31 Mart 2012 Cumartesi

MESNEVİ SOHBETLERİ – 36 – İNSANIN HALİ


Hz. Mevlana beytinde;

Ey dostlar şu hikayeyi dinleyin ki hakikatte bizim halimizin aynıdır”.

Hz. Mevlana anlatmak istediklerinin daha iyi anlaşılması için bir hikaye anlatıyor. Bu hikayede bir Padişahın bir cariyeye aşık olup onu satın alması,müteakiben cariyenin hastalanması, padişahın onu tedavi için tedavi arayışının hikayesi. Hikayedeki padişahın temsil ettiği ruhu, cariye ile de nefsi temsil ettiğini anlıyoruz.

Ne güzel bir örnekleme..! İnsanı insan yapan onun Ruhudur. Çünkü ona Allah tarafından verildiğini biliyoruz;
 
ve onda kendi ruhundan nefhetti (Secde/9)

Yani insan ülkesinin padişahı Ruh,

Nefis ise insana beden olarak insana verilmiş olan yetenek ve güçlerdir. Allah bu nefsi bazı eksiklik ve zaafları ile birlikte yarattı bunu biliyoruz.

İnsan zayıf yaratılmıştır. (Nisa/28)

Bu zayıflıkların içinde acelecilik, sabırsızlık cedelleşmek v.b. gibi zaaflar vardır.

Hz. Mevlana bu zaafları cariyenin hastalıkları olarak tarif ediyor. Nefse aşık olan ruh ise onu iyileştirmek, mutlu etmek için çabalamaktadır.

Allah bizleri; nefsimizin hastalıklarını tedavi edebilme yollarını bulabilmeyi nasip etsin inşallah.

Her şey gönlünüzce olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi

28 Mart 2012 Çarşamba

HZ. ZEKERİYYA (AS) ŞEHİT OLMA OLAYI.



Hz. Meryem’in oğlu İsa AS.ın doğumundan sonra da İsrail oğulları'nın fesat, yalan, iftira ve bozgunculuk damarı bir defa kabarmıştı. Bunca açık mucizeyi gördükten sonra bile Hz. Meryem'e iftira atmaktan vazgeçmediler. Şimdi de Hz. Zekeriya Aleyhisselâm'ı olayın içine çekmeye çalışıyorlardı.

Hz. Meryem evladının büyümesi ile meşgul olurken, içten içe yayılan dedikodu ve fesat zehirleri de büyük rahatsızlık meydana getiriyordu. Baskı her geçen gün artarak çoğalıyordu. Artık dayanılacak gibi değildi. Kararını verdi, buralardan uzaklaşacaktı. Mısır'a gitmeye karar verdi, Amcaoğlu Yusuf ile birlikte Mısır'a gidip, yerleşti. Anne oğul Mısır'da bir süre kaldılar. Rivayet edildiğine göre; Mısır'da on iki yıl kaldılar.

Onlar Mısır'da yaşamlarını sürdürürken, Zekeriya Aleyhisselâm da yeni doğmuş olan Yahya Aleyhisselâm ile meşgul olmaktadır. Yahya Aleyhisselâm; İsa Aleyhisselâm'dan yaklaşık olarak beş altı ay önce doğmuştur. Bu doğum ihtiyar babayı son derece mutlu etmiştir. Bu mutluluğunu bozan İsa Aleyhisselâm'ın durumudur. Netice olarak, Yahya gelişip büyümekte, İsa Aleyhisselâm da annesi ile birlikte Mısır'da yaşamını sürdürmektedir. Bu arada iftira kampanyası hızla devam etmektedir.

Bu iftiraları çıkaranların elebaşları, Zekeriya Aleyhisselâm'a kötülük etmeye karar verirler. Onu takibe alırlar. Bir gün tenha bir yerde Zekeriya Aleyhisselâm'ı kıstırırlar. Yaşı oldukça ilerlemiş bulunan Zekeriya Aleyhisselâm adamların kötü niyetli olduklarını anlar ve onlardan uzaklaşmaya çalışır. İsrail oğulları'nın teröristlerinden kaçarken, rivayet edildiğine göre; bir ağacın yanından geçmekte idi. Ağaç dile gelerek:
"Ey Allah'ın resûlü, bana gel!" der.

