeler de gördüğü için bilim adamları araştırma yapıyor. Mesela Oxfort üniversitesinin Kur’ani ölçütler yani şeriat hakkında inceleme yapması gibi. Bazı AB ülkelerinde tarafların isteklerine saygı duyarak Şeriat mahkemeleri oluşturmaya çalışmak gibi. (1) Bu onların müslüman olmalarını göstermiyor, gerekmiyor da. Sadece akıllarını kullanıp kendi insanları, toplumları için çözüm olacak doğru esasları, ölçütleri arıyorlar. Ellerinde bizim kadar kaynak olmadığı halde.

Peki biz neden yapmıyoruz?

SADECE ÖN YARGIDAN..!

İran’daki, Afganistan’daki, Arabistan’daki yaşananları şeriat zannediyoruz. Aslında böyle düşünülmesini normal karşılıyorum. Çünkü bizler İslam ve Kuran hakkında hiç eğitim görmediğimiz için bilmiyoruz. Bildiklerimizin hepsi kulaktan dolma. Doğal olarak gördüklerimize duyduklarımıza göre karar veriyoruz.

Bir konu hakkında doğru cevap arıyorsanız uzmanına sormanız gerek değil mi. Allah Resulü en uzman kişidir. Onun vekilleri konumunda olan Mevlana Hz. gibi, Rabbani.Hz. gibi, Yunus Emre gibi, H.Ahmet Yesevi Hz. gibi, H. Bektaş Veli hz. gibi, daha birçokları gibi uzmanların tarif ettikleri esasların adı şeriattır. Onun bunun ne yapıp, ne yapmadığı, ne deyip ne demediği değil.

İşte bu noktada toplumu yönlendiren aydınlar, ilim adamları, üniversiteler konuyu ele almalıdır diyorum. Her Kur’ani esas, bir tez konusu, bir doktora konusu haline getirilip güncel bilgilerle kişi ve topluma nasıl yararlı hale getirilip kullanılabilirliği araştırılmalıdır.

Bunu yapmayıp önyargı ile OLMAZ..! dememiz bağnazlıktır. Kanser teşhisi konmuş, acilen tedavi görmesi söylenen birinin, ben hasta falan değilim. Sizin tahlilleriniz, teşhisiniz, aletleriniz yanılıyor, yanlış. Ben ilaç milaç almıyorum demesi ile aynıdır.

Her türlü yaşamın bir disiplini, bir düzeni, ölçütü olmalıdır. İslam diyor ki; Kendi menfaatiniz için uymanız gerekenler bunlardır. İnanmasanız bile, bu esaslara uyum içinde yaşarsanız, en azından dünya yaşamında doğruyu, güzeli yaşamış olursunuz diyor. Bunun aksi durum kuralsızlığı, ölçütsüzlüğü, orman kanununu benimsemek olur diyor.

Şimdi hem kendimize, kendi toplumumuza, hemde dünyaya insaf gözü ile bakalım. Yaşananları güzel bulan kimse var mı?

Huzur, sakinlik, saygı, sevgi, sadece şiirlerde geçen kavramlar haline gelmiş durumda. Hastalık ilerlemiş, neredeyse artık tedavi edilemeyecek noktaya gelmiş, hala önyargıyla hareket edip kocakarı önerilerinden çare aramak, aklı olan insana uygun bir davranış mı??

Büyüklerden biri şu tespiti yapıyor; “Hak ölçülerini bırakıp çıktığın zaman başına zıddı gelir, meselâ; izzetin yerine zillet gelir, huzurlu, güven içinde bir yaşam yerine mahkûmiyet, nûrun yerine zûlmet, iyiliğin yerine kötülük, genişliğin yerine darlık, şerefin yerine şerefsizlik, bereketin yerine bereketsizlik, uğurun yerine uğursuzluk, tatlılığın yerine acılık, hayâtın yerine ölüm, sûlhun yerine harp gelir.“ En açık şekilde günümüzde yaşananları işaret etmiyor mu sizce de?

Kendini gerçekten çağdaş, akıllı aydın olduğunu ileri sürenlerin, bu esasları kabul etmesi gerekir. Çünkü Kur’an sabittir. İşaret ettikleri hakikatlerdir. Bunun aksini iddia edenler görüşlerini ispat etmelidirler. Aksi halde Bilimsel olarak aksini ispat edene kadar da İNANMASA BİLE bile kendisi ve yaşadığı toplumun sıhhati, selameti için Hak ölçütlerine, kurallarına uyması gerekir. Kişisel olarak inanmıyorsa ibadetleri yapmayabilir. Bu onun kişisel kararıdır, zararı kendisinedir. Fakat toplumsal yaşamda riayet etmesi gereken kurallara uymalıdır.

Ben böyle düşünüyorum. Herşey gönlünüzce olsun.




13 Ocak 2009 Salı

SÜKÛT SELAMETTİR (Mİ?)




Eski kitaplardan birini okurken bu söze denk geldim. Gerçekten sükût selamette olmak mıdır?

Selamet; tehlikelerden emin konumda olmak, korkulardan, fenalıklardan kurtulmuş olmak anlamına gelen bir sözdür. Selâm, Allah’a ait isimlerden biri olup anlamını buradan alır.

Kitapta ne diyordu biliyor musunuz?
”Eğer selamette olmayı dilersen, arkadaşın senden salim olsun. Kendine merhamet etmeyene sen merhamet et. Şüphesiz insanlar fitneler ve mihnetler içindedir.”
Bu Gazali Hz. nin tavsiyesi. İslami söylemlerde de “Müslüman diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin olduğu kişidir.” (1)kuralına uygun düşen bir tavsiye değil mi?

Peki..! selamet yalnızlıkta mıdır acaba?
Şöyle herkesten uzak kendi kabuğuna çekilip mechullere karışmış olmak. Bir nevi Robinson Crusoe hayatı yaşamak.

Sanırım hayır. Çünkü insan birlikte yaşayacak formatta yaratılmıştır. Hem bu yaşamda hem ölüm ötesinde Allah ile, doğa ile, çevre ile ve insanlar ile olan ilişkilerimizde doğru olarak benimsediğimiz davranışlar doğrultusunda yaşamımız devam edecektir. O zaman yalnız kalmak selamette olmaya yetmemektedir.

Peki sükût selamet midir? Öyle ya. Ne demişler;

Dilinden düşer kişi müşkül işe,
Eğer dek dura dil nolurdu başa.
(Süheyl)

İyi ama iletişim için söz söylemek konuşmak şarttır öyle değil mi?
O zaman tek çare sözü yerinde kullanmayı öğrenmek gerekiyor.

Bu konuda Hz. İsa’ya kulak verelim mi?
- Dilini tut. Evin seni içine alsın. Nefsini yırtıcı hayvan ve yakıcı ateş yerine koy. Onu öyle kabul et. Ona göre sakın. Eskiden insanlar dikensiz birer yaprak idiler. Sonraları yapraksız bir diken oldular. Yine eskiden insanlar, kendileriyle şifa bulunan birer deva idiler. Sonraları şifası olmayan birer illet oldular.(2)

Haydi bir de Gazali Hz. ne soralım. Selamette olmak için konuşma yolunu nasıl kullanmamız gerekir;

- Eğer selamet istersen zıtlarla nizaya girişme. Müşkül şeylere rağbet etme. Her kim ki BEN derse, sen de SEN de. Kim ki BENİM derse, sen de SENİN de. Selamet bilgiçliğin yok oluşundadır. Bilgiçliğin yok oluşu ise İradenin kaybolmasındandır. İradenin kaybolması ise Allah’ın, senin işlerinden idaresini üzerine aldıklarını bildiğini iddia etmekten vazgeçmendir.