Ağaç birden yarılır ve Zekeriya Aleyhisselâm ağacın içine girer ve kurtulur. Ancak şeytan burada yapacağını yapar. Ağacın içine girerken, giydiği elbisenin eteğinden bir parça dışarıda kalır. Ağacın yanına gelen teröristler ağaçtan dışarı sarkan elbise parçasını görünce bu işte bir tuhaflık olduğunu anlarlar ve ağacı kesmeye karar verirler. Ağacı ortadan keserler. Böylece ağacın içinde bulunan Zekeriya Aleyhisselâm da ağaçla birlikte kesilir ve şehit peygamberler kervanına katılır.


Kaynak; Peygamberler Tarihi, Osmanlı Yayınevi, c.1, s.275

Not: http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/4259/zekeriya-aleyhisselamin-bir-agacin-icine-gizlenmesi-ve-bu-agacin-kesilmesi-olayinin-nedenini-ve-nasil-oldugunu-aciklar-misiniz.html dan alıntıdır.

26 Mart 2012 Pazartesi

KEHF SURESİ 98. AYET TEFSİRİ (elmalı)



        “Nizameddin Hasen Nişâbûrî "Garaibü'l-Kur'ân ve Reğâibü'l-Furkân" isimli tefsirinde burayla ilgili sofilerin yorumlarından olmak üzere der ki:      

        “İnsan için terbiye ve irşad ile elde edilmesi mümkün olan gizli bir olgunluk ve gömülü bir hazine bulunduğu açıklandıktan sonra, Zülkarneyn kıssası ile şu da açıklanmış oluyor ki, yer yüzünde halife olmaya layık olan ancak olgun insanlardır. O ise iki yöne, yani hem ruhlar âlemi yönüne ve hem vücutlar âlemi yönüne sahip olan Zülkarneyn'dir. Çünkü ona yeryüzünde sağlam bir yer verilmiş ve vasıtalar ve sebebl e r âleminde her şeyin sebebine erdirilmiştir. Bu şekilde o hem nefsinde olgun, hem de başkalarını tamamlayıcı olmuştur.

        Bundan dolayı bir sebep takip ederek aşağı âleme doğru gitti ki, o insan ruhunun güneşinin battığı yerdir. Onu bir "kara balçıklı bir göze" de batıyor buldu ki, o tabiat ve cesetler âlemidir. Ve orada bir kavim buldu ki onlar, vücuttaki kuvvet ve yerdeki ruhlardır.

        Ey Zülkarneyn! dedik: Ya onları riyazet (terbiye ve ıslah) bıçağı ve mücadele kılıcıyla öldürmek suretiyle eziyet edeceksin v e yahut da haklarında yumuşaklık ve yüze gülme ile güzellik yapacaksın. Değerini yerinden başkasında kullanmakla alçaltarak zulmedene eziyet edeceğiz, istek ve maksadına aykırı olarak kahredeceğiz, sonra Rabbi olan Allah Teâlâ'ya geri döndürülecek, O da onu ebedî azab ile cezalandıracak. İman edip hayırlı iş yapana ise ödül olarak en güzel mükafat var ki o, vusûl ve visâl (Hakka ermek) makamıdır. Hem ona emirlerimizden kolaylığı söyleyeceğiz ki, o da fânilik ve mücahadeden sonra hafiflik ve istirahattır. Sonra ruhlar âlemine ulaşma sebeplerinden bir sebebi takip etti ki, o insanın konuşan nefsi, güneşin doğduğu yerdir. Onu bedene ait ilişkilerden soyutlamış bir kavim üzerine doğuyor buldu.

        Nihayet iki set arasına vardığında ki, o yaşama ve uygarlaşma âlemi ve vücudun düzelmesi, ahirete doğru bir vücut şekliyle varıp durma sebeplerinin dolaşma sahasıdır. Onların önünde hemen hemen söz anlamayacak gibi bir kavim buldu. Bunlar, nihayet hiçbir şey anlayamayan halk idiler. Dediler ki Ye'cûc ve Me'cûc, yani çeşitli tabiat kuvvetleri, insanlığa ait yeryüzünde, kabiliyetlerini yaratıldığı gaye dışında kullanarak bozgunculuk yapıyorlar. Biz sana vergi versek, varlığımızı terk etsek ve elimizde bulunan malları karşılıksız sana bol bol bağışlasak da bize bir set yapıversen olur mu?

        Zülkarneyn dedi ki: Bana kuvvet ile yani gerçek bir gayret ve sadakatle yardım edin, demir kütleleri, yani yerleşmiş yetenekler veya demir gibi sağlam kalpler getirin. İki ucu denkleşince; "beşikten mezara kadar." olunca üfleyin. Ve dedi ki: Zikirlere ve virtlere (belirli zamanlarda okunan dualara) devam edin.

        Nihayet kalp demirinde itaat ve zikir hararetinin etkisiyle onu ateş haline getirince, getirin. Ve dedi ki: Ona bakır kaynağı dökeyim. Şeytanın hilesi işlemeyecek şekilde o kalplerin içine sevgi cevheri, sağlamlık kimyası dökeyim de, ona Rahmândan başkası yükselemesin. "Yalnız Allah bana kâfidir" Zülkarneyn'in sözü bitti.


        Elmalılı Kuran dili 5.cilt 3292-3293

25 Mart 2012 Pazar

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (17)








 (16 dan devam)

- İşte bu manada dirayet ekolü, asıl tefsir odur ve İbn Abbas temsil eder bu ekolü. İbn Mes’ut temsil eder bu ekolü.

- Bir cümlenizde diyorsunuz ki tefsir yapacak bir insan zaten %50 rivayete başvurmak zorundadır diyorsunuz.

- Doğru, niye diyorum? İfrat ve tefrit bu alanda da var. Yani bir kez tefsir geleneğimizi elinin tersi ile bir tarafa bırakan bir insan tefsir ilminin nesebini inkâr ediyor demektir. İlmin de nesebi vardır. Zürriyetini inkâr ediyor demektir. Onun için böyle bir yaklaşım, yaklaşım değil. Böyle bir yaklaşım hiçbir zaman kendini masum kılamaz. Yani bir ilmin geleneğini yok sayarak, size kadar gelmiş halkaları kopararak hiçbir zincire eklemlenemez.

- Yani bu işin geleneğini reddederek olmaz bu iş.

- Evet, Yani babasını ve annesini reddederek oğluna sahip çıkmaya çalışıyorsanız siz onu bir tür defterinize yazmaya çalışıyorsunuz, yani onu önce nesepsizleştiriyorsunuz, o zaman çalacaksınız demektir. Soysuzlaştırıyorsunuz demektir. Onun için ilmin nesebi vardır. Fakir kendisi eğer bir yorum yapacaksa, kendisinden evvel o yorumun dayandığı mutlaka bir yer arar.

- Yani bir mesnet arar.

- Evet, manivelasını dayayacağı bir mesnet arar. Bu çok mühimdir. Bulamadığı zaman yapmaz mı? Hayır yapar, fakat bulamadım der. Bu bana aittir der.

- Çok güzel hocam, burası önemli bir nokta; mesnetsiz, yani o işin nesebinde, kaynağında, bu işin geleneğinde mesnetsiz konuşmalarmış gibi bazılarınca algılanıyor dirayet tefsiri. Bu tefsire karşı bir kısım tepkiler, rivayeye de var o kutuplaşmalarda. Öyle algılanıyor gibi geliyor. Sanki kafasından bir reye başvuruyor, uydur babam uydur, yaz babam yaz gibi anlaşılıyor. Halbuki değil Dirayet tefsiri mutlaka bir mesnede dayandırmak ve oradan bir gayretle bir yorum çabası.

- Efendim dirayetin mesnedi cehdü gayrettir, içtihattır. Yani Allah akıl vermiş ve nakli de o akla indirmiştir, inzal etmiştir. İnzal aslında aşkın manaların içkin akla inzalidir, indirilmesidir. Yani Kur’an ayakları yerde başı gökte bir hitaptır diye tarif eder bu fakir. Başı manayı, ayakları ise lafzı temsil eder. Ayaklarını bastığı yerde zül ortamıdır. Ayaklarına bakmadan başı göremezsiniz. Ayalarının nerede durduğunu bilmeden başın ne dediğini anlayamazsınız. Onun için başı ile ayaklarını koparmamak lazım.

Bu manada ille de rivayete dayanacak diye şart yok. Çünkü rivayet dedikleriniz de bir yerde dirayet. İbn. Abbas öyle demiş, Mücahit söylemiş. Yani Mücahit hocasına itiraz etmiş. Hocası; ..lehüm kûnu kıradeten hasiiyn. (Araf/166) konusunda nesh vardır ve maymun olmuşlardır. Yani alçak maymunlar olunuz dedi Allah, onlarda maymunlar oldu. Derken Mücahit maymunlaşma, ahlaken maymunlaşmadır. Yani taklit demiştir. Buyurun hoca ile talebe arasındaki duruma. Hocasına Mücahitten daha saygılı kim olabilir. Biri sahabe, biri tabiin. Altın zincirin ilk halkasıdır Mücahit. İbn Abbas’tan bize kadar gelen tüm rivayet zincirleri içerisinde altın zincir onunla başlar.