Evet görüşlerine fikirlerine tavsiyelerine çok önem verdiğim kişiler bana bu yolu gösteriyorlar. Ben elimden geldiğince bu öğütleri tutmaya çalışıyorum. Faydasını da gördüm, görüyorum. Niyetim bu öğüdü sizlerle paylaşıp selamette olmak isteyenlere denenmiş bir yol işaret etmek. Gerisi tabii ki kişinin kendisini ilgilendirir.


Her şey gönlünüzce olsun.



(1) Hadis (Müslim)
(2) Kimya-yı Saadet (İ. Gazali.)

İNANCIN SİMGESİ SECDE



Secde anlam olarak Allah’a itaat, memnuniyet ve şükrünü ifade etmek için yaptığı davranıştır şekildir. Tıpkı askerde bir ast rütbelinin üst rütbeli birinin karşısında selama durarak “Emret Komutanım..!“ davranışı gibi. Bedensel olarak gerçekleştirilen bu haraket, kişinin üstüne itaat edeceğini, isteklerini emir telakki edeceğini, itiraz etmeyeceğini ifade eder. Bu o kişinin seçmiş olduğu askerlik mesleğinde disipline uymasının, kurallara itaat edeceğinin işaretidir.

İslam Dininde de secde aynı anlama gelir. Kişi yaratıcı olarak işaret edilen Allah’ın varlığına inanmışsa, kabul etmiş ise görünüşteki işareti secdedir. Yani namaz ibadetinde gerçekleştirdiğimiz yere kapanma haraketidir.

Bu haraket; iyi insan olma, kötü insan olma meselesi değildir. Tebliğ edilen sistemin içindemisin dışındamısın meselesidir. Tıpkı askerde olduğu gibi. Bir sivilin, yüksek rütbeli de olsa bir askerin karşısında selama durup “Emret komutanım ..!“ demediği gibi. Bu nedenle asker sivil ayırımını kolayca yapılabiliyor.

İşte İslam dininde de secde aynı işlevi gören davranış şeklidir.

Kuran’da secdesizlik, insanın halife olarak belirlenmesine karşı çıkan, inanmayan şeytanın davranışı olarak gösterilmiştir. Yani İslam’ı ve onun yaratıcısına itaat etmemeyi sembolize eder. Allahresulü’de “Kul ile küfür arasında namazı terk etmek vardır.” Sözü ile bunu ifade eder.


Secde işte bu anlamda doğru ile yanlışı, gerçekten inananla, inanmış görüneni ayırt edebilme işaretidir. Yoksa kimse kimsenin kalbinden geçenleri bilmesi mümkün değildir. Allah Resulü inançlı insanlara; Dinleyin ve itaat edin, hatta üstünüze, başı kuru üzüm tanesi gibi siyah, Habeşli bir köle tayin edilmiş olsa bile, Allah'ın Kitabını tatbik ettiği müddetçe itaatten ayrılmayın. Sözü de bir anlamda bunu işaret eder. Çünkü kişinin secde yapıyor oluşu İslam dini üzere olduğunun işaretidir.

Şimdi akıllara; iyi ama namaz kılmayanların hepsi kötü kişiler midir, hayatını iyiliklere adamış çok insan tanıyorum diyebilirsiniz. Doğrudur da.

Davranışlarımızda neyin iyi neyin kötü olduğunu listelediğimiz zaman, orijinal İslami tekliflerin iyiler, yasakların da kötü davranışlar olduğunda, inanan da, inanmayan da aynı görüştedirler. Örneğin; Yalan söylememe, kan dökmeme, herkese iyilik yapma, yardım etme. Bunlara kimin itirazı vardır ki. Peki arasındaki fark nedir derseniz. İşte o zaman İnançlar devreye giriyor.