- Yani rivayetin de aslına içinde. özünde bir cehd var, bir gayret var ve kendi aklını başkasının cebine koymak yok.

- Biz rivayeti burada haddi zatında nakletmek için değil, o zaman CD oluruz. O zaman kasetten ne farkımız kalır. Yani bırakın kasete okuyun, kaset sizden daha hatasız okur. Şimdi scanner mı diyorlar, tarayıcıya verin tarasın sese de çeviriyor, görüntüye de çeviriyor, yazıya da çeviriyor, alsın versin yani. O zaman adama ne gerek var, insana ne gerek var, akla ne gerek var, muhakemeye ne gerek var. Öyle değil mi. Musavvireye ne gerek var tasavvura ne gerek var.

O zaman tezekkür olmaz, tefekkür olmaz, taakkul olmaz, tedebbür olmaz Efela yetedebberunel Kur'an.. (Nisa/82) ayeti kasetlere söylenmedi ki. Nihayetinde hepimiz muhatabız. Onun için dirayet tefsiri, tefsirin anasıdır ve her rivayette başlangıçta bir dirayet idi.


Devam ediyor.
Kaynak Vahyin penceresinden.

24 Mart 2012 Cumartesi

MESNEVİ SOHBETLERİ – 35 – KALBİN CİLASI






Hz. Mevlana beytinde;

Senin ruhun aynası niçin o aksi haber vermiyor biliyor musun. Sathı pas tan hâlî değil de onun için.

Bir önceki beytinde temiz saf cilalı bir kalbe sahip olmayan, bu yüzden de ilahi aşkın kokusunu duymayana sesleniyor. Senin nefsin de o kirli ayna gibi kirli paslı ayna gibi. Bu yüzden saf, net görüntü alamıyorsun. Yapacağın şey kalp aynasını temizlemektir.

Ne kadar doğru değil mi. Dinimiz İslam ilk olarak insanın nefsini kontrol edebilmenin yollarını öğretiyor. Mesela Kur’an;

Arınıp saflaşan, gerçekten kurtulmuştur!” (A’LA/14)

Gerçekten onu (bilincini) arındıran kurtulmuştur. Onu (bilincini) gömüp gizleyerek (bilinçsizce - dürtüleriyle tabiatına uyarak) yaşayan ise gerçekten kaybetmiştir.(Şems/9-10) şeklinde uyarmaktadır.

Bu kalbin arınması konusunda Hz. Muhammed (A.S.) da çok fazla durmuş, bunun yollarını da göstermiştir. Mesela;

Her şeyin bir cilası vardır. Kalplerin cilası da zikrullahtır.” (C. Sağıyr) buyurdu. Yine Resulallah;

Size Zikrullah’ın değerini anlayın diye yemin ederek söyledim. Şimdi Cebrail kardeşim geldi. Cenab-ı Allah meleklere şöyle hitap ediyor:

“(Ey meleklerim!) Görüyor musunuz bu kullarımı? Onlar katımda Sizden çok sevimlidir.” Melekler cevaben:

Ya Rabbi! Biz Sana hakkıyla zikredici, şükredici değil miyiz,” derler. Allah-ü Teâlâ Hazretleri:

Evet! Sizler Bana şükredicilersiniz. Fakat Onların zikri Bana daha hoş geliyor. Onların kalbine nefis verdim, mal sevgisi, makam sevgisi, evlat sevgisi, her türlü sevgiyi verdiğim halde; kalplerindeki sevgileri tevhit nuruyla attılar. Masiva kalmadı kalplerinde. Nazargahım kalpleri oldu. Yere göğe sığmam mü’min kulumun kalbine sığarım. Onlar Benden rızamı istiyorlar. Onun için sizden üstündür,” buyurdu.

O halde devam ediniz. Ben üzerinize rahmetin indiğini gördüm ve Size ortak olmak istedim,” buyurdular. (Taberani)

Görüldüğü gibi hem dünya hem ahiret mutluluğu ancak  nefsin terbiye edilip kalp aynasının parlatılmasıyla mümkün oluyor.

Allah bizlerinde kalbini temizleyip cilalayıp parlatacak, ilahi aşkın kokusunu hissettirecek bir insan-ı kâmile ulaştırsın inşallah.

Cumanız mübarek olsun.

Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi

18 Mart 2012 Pazar

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (16)




- Her şey serbest, bırakınız geçsinler. Devam edelim;

2. Rey, dirayet tefsiri. İşte rey tefsizi bu. dolayısıyla tefsir zaten dirayettir demiştim. Çünkü yorumdur. Efela yetedebberunel Kur'an (Nisa/82) derken Kur’an tedebbür etmiyorlar mı. Yani hepimize sesleniyor. Kamer suresinde tam beş kez. Ve lekad yessernel Kur'âne lizZikri fehel min müddekir (Kamer/22) Biz Kur’an ı öğüt alınması için kolaylaştırdık. Yok mu ders alan.iye tam beş kez ifade buyrulur. Şimdi kolaylaştırdık diyor. Mübiyn diyor zaten Kitabin mübiyn. Hem özünde açık, hem de Açıklayıcı demektir mübiyn. Yani şimdi kitabı anlayamayız diyenler aslında, kitap ben Mübiynim diyor, bunlar yok sen mübiyn değilsin, muğlaksın diyorlar. Kitap ben mübiyn im beni düşünmüyor musunuz diyor, aman seni düşünmek haddimize mi düşmüş diyorlar.

        - O konuda ifrat ve tefrit var gibi geliyor. Birincisi Kur’an ı anlamak mümkün değildir. Sadece belli yüksek eşhasa mahsustur onunda işte şöyle şöyle şartları vardır, sen bunu yapma demeye getirenler.

Bir de Bunun karşısında mealcilik tartışmalarında filan: Kardeşim benim aklım var. ALLAH’ta bak apaçık diyor ki bu kolaylaştırılmıştır diyor. Ben bakarım anlarım. Tefsir mefsir bu işleri karıştırmayın, çıkarmayın. Başkasının aklına mı tabi olacağım diye bir yaklaşımda var.

- Bu başta emeğe saygısızlıktır. Dolayısıyla tefsir zaten dirayettir. Çünkü yorumdur. Onun için tefsiri bize ilk nakledenler Kur’an üzerinde kafa yormuşlardır. Haddi zatında Kur’an da neden müteşabih vardır sualine Zemahşeri harika bir cevap verir. Der ki; Allah hepsini, muhkem yapabilirdi. Peki neden birazını müteşabih yaptı diye sorar. Cevabını da insanlar üzerinde teakkul, tedebbür, tezekkür, tefakkuh ve tefekkür etsinler diye.

- Onların çabasına da alan bırakılsın.

- Aynen, Efela yetedebberunel Kur'an (Nisa/82) ın ne gereği vardı hepsi iki iki daha dört gibi olsaydı, matematiksel bir kesinlik taşısaydı. Yoruma açık olmasaydı, dahası; ceh-dü gayretimize medar olmasaydı ne gerek vardı. O zaman işte ölü metin olurdu. Tarihin sadece bir anına hitap ederdi ve tarihsel olurdu.

Ama diri metin. Kur’an ın biraz da mucizeliği burada. Onun için her çağa söyleyeceği söz var. Her çağa söyleyeceği sözü biraz da bu yönü ile bu özelliği ile söylüyor. Yani metni bir kez nazil oldu ama manası sonsuz nazil oluyor.



Devam ediyor.
Kaynak vahyin penceresinden.

17 Mart 2012 Cumartesi

MESNEVİ SOHBETLERİ – 34 – AŞKIN SÖZÜ




Hz. Mevlana beytinde;

Aşk bu sözün meydana çıkmasını istiyor. Ayna koğucu olmaz da ne olabilir.

Yine çok güzel bir ifade. Kalbin bağlandığı maşuk, duymak istediklerini aşığının kalbine bir ayna gibi yansıtır. Şayet bu kalp aynası cilalı ve temiz ise kendisine aksedeni net olarak gösterir. Dolayısıyla kendi kalbinde beliren sırlar ve sözlerin de kendi ihtiyarı, müdahalesi olmadan dilinden döküldüğünü ifade ediyor..

Ne çare ki bir çok kalp aynası temiz, parlak, cilalı değildir. Onun yansıttığı da gerçeğinin yanında taklidi gibi olur. Bu yüzden de temiz, parlak, saf olmayan bir kalp aynasının vereceği görüntünün; dedi kodu yapan, laf taşıyan birinin durumuna benzer. Kişiye ilahi aşkın kokusunu değil, nefsin kokusunu hissettirir.

Allah bizlerinde kalbini temizleyip cilalayıp parlatacak, ilahi aşkın kokusunu hissettirecek bir insan-ı kâmile ulaştırsın inşallah.

Cumanız mübarek olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi

11 Mart 2012 Pazar

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (15)




14. den devam


- Tefsir tasnifinde 2. maddeye, Diraret tefsirine geldiğinde; haddi zatında tefsir dirayettir zaten. Rivayet tefsiri tefsir değildir, tefsirin rivayetidir bana sorarsanız. Çünkü Kur’an ı anlama sorumluluğu ilk nesiller için ne ise müteakip nesiller için de aynı şeydir. İlk nesillerin bu sorumluluğu yerine getirmiş olması, sonraki nesilden bu sorumluluğu kaldırmaz. Kur’an her muhatabı için aynı sorumluluğu yükler.

Efela yetedebberunel Kur'an (Nisa/82) şimdi bu ayetin muhatabı sahabe, ama biz değil miyiz. Yani onlar Kur’an ı tedebbür etmiyorlar. Ne demek? Tedebbür dübürden gelir. Öbür arka demektir.

- Arkasını görmüyorlar mı demektir yani.

- Evet satırların aralarından satırların arkalarına geçip maksadını ruhunu, yani ne dedi değil, ne demek istedi sualinin cevabını bulmak. Yani lafızla yetinmemek manasını bulmak. Mana ile yetinmemek maksadını bulmak. Dolayısıyla lafız ve mana maksat hakemine başvurursa eğer ortaya doğru bir şey çıkar.

- Maksat hakem olacak yani.

- Evet, maksat hakem olacak, lafız ve mana ise o hakemin gözüne bakan iki şahit olacak. Veya o hakemin üstüne oturduğu iki sütun olacak. Dolayısıyla maksat olmaksızın sadece lafız dersek o zaman Kur’an ı anlayamayız. Hatta lafızlar bizi bazen öyle bir yere getirir ki, Kur’an ın getirmek istediği yer değildir orası. Bam başka bir yere getirir. Çünkü lafızlar nihayetinde tek manalı değildir. Birden çok manalı lafızlar vardır. Hatta, hatta işari ekole gelince söyleyeceğim, işari ekol lafzı mananın aslı değil manayı lafzın aslı olarak alır. Manayı asıl, lafzı fer olarak alır.

Aslında dile dayalı bir yorumda lafız asıldır. Doğrusu budur. Eğer lafız yoksa neyi konuşacağız biz. Yani; Kul HUvAllâhu Ehad (ihlas/1) El Hamdu Lillahi Rabbil'Alemiyn (Fatiha/2) bizim elimizde ki sermaye budur.

- Lafız ve mana ikilemesinde çok tartışma olmuş.

- Tabii, bu kaidedir bu kaide üzerine bina ederiz ne bina edeceksek. Oradan uzaklaşmadan bina ederiz. Fakat manayı asıl olarak alıp, lafzı fer olarak almak ne manaya gelir biliyor musunuz, fer asla tabidir. O zaman lafız manaya tabidir.

İbn. Arabi’nin füsus’u hangi cümle ile başlar biliyor musunuz. Mealen; Kelimelerin kalbine manaları, hikmeti inzal eden Allah’a hamd olsun.

Şimdi bu neyi getirir biliyor musunuz? Kelimenin konuluşta bir manası yoktur. Dolayısıyla kalbine inzal edilmektedir, hele bunu söyleyen “Kalbim Allah’tan rivayet etti ki.” Diyorsa onun önüne kimse duramaz artık. Orada artık ne lafız vardır, ne mana vardır, ne maksat vardır. Orada kalbine öyle gelmiştir onun manası o dur.

- Yani burada denetimsiz bir alan açılmaktadır.


Devam ediyor.
Kaynak vahyin penceresinden.

10 Mart 2012 Cumartesi

MESNEVİ SOHBETLERİ - 33 – AŞKIN NURU.


Hz. Mevlana beytinde;

“Yarimin nuru etrafımda bulunmazsa ben nasıl önümü, ardımı idrak edebilirim.” Veya;

“Yarimin nuru ilk ve sonla mukayyed olmayınca ben nasıl başlangıç ve son ile kayıtlanabilirim.”

İki farklı şekilde ifade edilen bu beyit aslında iki farklı sualinde cevabıdır.