İslam dinini benimsemiş, kabul etmişseniz yaptığınız iyilikleri Allah adına, O istediği için, şimdi ve gelecekte faydalanacağımız kazanımlar olacağını bildirdiği için yapılması söz konusudur. İyi davranışlarla elde edilen kazanımların ölüm ötesi yaşamda da kullanımda olabilmesi için tek kural “Secde” dir. “Namaz ibadetidir. Aksi durum ise kendi adınadır.

Desinler” adınadır.
“Bak ne cömert adammış, ne iyi adammış.” şanının beklentisi adınadır. Karşılığı da sadece dünya yaşamında, iyilik yaptığı insanlardan göreceği saygı ve hürmettir o kadar. Halbuki Allah adına yapılsa ve secde ile de mühürlenseydi, hem bu dünya yaşamında aynı karşılığı alacak, hem de ölüm ötesinde ebedi olarak kazanımını devam ettirecekti.

Bir başka gerekçe de kişi inancı gereği değil de içinden geldiği gibi davranışlar sergilemesi, süreklilik taşımayan, güvenilir olmayan, bir anda değişip farklı davranmaya yönelebilen konumda olabilmesidir. Beklediği ilgi ve teşekkürü görmeyen veya yeterli bulmayan birisi bir anda iyilikten kötülüğe dönmesi mümkündür. Hayvanlarda da bu vardır.

Peki insanlar neden secdeye soğuk bakar?
Bunun gerçek sebebi benlik duygusudur. Hiçbir şeyi kendinden üstün görmeme kibridir. Tabii bunu açıkça söylemez, mazeretler ileri sürer;


- Efendim dünya meşgalesi çok yoğun. Ekonomik yetersizlikler, iş hayatındaki zorluklar, sahip olunanları idare etmek, yönetim, çoluk çocuk, stres vs. vs. vs…! zamanım yok. Şeklinde kendisini iknaya çalışır.

Mazeretler çoktur.
İyi ama dünya işinin bitme ihtimali var mı? Bitirebilen biri var mı? Hayır. Kimse bitiremez. Bitti diyemez.

Hani bir dolap beygiri tabiri ile anlatılan bir olay vardır. Hayvanın gözlerini kapatırlar, değirmenin koluna bağlarlar, “deh” derler. Hayvan akşama kadar döner durur. Öyle değil mi.
İnsana da bakıyorsunuz aynı rutin işler. En iyimser olarak sabah işe, çalışma hayatı, akşam eve, uyku, ertesi gün tekrar.

Peki farkımız nedir peki?
İşlerin bitmesini beklediğimiz zaman gelecek mi dersiniz?
Tabii ki gelmeyecek. Yani niyet yoksa kabullenme yoksa, inanç yoksa, secdeye hiçbir zaman vakit olmayacaktır.
Bu bahsettiğimiz secde olayının herkesçe görünen izlenen yaşanan zahiri yönüdür. İnşallah daha sonra da secde olayının Batıni yönünü hikmet ehlinin dilinden konu edinebiliriz.

Yazımı bir hikaye ile bitireyim isterseniz.

Geçmiş zamanların birinde bir Bektaşi içkisini almış, gözlerden ırakta demleneyim diye mezarlığın bir köşesinde içiyormuş.
Mezarlığı ziyarete gelen biri onu o halde görünce, görünmeden oradan uzaklaşmak isterken Bektaşi, adam sanki selam vermiş gibi seslenmiş;
- Hey..! Aleykümselam. Gelsene otur biraz sohbet edelim.
Adam sıkılmış kabul etse inançlarına aykırı, Çünkü içki haramdır. İçki içen aslında şeytanla muhabbettedir. Çekip gitse saygısızlık olacak, hemen bir mazeret ileri sürmüş;
- Kusura bakma çok işim var, üstelik acele…!
Bektaşi kızmış;
- Saçmalama, bu mezarlıkta yatanlara baksana, bunların hangisi işini bitiripte geldi sanıyorsun. Hepsi de işleri bitmeden geldiler. Haydi nazlanma da geç karşıma otur. Demiş.

Bizlerinde işlerimizin hiç bitmeyeceği kesin. İyi taraflarımızın, iyiliklerimizin getirilerini sonrada kullanmak istiyorsak ne olur secdeyi ihmal etmeyelim.

Her şey gönlünüzce olsun.

5 Ocak 2009 Pazartesi

FİTNE BELASI



Fitne anlam olarak; insanın aklını, bilincini, kalbini hakikatlerden doğrudan, gerçeklikten, ayıran, şaşırtan, boş, batıl, sonu olmayan vehimlerden oluşan sorunlara yönlendiren sebeplerdir. Basit yollu örnek verirsek, bir kişinin işine gitmesi kendi menfaatleri için doğru olan davranış olduğu halde, bahaneler, yalanlar ileri sürerek, içki, fuhuş, kumar gibi davranışlara yönelmesi gibi diyebiliriz.

İnsanı, aklını kullanabilen düşünebilen bir varlık olarak tarif ediyor, Dinimiz İslam’ı ise; insanı ve alemleri yaratan varlığın düzeni, programı olarak kabul ediyoruz. Bu güne kadar kesinleşmiş herhangi bir bilimsel gerçeğin dinin önerilerine aykırı olmadığı gerçeğini dikkate alırsak, akli olan yol, orijinal İslam’ı kabul etmek, öğrenmek ve mutlaka yaşama geçirmek gerektiğidir.

İnsanı ve tüm alemleri yaratan Allah, Ahmed Hulusi’nin deyimiyle bilinmek için aklı, bilmek için de insanı yaratmıştır. Dolayısıyla insandan aklını kullanarak ilmini arttırması, yaratıcısını tanıması, kendi hakikatindeki özellikleri keşfederek değerlendirebilmesi istenmektedir. İnsanı bu hedefe ulaşmak için çalışmaktan alıkoyacak her fikir, her davranış, her neden FİTNE dir. Bu yüzden eşiniz, çocuğunuz, malınız sizin için fitnedir ifadesi kullanılmıştır.(1) Çünkü insanın yaşamında en önemli addettiği hedeflerdir bunlar. Kuran’ın anlatmaya çalıştığı; uğruna her şeyi yapmayı göze aldıklarınız da, sizi amacınızdan alıkoyacak seviyeye gelirse, o da fitne haline gelmiş demektir diye ikaz etmektir.

İnsan görünen bedeni kadarıyla var olan bir varlık değildir. Bu beden kısa bir süreliğine bilincini, benliğini, ruhunu geliştirip olgunlaştırmak için tahsis edilmiş bir araçtan başka bir şey değildir. Yaratılmış tüm madde alemi, bilinç olarak insana bu aşamada kullanması için var edilmiştir. Kendimizi o kadar basite, bir hayvan seviyesine almayalım. Zaten İslam’ın önerilerinin amacı; dünya alemindeki her şeyi, ölüm ötesindeki yaşama hazırlanmak için kullana bileceğini işaret etmek, tarif etmek, yasaklamaların ardında ise insanın bu alemde kalacak değeri olmayan boş şeylerle vakit geçirmesini engellemek içindir. Yani yine insanı kendisinden, nefsinden korumak içindir.
Kaçınılmaz olan şey, insan kabul etse de etmese de, çaba gösterse de göstermese de, tanısa veya tanımasa da, bu sistem içinde sonsuza kadar var olacak, her aşamada da bir önceki davranışlarının getirisi olan şartlarla yaşamaya devam edeceği gerçeğidir. Ölüm değişimi geçirildiğinde insanın ruh gözü, basireti açılacak, her şeyin hakikati ve sonuçları bir fiil idrak edilecektir. Bundan kaçınabilme imkanı yoktur.
Halbuki günümüzde bırakın Allah, Din, İslam, ölüm ötesini, bu yaşamda bile insan kendi geleceğini düşünemiyor. Basit çıkarlar uğruna hem kendi yaşamını hem başka yaşamları tehlikeye atmaktan çekinmiyor. Bireysel seviyede yalan, dedikodu, gıybet, fuhuş, içki uyuşturucu kullanımı, kumar gibi davranışlar tavan yapmış durumda. Devletler seviyesinde yine çıkar için neredeyse insan neslini sona erdirecek savaşlar yapılıyor.
Hala akılımızı kullanmaya başlayıp araştırmayacak mıyız?
Hala “Sahi acaba gerçekten varsa” diye tefekkür edip ihtimal hesapları yapmayacak mıyız?
Çevremize kendimize şöyle bir bakın ne olur. her şeyin bir program, bir plan içinde oluştuğu ve döngüsünü tamamladığını fark edemiyor muyuz. Tabiat kanunu, doğa kanunu diyoruz. Kendimizin de aynı kanunlara tabi olduğumuzu hala idrak edemiyor muyuz?
Ne olur biraz ruhunuza nefes aldırın. Daha doğrusu bir şuurunuz olduğunu, bir bilinciniz, bir ruhunuz, bir benliğiniz olduğunu fark edin artık. Bir ölünün de bedeni var ama benliği, ruhu olmadan hiçbir işe yaramaz.
“Efendim can enerjisi kesildiği için işlev yapamıyor, yoksa bilinci şuuru, ruhu olduğu için değil.” Demeyin. Gülünç olursunuz. Kendinizi, bilinçsiz, ruhsuz, şuursuz olarak tanımlamış olursunuz. Bu imkansızdır çünkü evrende bilinçsiz bir varlık yoktur.
O zaman ne olur sadece bedenden ibaretmişiz gibi davranmayalım. Ruhumuzu, bilincimizi şuurumuzu tanımaya çalışalım. Onun neye ihtiyacı olduğunu öğrenmeye çalışalım. Ruhumuz ise ancak ve ancak Allah’ı anmakla rahatlayacak huzur bulacaktır.(4) Kısa bir süre sonra bedeniniz ölecek, hiç olacak, döngüsünü tamamlayıp toprağa karışacak. Ama biz yaşamaya devam edeceğiz. Hem de her şeyin çok daha farkında olarak. Ne çare ki artık hazırlık dönemi bitmiş olacak.
İşte yaşamımız süresi içinde yapacağımız davranışlarımızla elde edeceklerimizin, sonsuza kadar elimizde kalmasını sağlamak için yapılması gerekenleri öğrenelim. Bunun dışındaki her fiil fitnedir. Tüm yaşamımız zaten bir program üzere devam ediyor, edecektir. Dünya da bir şeyleri başarmak, başaramamak, elde etmek edememek dahi insanın kontrolünde değildir. Ne diyor Kuran; “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.”(2),” Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın.” , “Elinizden çıkana üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiği nimetlerle şımarmayasınız diye..” (3) O zaman ne yaptığınızı zannediyorsunuz Allah aşkına.
İnsana verilen nefs dediğimiz özellik iyiliği de kötülüğü de başaracak yetenekte yaratılmış, verilen bedensel içgüdü ve yeteneklerle de bazı davranışlar kolaylaştırılıp bazıları zorlaştırılmıştır. İnsana verilen akıl melekesi yoluyla da bunların arasında seçim yapabilme iradesi verilmiştir. İşte olay bundan ibarettir. Sistemi kimse değiştiremez, dışına çıkamaz, bana ne istemiyorum diyemez, bilmiyordum mazereti geçersizdir. Ne olur artık kendimize gelelim. Zaman doluyor.
Allahtan herkesin kendi menfaati, hidayeti için gerekli ilme, basirete sahip olmasını niyaz ederim.
Her şey gönlünüzce olsun.

(1) Enfal/28, Tegabün/15
(2) İnsan/30
(3) Hadid/22-23
(4) Ra’d/28

BU EKMEKTEN İSTİYORUM



Güzel Bursa’mızda bir ekmek fabrikamız var. BESAŞ. Bursa’lılara eskiden olduğu gibi kuyruklarda beklemeyi yaşatacak kadar başarılı bir fabrika. Kendilerine buradan teşekkür ediyorum, ama bazı dileklerim olacak. Kulak verirlerse çok sevinirim.
Efendim Besaş en ülkemizde en büyük üç ekemek fabrikasından biriymiş. Günde ortalama 850.000 ekmek üretiyormuş. 1982 de faaliyete geçen fabrika ekmek fiyatlarını serbest piyasa şartlarında dengede tutmak, aşırı zamlanmasını engellemeyi amaçladığı, bugünkü ekmek fiatının 50krş olması vatandaşlar arasında tercih edilen konumda olmasının sebepleri arasında olduğunu da biliyorum.
Yakın zamanlara kadar kullanmıyordum. Diğer ekmeklerden farkının sadece fiyatı olduğunu, yönelen insanların gariban, fakir, daha ucuza yemek için tercih ediyor şeklinde düşünüyordum. Yanılmışım. Yaklaşık 7 – 8 ay önce bir arkadaşımda tattım çok hoşuma gitti. Arkadaşım devamlı kullandıklarını, bayatlamadığını, hele sabah dilimleyip tavada ısıtınca mükemmel yumuşaklıkta leziz hale geldiğini ballandıra ballandıra anlattı. O andan itibaren ben de besaş ekmeğinin tiryakisi oldum. Fakat herhalde benim gibi tadıp tiryakisi olan kişiler çoğaldı ki, ekmek bayiiye gelmeden yarım saat önce kuyruğa girildiği halde çoğu kez ekmek kalmıyor. Kuyruklarda en fazla şikayet kapıcılar nedeniyle oluşuyor. Onlar toptan aldıkları için kuyrukta bekleyenler alamıyor.
Bakkallara neden getirmediklerini sorduğumda kar marjının çok küçük olduğu ve iade almadıkları için bayilik almadıklarını, alanlarında o ekmeğin yanı sıra başka şeyler de alabilme beklentisi ile getirdiklerini belirtiyorlar.
Benim anlamadığım diğer ekmek fabrikalarının neden bu kalitede ekmek üretmedikleri. Çünkü değil 50 krş, o ekmeğe 1 Tl bile verilebilecek bir ekmek. Halbuki bugün üretilen özel fırın ekmekleri, kabartılıp kızartılmış sünger gibi ekmek. Bazen kuyruğa girdiğimde neden onlardan almadıklarını soruyorum. Çiğnediğimde ağzımda büyüyor, hamura dönüşüyor, midemize oturuyor şeklinde şikayetler alıyorum.
Her neyse ben Besaş kuyruklarında bekleyenlerin adına hem Besaş yetkililerinden, hem de özel fırınlardan müşteri olarak bazı isteklerim var. Diyoruz ki.
1 – Besaş üretimi % 50 arttırabilir mi? Şahsi kanaatım 50 krş yerine 60 krş hatta 75 krş bile olsa besaşın tercih edileceğine eminim.
2- Dağıtımı tüm isteyen bakkal ve marketlere yapılabilmesi için satış primi yükseltilebilir.
3- Her ilçede Besaşın kendi ana bayii açıp 24 saat ekmek bulundurulabilmesi Bursalılar olarak dileğimiz. Çünkü bayilerde gelmesi ile 15 dakikada bitmesi bir oluyor.
4 – Özel sektör fırınlarının Besaştan ekmeğin terkibini alıp bir an önce aynı kalitede ekmek üretimi yapmaları kendi menfaatlerine olacaktır.
Herkese her şeyin gönüllerince olmasını dilerim
.