Birincisi; aşkı kanada benzetmesine karşılık akıl da ayak olacaktır. Yani Aşka tabi olmayan akıl ile hareket edemez mi sorusuna;

Evet akıl ayak gibidir. Fakat o ayakla adım atabilmek için insanın basacağı yeri görmesi gerekir. O görüş ise ancak aşkın nuru ile mümkündür. O ışık olamayınca ben nasıl adım atabilirim diyor.

İkincisi; Ya Mevlana derin konulara girmeyeceğini önceden söylediğin halde şimdi konuyu derinlere götürüyorsun. Sorusuna;

Bu aşkın nuru; ilk ve son gibi kayıtlardan öte bir şeydir. Onun için bu nur benim önümü ardımı aydınlatıyor, beni kuşkudan, endişeden uzak tutuyor. Demektedir.

Allah cümlemizi o ilahi aşkın nuruna bizleri de kavuştursun inşallah.

Cumanız mübarek olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi

3 Mart 2012 Cumartesi

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (14)


13 den devam


- Tefsire geri dönersek, tefsir deyince değişik tefsir tarzları gözüküyor. Rivaye tefsiri, diraye tefsiri, işari tefsir gibi. Bunlar nedir hocam. Bunlardan biz ne anlayacağız, bunların hangisi makbuldür, hangisinde bir takım yanlışlıklar olmuştur. Yoksa bunları bir zenginlik olarak mı kabul edilmelidir gibi sorularım olacak. Oradan sizin şahsi yaptığınız tefsire geleceğim.

- Tefsir tasnifleri farklı farklı yapılmış. Mesela Glazier’in bir tasnifi var.

- Sizin de tercüme ettiğiniz İslam’da tefsir ekolleri.

- Evet, Macar asıllı Alman oryantalist’in İslam tefsir ekolleri diye tercümesini yapmıştık ceza evinde. Mesela onun bir tasnifi var, meşhur bir tasniftir aslında. Rivayet tefsiri, Dirayet tefsiri, Kelâmi tefsir, İşari, tasavvufi tefsir ve mezhebi tefsir diye beşe ayırır. Aslında güzel bir tasnif ama yetersiz bir tasif.

Rivayet tefsiri; Tefsir bil mes’ur diye de geçer asli ifadesi budur. Eser tefsiri. Aslında rivayete dayalı olan, yoruma dayalı olmayan tefsirdir ki bunun en meşhur örneği Taberi tefsiridir. Gerçekten de Taberi kendisinden önce ki tüm müktesebatı toplamış ve bu ümmete çok büyük bir iyilik yapmış bir tefsir imamıdır. Taberi tefsiri olmasaydı tefsir tarihi bu kadar gelişemezdi diyebilirim. Taberi’nin 310 da vefat ettiğini düşünürsek yaşadığı dönemi daha iyi tahmin etmiş oluruz.

Tefsir tabii ki Taberi ile başlamadı. Bize kadar gelen bilgiler Mücahid’in, İkrime’nin, Dahhâk’in tefsirleri olduğu yönünde fakat bunlar yok. Her ne kadar Mücahid adına piyasa da bir tefsir geziyorsa da o yüzyıllar sonra ondan gelen rivayetlerin derlenmesi şeklinde oluşturulmuş.

Yine İbn Abbas’a nispet edilen bire tefsir var mesela Tenvir ül Mik’as Tefsir i İbn Abbas diye.

- Bu da aynı şekilde mi?

- Bu da aynı şekilde, yüzyıllar sonra, yanlış hatırlamıyorsam Firuz Abadi’nin tasnifi olacak o.  Fakat asıl bize kadar gelen ilk tefsir Mukatil Bin Süleyman’ın tefsiridir. Vefatı hicri 150. Yani İman Ebu Hanife ile çağdaştır. Tefsiru Hamse Mie, bir ahkam ayetleri 500 ayeti tefsir etti. Ayrı bir tefsir daha var ama bu tam tefsiri, bize kadar gelen ilk tefsirdir. Tabii Mukatil Bin Süleyman’ın tefsirine biz tefsir diyoruz. Onun tefsir falan koyduğunu sanmıyorum. Çünkü ilk 2 yüzyılda tefsir kullanılmıyor. Yine o yüzyılda yapılmış Mecaz ül Kur’an İbn. Übeyde’nin.

- Te’vil kullanılıyor değil mi?

- Abdullah İbn. Mes’ut (R.A.) ilim diyor. tefsir demiyor o zaman. İlm- ül Kur’an diye de anlayabiliriz biz bunu. Gerçi Efendimiz(A.S.) mesela Abdullah İbn Abbas’ı kucağına aldığında;

- Allahümme fakkıh u fiddiyn, Onun dinde derin anlayış sahibi kıl.

Demek ki o zaman fakih bu manada da kullanılıyor. Aslında kariy, kura aynı zaman da müfessirler içinde kullanılıyor. Kuran’ı çok okuyan anlayan, yaşayan. Fıkıh o zaman zaten ilimlere verilen ad.

- Fıkh-ı Ekberde o yüzden.

- Fıkh-ı ekmer akaide verilen isim. Fıkh-ı vicdani deniliyor mesela tasavvufa o zaman. Yani her şeyin adı fıkıh o zaman.

- Şimdi ne kadar değişmiş, ne kadar daraltılmış.

- Aynen öyle. Yani tefakkuh gidince fıkıh daraldı. Oysaki Kur’an tefakkuhu emrediyordu. Aslında rivayete dayanması da İbn. Abbas’ın tefsirin temellerini atan kişi olarak görebiliriz. İşte Tercüman-ül Kur’an. Hz. Ali diyor ki;

- Sanki o konuşurken gaipten perde açılıyordu önüne. Diyor onun için.

Hz. Ömer de;

- Şu gelen delikanlı var ya. Eğer o aranızda olmasaydı ilim kaybolurdu. Diyor.

Böyle bir yeteneği var. AllahResulünün duasının bereketi belki, kendi gayreti. Unutmayalım belli bir yaştan sonrada ama olarak yaşadı İbn. Abbas. Böyle biri aynı zamanda.

- Delikanlı iken bu hitaba mazhar oluyor yani.

- Evet, o tefsirin temellerini atarken tefsirini cahiliye şiirine yasladı. Yani yine rivayete yasladı.

Onun karşısında Mu’tezile ne yaptı, 2. alternatif bir ekol çıkardı. Bu ekol de dile yaslamak. Yani ilk defa böyle bir ayrışma yaşandı. 1 - Şiire yaslamak, 2 - dile yaslamak.

Cahiliye şiiri naifti gerçekten. Belki destekledi fakat asıl dile yaslamak daha doğruydu. İşte dil 2. yüzyılda te’vin edilirken, Arap dili derlenirken bunun için derlendi birazda.

Bakıyoruz 2. yüzyılda tefsir veren tabiin büyüklerinin, otoritelerinin çoğunun yine Mutezile kaynaklı olduğunu, işte Ferra gibi.

Devam ediyor.
Kaynak Vahyin penceresinden.

2 Mart 2012 Cuma

MESNEVİ SOHBETLERİ - 32 - AŞKIN KUDRETİ


Hz. Mevlana bu beytinde;

Aşıkta aşkın elemlerine sabr-ü tahammül bulunmayacak olursa o -biçare- kanatsız kuş gibi kalır. Vay onun haline.

Aşkın kudreti konusunda neler söylenmemiş ki..! Hele bu ilahi bir aşk olursa..’ Hz. Mevlana’nın bu beytini sanki kendisi tefsir ediyormuş gibi;

Bir aşk buldu beni Bende beni bırakmayan,
Kanayan yarama merhem oldu gönlümde.

Bir Aşk buldu beni, aydınlatıp karartmayan,
Tebessüm belirdi yorgun düşen yüzümde.

Dizelerini anımsıyorum. Felsefecilerin de dediği gibi aşk insana imkansız, olmayacak gibi görünen bir çok şeyi yapma gücü verir. Dünyanın nimetlerinden vazgeçmek nasıl Allah yolunun olmazsa olmazı ise, aşk ta bu yolun engellerine göğüs germe, direnme gücüdür. Herkes uçağa kolayca binemez korkar. Ama gideceği yere bir an önce ulaşabilmek , yükselebilmek için için cesaretini toplaması gerekmektedir. Yani bu yolda cesaret, metanet, sabır ve tahammül gerekmektedir. Buna cesaret edemeyen kimse kanatları yolunmuş kuş gibi olur, sıçraya sıçraya yürüyebilir belki ama yükselemez.

Fuzuli de aşkın bu zorluğunu ne güzel dile getirmiş:

Aşk resmin, Aşık öğrenmek gerek pervaneden,
Kim yanar gördükçe Şem’în ateş-i suzanına..!

Canını, canane vermektir kemâli aşıkın,
Vermeyen can, itiraf etmek gerek noksanına..!

Allah cümlemize bu yola girebilme cesareti ve girdiğimiz bu yolda cesaret, metanet ve sabır ihsan etsin.

Cumanız mübarek olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi