28 Mayıs 2012 Pazartesi

BERZAH, ONUN SIFATI, NİCELİĞİ.





        - Berzah âlemi alt kısmından dar olup yukarıya doğru çıkıldıkça genişleyen ve zirvesine ulaşınca da üzerinde fener kubbesine benzer kubbe bulunan bir âlemdir. Bunu biz ağaçtan mamul büyük bir dibeğe benzetebiliriz. Nitekim dibeğin de alt kısmı dar, yukarıya yükseldikçe genişler. Böylece büyük bir dibeğin üzerine bir fener kubbesi koyacak olursak BERZAH âlemine benzetmiş oluruz. Tabii bu benzetme sadece şekildedir, büyüklükte değil. Çnkü BERZAH âleminin temeli dünya semasındadır. Bizden yana ondan bir şey çıkmamış ve uzanmamıştır.

        İkinci semayı delip geçecek kadar yüksektir. İkinci semadan da yükselip üçüncü semayı delip geçer. Sonra dördüncü, beşinci, altıncı, yedinci semayı delip geçer ve oradan da sayılmayacak kadar yükselir ve kubbesi de üzrine konulmuştur. İşte bu BERZAH âleminin uzunluğudur. Bu anlatılan Berzah; Beyt-ül Ma’murdur.

        - Bilindiği üzere Bet-ül Ma’mur yedinci semadadır. Berzah ise temeli dünyada olup yedinci semayı da aşmaktadır. Böylece berzah her semada var demektir. (Böyle mi anlamalıyız.)

        - Yedinci göğün üstüne yükseldiğiyle yetinmelerinin sebebi çünkü orada sözü edilen kubbe mevcuttur. Şüphesiz ki bu yedinci semada olan en şerefli yerdir. Çünkü bu kubbede ancak önde gelenlerle sonra gelenlerin efendisi Resulallah (S.A.V.)in ruhu şerifleri bulunmaktadır.

        Ayrıca Cenab-ı Hakkın Resulallah’ın fazilet ve kerametiyle kendisine ikramda bulunduğu onun zevceleri, kızları ve zamanındaki nesli ondan sonra da onun soyundan Hakk ile gelip geçenlerin ruhları bulunmaktadır. Ayrıca o kubbede dört halifenin ruhları da bulunuyor.

        Bir de Resulallah’ın huzurunda Allah yolunda şehit olanların ve kendilerini O’nun yolunda seve seve verenlerin ruhları yer almaktadır. Bunların ruhlarında başkasında bulunmayan yüksek ölçüde bir güç ve kuvvet vardır ki onların güzel amellerine karşılık verilmiştir. Allah hepsinden razı olsun.

Yine sözü edilen kubbede Resulallah’a varis olan Kâmil velilerin ruhları da bulunuyor. Gavs ve Kutup bu cümledendir. Şüphesiz ki Berzah âleminde en şerefli makam bu kubbedir.

        Berzah âleminin genişliğine gelince; Bu hususta dördüncü semada bulunan güneşin Berzah âleminin çevresinde tavaf yapan kimse gibi dönmesi ve bir yılda bu hareketini tamamlaması bilgi bakımından sana yeter sanırım. Berzah’ın her tarafı deliktir. Nitekim ileride cennetin sıfatları konusunda bu husustan söz edilecektir inşallah. Berzahta bulunan bu deliklerde ruhlar eyleşmektedir.

        Sözünü ettiğimiz kubbe yedi kısma ayrılmıştır, cennet tabakalarının sayısına eşittir. Her kısmı yedi cennetten birine benzer.

        Resulallah efendimizin ruh-u şeriflerinin makamı her ne kadar Berzah’ın kubbe kısmındaysa da orada devamlı bulunmaz. Çünkü ne o kubbe ne de başka bir yaratık Resulallah’ın ruhunu taşımaya güç yetiremez. Onun ruhunda sayılmayacak kadar esrar vardır. O ruhu ançak onun tertemiz zatı taşıyabilir.

        Berzah’ın dördüncü semada olan kısmındaki ruhların nurları yukarıya doğru yükselir. Üçüncü sema kısmında ki ruhların çoğu mahcup durumdadır, nurları yoktur.

        Berzahta bulunan delikler Adem yaratılmadan önce de mevcuttu ve ruhlara bayındır halde idi. O ruhların nurları vardı fakat bedenleri terk ettikten sonraki nurlarında daha düşük seviyede bulunuyordu. Adem babamızın ruhu inip zatına girince Berzahtaki yeri boş kaldı. Bunun gibi oradan ayrılıp yeryüzünde bedenlere giren her ruhun yeri boş kalmaktadır. Ölümden sonra ruh berzah âlemine dönünce daha önce ayrıldığı deliğe değil layık olduğu başka bir deliğe yerleşmektedir. Eğer mü’min ise daha yüce bir mevkie Kafir ise daha aşağı bir mevkie döner.
Boş kalan delikler Allah’ın mahlukatından bir takım mahluklarla bayındır halr getirilir. Ruhlar ise Elestü Bi rabbiküm= ben sizin rabbiniz değil miyim hitabından önce akıbetleri bilmezler, ilahi muradı anlayamazlardı. Cenabı Hakk sebkat eden kazasını onlara izhar etmeyi dilediğinde İsrafil A.S. e emretti, sûr’a üfürmesini buyurdu. O da üfürünce ruhlar toplandı ve yeniden kalkış çağrısında olduğu gibi hepsi korkup titremeye başladı ve belki daha fazla korku verdi.

Ruhlar böylece toplandıklarında Cenabı Hakk keyfiyeti olmayan bir hitapla onlara seslendi. Elestü Bi rabbiküm= ben sizin rabbiniz değil miyim?

Saadet ehli rqablerine sevinç ve mutluluk içinde müspet cevap verdi. İşte burada ruhların farklılığı verdikleri cevabın farklılığıyla ortaya çıkmış oldu. Mertebe ve müşahedelerinin farklılığı böylece belirgin hale geldi. Şeyh mürüdinden açık ölçülerle ayrıldı. Falan kimsenin filan kimseye bağlı bulunduğu ortaya çıktı. Aynı zamanda bununla peygamberlerin (salatı selam hepsine olsun) ve ümmetlerinin farklı durumları da zahir oldu.

Şekavet (bedbaht olan) ehli ise (bundan Allah’a sığınırız) Onlarda hitabı işittiler, fakat üzüldüler çehreleri değişiverdi, istemeyerek müspet cevap verdiler, Sonra da yuvalarına çabuk çabuk sokulan arılar gibi nefretle döndüler Böylece onlar için bir aşağılık meydana geldi, nûrları karardı. Bu sebeple müminler kâfirlerden ayrılmış oldu. işte o vakit her ruh için Berzah’ta ki yeri belirlendi. Bu olaydan önce Berzah’ta ki ruhlar istedikleri yerde bulunabilirlerdi Diledikleri zaman yer değiştirir dolaşırlardı.

Şu anda Berzah’a bakan kimse bedenlerden çıkıp oraya intikal eden ruhları, nûr’larında ki kuvvet ya da karanlıklarındakiğ fazlalıkla bilip tanır. Aynı zamanda henüz dünyaya inmemiş ruhları da bilir. Tabii bunlar azınlıktadır. Bedenlere yerleştikten sonra bedenin ölmesiyle tekrar berzah’a dönen ruhlar ekseriyeti teşkil etmektedir.

Dünyaya henüz inmemiş ruhlar oradan ayrılıp çıkışlarını tamamladıkları ve çıkmadık ruh kalmadığı zaman artık kıyamet kopmak üzeredir demektir.


                (Şehy Abdülaziz Debbağ Hz. El İBRİZ 2. cilt/471-474)

21 Mayıs 2012 Pazartesi

HZ. iBRAHİM'İN ATEŞE ATILMA OLAYI DETAYLARI



Babil’lilerin bayramı idi. Onların âdetlerine göre; bayram gelir gelmez küçük-büyük kadın-erkek zengin-fakir kim varsa bayram yerine koşarlardı. Şehirde kimse kalmazdı. O gün putlara hizmet edenler de bayram yerine gitmeye hazırlandılar. İbrahim'e:

- Sen de gel birlikte gidelim. Dediler. İbrahim:

- Bugün ben yıldızlara baktım rahatsızım gelemem dedi.

Nitekim Kur'an şöyle ifade eder:

"(İbrahim) yıldızlara bir bakışla baktı ve dedi ki: 'Ben hastayım.' (Kavminden olanlar) ondan yüz çevirip gittiler." (SAFFAT/88-90)

O zamanın halkı yıldızlara bakarak hareket ederlerdi. İbrahim hasta olmadığı halde onları ikna etmek için onlar gibi hastalığı ile yıldızlar arasında ilişki kurmuştu.

- Sen gitmiyorsan dışarı çık kapıyı sıkıca kapayalım Dediler. İbrahim'de dışarı çıktı. Hizmetçiler de kapıyı sağlamca kapadılar bayram yerine gittiler. İbrahim kavmi gidince dedi ki:

- "Andolsun Allah'a sizler dönüp gittikten sonra putlarınıza tuzak kuracağım." (ENBİYA/57)

Ve kendi kendine şöyle söylendi:

- Siz sağlamca kapasanız da Vallahi ben siz gidince kapıyı açarım. Putlarınızı kırar paramparça ederim.

Puthane hizmetçilerinden birisi İbrahim'den bu sözü işitmişti:

- Bu çocuk delidir! Ne söylediğini bilmiyor..!

Önem vermeden gitti. O da bekçiler gözden kaybolunca put haneye gitti. Kapısını açtı. İçeri girdi. Elinde balta vardı. Putlara baktı önlerine türlü türlü yiyeceklerin konulmuş olduğunu gördü. Kâfirlerin âdeti şu idi ki bayram için ne yiyecek pişirirlerse büyük puta ondan bir pay ayırırlardı. Her putun önüne de o yemeklerden biraz koyarlardı. Sonra o yiyecekleri alarak:

-İlâhlarımızın bakışı ile bereketlenmiştir derlerdi.

Onları saklar kendileri yerlerdi. İbrahim baltası elinde putlara şöyle seslendi:

- Niçin bu yiyecekleri yemiyorsunuz? Niçin cevap vermiyorsunuz? Söylesenize! Ama doğru! Yiyemezsiniz! O halde bu halka nasıl ilâhlık edersiniz? Dedi.

Baltayı sağ eline aldı. Putlara saldırdı. Balta ile kiminin başını kırdı. Kiminin ayağını kesti. Kimini belinden ikiye ayırdı. Kiminin başını ikiye böldü. Kimisini de yüzüstü bıraktı. Büyük puta ise ilişmedi. Onu altın bir tahtın üstüne oturtmuşlardı. Türlü mücevherlerle de o putu süslemişlerdi. Baltayı onun boynuna astı. Sonra dışarı çıktı. Kapıyı bekçilerin kapadığı gibi kapadı. Dışarıda oturdu bekledi.

Put hane hizmetçileri geldiği zaman o hali görünce şaşırıp kaldılar. Feryada başladılar. Hemen o saatte gidip 'Nemrut'a haber verdiler:

- Putlar kırılmış! Dediler.

Nemrut hemen yerinden fırladı. Put haneye geldi. O hali görünce şaşırıp kaldı. Ve:

"Dediler ki: 'Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zalimlerdendir.'" (ENBİYA/59)

Nemrut hizmetçilere kızdı:

- Bunu yapan kim ise onu bulup getirin! Dedi.

İbrahim'in: “Siz gidin. Ben de putlarınızı kırarım!” dediğini işiten bekçi Nemrut'a:

- İbrahim adlı bir gençten putlarınızı ben kıracağım! Diye söylendiğini işittik dedi.

Nemrut:

- İbrahim'i bana getirin! Eğer bu söz doğru ise işitenler tanıklık etsinler! Ben onun cezasını veririm! Dedi. Nitekim Kuran şöyle der:

"Dediler ki: 'Onu insanların gözleri önüne getirin. Umulur ki onlar şahitlik ederler." (ENBİYA/61)

Nemrut ne kadar kâfir ise de iki kişi tanıklık etmeyince hüküm vermezdi. Hem de şöyle düşündü:

- Bu genç Vezir'in oğludur. Suçlu değilse cezalandırmayalım.

İbrahim'i getirdiler.

"Dediler ki: 'Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrahim?'" (ENBİYA/62)

İbrahim:

"Bilakis onların büyüğü bunu yaptı. Şayet konuşabilirlerse onlara sorun." (ENBİYA/63)

Dedi. Sonra şöyle ilave etti:

- Onlar söyleyemeyecek olursa o büyük puta sorun! Bu işi niçin yaptığını söylesin!

"Sonra başlarını çevirdiler. 'Sen gerçekten bilirsin ki bunlar konuşamazlar!'"  (ENBİYA/65)

Dediler. İbrahim bu sözleri işitince şöyle dedi:

- Bu putlar mademki konuşamaz bunu biliyorsunuz o halde kimseye fayda ve zarar veremeyecek şeyleri niçin İlah ediniyorsunuz?

O zaman putları kıranın İbrahim olduğu anlaşıldı. Nemrut:

- Bunu cezalandırın işkence edin! Dedi.

Bundan sonra da İbrahim peygamberliğini açığa vurdu. Halkı Hakka çağırdı. Babil’liler İbrahim'e:

- Atamızın anamızın dinini bırakmamızı mı istiyorsun? Dediler. O da:

- Ana ve atalarınız da sizin gibi sapkınlık içindedirler. Çünkü öyle bir şeye tapıyorlar ki onlara ne faydası ne de zararı vardır! Nitekim Allah(c.c) şöyle buyurur:

"Biz bu delillerimizi kavmine karşı İbrahim'e verdik. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Muhakkak senin Rabbin Hakim'dir Alim'dir." (ENAM/83)

Ve yine Allah(c.c) şöyle buyurmuştur:

"Onun kavmi onunla mücadele etti. (İbrahim) dedi ki: 'Allah beni doğru yola iletti. Siz O'nun hakkında benimle mücadele mi ediyorsunuz? Ben O'na şirk koştuğunuz şeylerden korkmuyorum ancak Rabbimin dilemesi müstesna. Benim Rabbim ilmiyle her şeyi kuşatmıştır düşünmüyor musunuz?'"  (ENAM/80)

Nemrut İbrahim'e:

- Senin İlahın ne yapıyor ki bende onu yapayım? Dedi. Nitekim Allah(c.c) şöyle buyurur:

"Allah'ın kendisine mülk verdiği o kimseyi görmedin mi? Ki o İbrahim'le Rabbi konusunda mücadele ediyordu. İbrahim dediği zaman benim Rabbim O ki diriltir ve öldürür. (Nemrut) dedi ki: 'Ben de diriltir ve öldürürüm.'" (BAKARA/258)

Nemrut zindandan iki kişi getirtti. Birisini öldürttü:

- İşte dedi. Diriyi öldürdüm!

Sonra ötekisinin ellerini çözdürdü:

- İşte ölüyü de dirilttim! Çünkü elleri bağlı olan öldürülecek kimseydi. Şimdi onu bağışladım salıverdim. Böylece ona hayat verdim! Dedi. Bunun üzerine İbrahim Nemrut'a tekrar şöyle hitap etti:

".İbrahim dedi ki: 'Muhakkak benim Rabbim Güneşi doğudan getiriyor sen de onu batıdan getir.' (Bunun üzerine) o Hakkı örten şaşırdı. Muhakkak Allah zalim kavmi hidayete erdirmez. " (BAKARA/258)

Nemrut buna cevap veremedi sustu. O cebbar Nemrut'un dili sanki tutuldu. İbrahim bundan sonra yine halkı İslam'a çağırdı. Fakat hiç kimse olumlu cevap vermedi. Çünkü Nemrut'tan korkuyorlardı. Nemrut:

- İbrahim'i bir eve kapatınız! Dedi.

Bir kapalı yere İbrahim'i kapattılar bekçiler koydular. Elini ayağını sağlamca bağladılar. Halktan insaflı merhametli kimseler onun yanına görmeye gelirlerdi. O da onları İslam'a davet ederdi.

İbrahim o hapishanede bu şekilde bir süre kaldı. Bir süre sonra babası Azer öldü. Nemrut'ta İbrahim'e işkence etmeye ve öldürmeye niyetlendi. Bu nedenle de ateşe atmaya karar verdiler ve şöyle dediler:

"Şayet yapacaksanız onu(İbrahim'i) yakın! Ve ilahlarınıza yardım edin!"  (ENBİYA/68)

Sonra Nemrut'un emrince yüksek bir yer yapıldı. Ateş yakılacak yeri çevirdiler. Nitekim Allah şöyle buyurur:

"'(İbrahim) için bir bina yapın da onu ateşe atın!' dediler." (SAFFAT/97)

Ateşin çevre duvarı yapılıp- tamamlanınca Nemrut emretti. Ateş için odunlar taşındı. Oraya odun götürmek için odun yüklenen develer odunların İbrahim'i yakmak için taşındığını bildiklerinden sırtlarındaki yükü yere düşürürlerdi götürmek istemezlerdi. Bundan ötürü İbrahim onlara hayır duada bulunurdu. Ancak katır hırsla ve gönülden odun taşımıştı. İbrahim katırlara lanet etti. Bu odunlar bir yıl boyu taşındı. İbrahim'in ateşe atılacağının bütün ülkede bilinmesi ve halkın orada hazır bulunması için iş uzatıldı. Beli bükülmüş ihtiyarlar hastalar sürüne sürüne giderler dağdan sırtlarında birer ikişer odun getirirlerdi.

Bizde bir hayırda bulunalım. İlahlarımıza yardım edelim. Onların düşmanını ateşte yakalım derlerdi. Bu yolda bir yıl tamamlanınca odunlar bir dağ gibi yığıldı. Sonra bu odunlar ateşe verildi. Öyle bir yanış yandı ki alevleri gökyüzünü sardı. Daha sonra İbrahim'i zincirlerle bağlı olduğu halde o ateşe atmaya getirdiler. Nemrut halkı onu görünce sevindiler. İbrahim'i sevenler ise gizli gizli ağlaşır Allah'a yalvarırlardı.

İbrahim'in ateşe atılmasına gelince sıcaklığından ötürü kimse yanaşamadı. Ne kadar çalıştılarsa onu ateşe atamadılar. Aciz kaldılar. Şeytan İbrahim'in ateşe atılamadığını görünce hemen kendisini önemli bir kimse şekline soktu. Önemli bir insan havasında Nemrut'un karşısına geçti.

Nemrut ona:

- Sen kimsin ne kişisin? Diye sordu. Şeytan:

- İşittim ki şu büyücü kimseyi ateşe atmak istemiş atamamışsınız. Sana onu ateşe atmanın yolunu göstermeye geldim dedi. Nemrut:

- Yöntemin nedir söyle bakalım! Dedi. Şeytan:

- O'nu mancınıklarla atın! Diyerek Nemrut'a mancınığın yapılmasını öğretti.

Mancınık yapılınca Nemrut emretti İbrahim'i zincirlerle bağlı olarak getirdiler. Mancınığa koyup atmak istediler. Lâkin mancınıkla da atamadılar.

Tekrar aciz kalınca yine Şeytan işe karıştı ve şöyle dedi:

- Bir erkekle bir kız kardeş burada çiftleşmeli ki bunu ateşe atabilesiniz!

Nemrut onun dediği gibi biri kız biri erkek iki kardeş buldurttu. Açıkta çiftleştirdi. İbrahim sonra mancınığın içine konuldu ve ateşe atıldı. İbrahim mancınıktan fırlatılınca havada ateşe doğru ilerlemeye başladı.

Allah(c.c) Cebrail'e emretti:

- Yetiş! İbrahim havadayken tut! Ona: "Ben Cebrail'im de! Benim yapabileceğim bir dileğin var mı? Diye sor" dedi.

Cebrail hemen o anda İbrahim'e yetişti:

- Ey İbrahim! dedi. Ben Cebrail'im! Allah'ın emriyle sana geldim. Benden ne dilersen dile! Dedi. İbrahim:

- Benim dileğim Allah’a dır sana değildir. Ben O'nun kuluyum! Ateşte O'nundur! Nasıl dilerse öyle yapsın! Dedi.

İbrahim Allah'tan başka kimseden yardım dilemeyerek: “Ben sadece Allah'tan yardım isterim.” dediği için Allah ona "Halilim" (dostum)dedi ve adı "Halilullah"(Allah'ın dostu) oldu.

Allah(c.c.) o zaman ateşe şöyle emretti:

"Biz söyledik: 'Ey ateş İbrahim'in üzerine soğuk ve selâmet ol!'" (ENBİYA/69)

Ve İbrahim ateşin ortasına düşünce ateş dört yana çekildi. Ateşin ortasında bir yer açıldı. Güzel bir pınar çıktı. Çevresi yeşillendi. O da geldi pınarın yanına oturdu. Ayağındaki zincir bağları çözüldü.

Nemrut yüksek bir saray yaptırmıştı. O sarayın üstüne ağaçtan yüksek bir sedir yapılmasını emretti. O yüksek yere çıkarak ateşi görmek istedi. Hem de şöyle dedi:

- İbrahim'in ateş içindeki halini göreyim! Acaba yanıp kavruldu mu?

Nemrut ateşin içine baktı. Ateş ortasında pınarı ve yeşilliği gördü. İbrahim'de sağ olarak pınarın yanında oturuyordu. Nemrut bu hal karşısında şaşırdı kaldı.

- Ey İbrahim! Diye bağırdı. İbrahim'de:

-  Ey Allanın düşmanı! Ne diyorsun? Diye cevap verdi. Nemrut:

- Bu ateşi senin için kim böyle yaptı? Diye sordu. O da:

- Ateşi Yaratan! Dedi. Nemrut:

- O Yaratanın hakkı için ateşin içinden dışarı çık. Seni göreyim! Dedi.

İbrahim kalktı. Ateşin içinde yürüdü. Nereye
ayakbastıysa o yerdeki ateş sönüyor orası çimenlik oluyordu. Bu suretle İbrahim dışarı çıktı durdu. Nemrut:

- Ey İbrahim! Sana ne söyleyeyim! Senin yüce bir Rabbin varmış. Şimdi dileğim senin Rabbine konukluk etmektir! Dedi. İbrahim:

- Benim Rabbimin konukluğa ihtiyacı yoktur. Dedi. Nemrut:

- Ben onu konuklasam gerek! Dedi. Bin at bin deve koyun sığır ve kuşları; yani sultanları konuklamaya yarar şeyleri getirdiler. Hepsini İbrahim'in Rabbine karşı kurban ettiler. Ancak Allah hiç birisini kabul etmedi.

Nemrut kurbanın kabul edilmediğini anlayınca İbrahim karşısında mahcup oldu. Bu utançla İbrahim'in yüzüne bakamadı. Üç gün sarayına kapandı. Nemrut halkın kendisinden yüz çevirmesinden korktuğu için sabırsızlandı. Saraydan dışarı çıktı hemen adamlarını dört bir yana mektuplar yazarak yolladı:

- Çabucak ordular gönderin! Tamamen silahlansınlar. Gök Tanrısı ile savaş etsem gerek! Dedi.

Yüz bine yakın talimli asker Nemrut'un önünde toplandı. Sonra Melek Nemrut'un yanına varıp:

- Ey zavallı senin gibi bir biçareye asker ne gerek! Yüce Allah yarattığı en küçük bir kuluna emrederse seni de askerini de yok eder!" Dedi. Yüzünü göğe yöneltti:

- Yarabbi Sen bu tağutun neler söylediğini bilirsin. Bunun helakini sana havale ediyorum! Dedi.

Yüce Allah yaratıklarının en zayıfı olan sivrisinek ordusuna emretti. Akın akın geldiler. Nemrut ordusundaki askerin yüzlerine gözlerine üşüştüler. Sivrisineğin çokluğundan askerler birbirlerini görmezlerdi. Her adamı ve atını ısırdığında acısı dayanılmaz olurdu. Bu acıyla hayvanlar şaha kalkar canının acısından askerleri yerlere fırlatırdı. Böylece bu zalim ordu perişan oldu.

Nemrut yapayalnız kaldı. Kaçıp sarayına girdi. Kapıları sağlamca kapattı. O beladan kurtuldum sandı. Fakat Yüce Allah sineklerin en zayıfına emretti. Öyle ki bir gözü kör bir ayağı topaldı. Baca deliğinden içeri girmiş Nemrut'un dizi üstüne konmuştu. O onu tutup öldürmek istedi. Sinek uçtu yüzüne kondu. O da onu yüzünden kovmak istedi. Sinek yine uçtu onun burnunun içine girdi. Oradan beyninin içine kadar yürüdü. Azar azar beynini kemirmeğe başladı.

Nemrut iki eliyle yüzüne gözüne vuruyor acısını bir parça dindirmek istiyordu. Sinek ona o kadar işkence ediyordu ki, ne zaman başını sallasa, sineğin kemirişi diniyordu. O da, o zaman rahat ediyordu. Eğer başına bir şeylerle vurmazlarsa sineğin beynini yemesi yine devam ediyordu. O zaman Nemrut'un feryadı göklere çıkıyordu.

Sonunda başına vuracak bir görevli gerekti. Tokmaklar hazırlandı. Nemrut'un yakınlarından nöbetle onun başına vuracak kişiler görevlendirildi. Nemrut hafif vurandan darılır kuvvetli vurandan memnun olurdu. İşte kendisini "tanrılaştıran" ve kendi çağının en büyük krallığının başındaki zalimin akıbeti!

Kaynak: Tarih-i Taberi Çev. M. Faruk Gürtunca C.1 Sağlam Yy İstanbul.

Hz. NUH'UN GEMİSİ BUHAR KAZANLIMIYDI?


Ebu Hayyan, tefsirinde Hasen'den rivayetle "tennur"un "gemide suyun toplandığı yer" olduğunu nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor.

Görülüyor ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin bazı noktaları yukarıda arz ettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir. Rivayetlerdeki bu ayrıntılar da görüldükten sonra biz şimdi hakkıyla diyebiliriz ki, tennurun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel değildir. Cumhurun ocak olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet arasında çelişki de yoktur.

Harf-i tarif ile "ettennur" buyurulması, bunun gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Ayı zamanda Hz. Nuh'a ait bir tennur olması da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir mucizesidir. "Keşşaf" sahibinin, sarahatle belirttiği üzere, âyette gayesi yukarıdaki fiiline müteallik olup, mânâ demek olduğundan, tennurun feveranı gemideki yapım işinin sona ermesi, yükleme ve hareket emrinin de başlangıcı ve şartı olarak gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde bulundurulursa, tennurun feveranı gemiyi harekete geçiren kuvvetin kendisini ifade ettiği anlaşılır.

Bu günkü söylenişi ile "nihayet emrimiz gelip gemi ateşlendiği vakit" demek olur. Ve bunda tennur ve feveran kelimeleri gerçek anlamda kullanıldığı ve âyetin bu mânâda gayet zahir olduğu da şüphesizdir. Şu halde nassta hakikat anlamını ve zahiri bırakıp da te'vil aramaya hiç de sebep yoktur. Geminin yapımı tamam olup "fayrap" haline gelmesi, ilâhî emir olan tufanın başlayacağına bir alâmet olmasına da engel olan bir durum değildir.

Âyetin bu zahirine karşı, "O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?" gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir. Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya "Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!" âyetinde de ifade buyrulduğu gibi, Allah'ın vahyi ile ve yine O'nun gözetiminde yapmıştır.

Her çiftten iki tane, yani erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane ki, bunun miktarını Allah bilir, gemiye alınmıştır. Bu kadar canlıyı alabilen ve bunlarla beraber Hz. Nuh'un bir oğlunun dışında bütün aile fertlerini ve az da kavminden kendisine iman etmiş olanları, gerek insanlar, gerek diğer hayvanlar için gerekli olan yiyecekleri dahi yüklenerek, dağlar gibi dalgalar içinde akıp giden bir geminin harikulade bir gemi olması ve bunun basit bir yelkenli gemi gibi düşünülmemesi gerekiyor. "O devirde böyle bir gemi yapılabilir miydi?" sorusuna karşılık, "Öyle fırtınalı ve dalgalı bir tufanda bu kadar yükü küçük bir yelkenli taşıyabilir mi?" sorusuyla cevap vermek gerekir. (Yazı akılcı ve mantıklı geldi. Yazarını bulamadım. Aldığım site; 

http://www.forum.medineweb.net/nuhun-gemisinin-kazani-t3557.html?s=f2df4e4c612a81b18c0fe8b2f9094a4d&


BU GÖRÜŞÜN KARŞISINDA;

 
Hz. Nuh’un gemisi konusunda Köksoy’un söyledikleri Kur’an ayetlerine ters düşer, Kamer/13 ayetinde geçen şu ifade “Biz Nuh’u çivilerle perçinli levhalardan oluşan gemiye bindirdik.”. Geminin o zamanki teknolojisine göre farklı şekilde olduğu ve hatta kavminin Nuh ile; “Bu kadar büyük levhalardan oluşmuş bir gemi Dicle ve Fırat’ta nasıl yüzecek” türünden alay geçildiği söylenir. Hz. Nuh “Gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap.”Hud/37. emrine göre yeni bir teknolojiye göre yeni mucizevi bir gemi inşa ediliyor.

Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır denilmesinden mucizevi olarak geminin dalgalar arasında girmesi kürek ve yelkenli ile olmayıp tamamen ilahi kudret boyunduruğu altındaydı. “Nihayet emrimiz gelip tandır kaynamaya başlayınca (fare’t-Tennur)(Hud/40) ifadesi insanın aklına buharlı gemi düşüncesini getirmektedir.

“Tennur” lügatte kapalı bir ocak  bir fırındır ki dilimize tandır olarak geçmiştir. Feveran kelimesi de biliniyor ki kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır. Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada yürü emri verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru görmemiş olanlar bunu anlayamazlar ve “acaba bu ocağın feveranı ne demektir bu olsa olsa bir işaret olacaktır.

Denilerek eleştirilmiştim.

Kutsal kitaplarda, Sümer ve Babil tabletlerinde tarif edilen gemi 2 – 3 katlı ve sağanak yağışlardan ve dalgalardan içine su almaması için üstü kapalı olarak yapılmıştır. Geminin bir kapısı ve bir de penceresi bulunmaktadır. Bu kadar büyük ve yükü ağır bir gemiye sağlamlık kazandırmak için tahta levhalar demir çivilerle perçinlenmiştir. Geminin tamamı içine su geçirmemesi için ziftle sıvanmıştır.

Gerçekten o günkü gemi yapım teknolojisinde bulunmayan bu özellikler nedeniyle Nuh kavmi yapılmakta olan bu gemi ile alay etmektedirler. Onun için bu geminin büyük bir mühendislik ve teknoloji harikası olduğu doğrudur. Kutsal kitaplar bu harika geminin yapılışının Allah’ın gözetimi altında ve vahiylere uygun olarak gerçekleştiğini yazmaktadırlar.

Ancak geminin bir buharlı gemi olduğunu iddia etmek bilimsel ve tarihsel gerçeklerle bağdaşmamaktadır. Bu ayeti incelediğim 20 kadar Kuran mealinde (Ahmet Tekin’inki hariç) Hiçbir Kur’an tefsircisi de böyle bir yorumda bulunmamıştır. Ünlü müfessirlerimizden elmalının orijinal tefsirinde de böyle bir bir yorum bulunmamakla birlikte Elmalı’nın başkaları tarafından sonradan basılmış olan tefsirinde metinde değişiklik yapılmış geminin kazanı kelimeleri eklenmiştir. Halbuki Elmalı’nın böyle bir yorumu yoktur. Bilimsel ahlaka uymayan bu eklenti Elmalı’ya ve Kur’an a yapılmış olan büyük bir haksızlıktır.

Tartışmanın ana kaynağı Tennur kelimesinin anlam farklılığından kaynaklanmaktadır. Tandır sözcüğü günümüzde tandır olarak bilinen bire tür ocaktır. Çoğu müfessirler bu sözcüğe ocak anlamı vermeden olduğu gibi tennür olarakkullanmışlardır. Çünkü tennür kelimesi yer yüzü, yerin yüzü anlamına da gelmektedir. Benim bu konuda en tatmin edici açıklama Muhammed Esed’in 2001 yılında yayınlanan KURAN MESAJI, meal tefsir isimli kitabının 431-432 sayfalarında yapmış olduğu açıklamayı aynen aşağıya aktarıyorum.

Lafzen yerin yüzü kaynayıp coşuncaya kadar (Fara’t- tennür) bu ibare kaynak olarak Talmut’ta ki menkıbelerden başka dayanağı olmayan çok sayıda çelişik, tutarsız yorumlara konu olmuştur.(Menar)

Ötekiler yanında en akla yakın açıklama İbn. Abbas ve İkrime’ye dayanarak Taberi Beğavi ve İbn. Kesir’in verdiğidir. Buna göre tennür(lafzen ocak/tandır)yerin yüzü, arzın sathı demektir. Razi de Arapların arzın yüzüne tennür dediklerinden söz eder. Kamus (sözlüğü) ise Tennür’ün anlamlarından birinin; “suyun kaynayıp fışkırdığı yer.” olduğunu kaydetmektedir Lügat olarak kaynayıp coştu, ya da taştı anlamına gelen fara fiili burada yer yüzünü kaplayıp sulara gark eden azgın su taşkınlarını, selleri dile getirmektedir.(İbn.Kesir)…

…Gelelim Nuh’un buharlı gemisine. Buharlı gemilerin icadı 19. yüzyılın başlangıcındadır. Ondan önceki bütün gemiler ya kürekli ya da yelkenlidir.Buharlı geminin icadından yaklaşık 5.000 yıl önce inşa edilmiş olan Nuh’un gemisinin buharlı gemi oluşu ne akla ne de bilime uygun değildir. Adeta bir deli saçmasıdır. Bunu Kur’an ayetlerinin yorumuna dayandırmak ise hem Kur’an a, hem de dine zarar verir. Dolayısıyla büyük bir günahtır.

Kur’an da sözü edilen tennür kelimesinin söz konusu ayette buhar kazanı anlamına gelmediği, bu kelimenin yeryüzü anlamına geldiği hususunda (Biri hariç) bütün müfessirler birleşmektedir. Diyanet işleri vakfının tefsiri de aynı yöndedir. Dolayısıyla benim Nuh’un gemisinin kürekli ve/veyayelkenli olabileceği konusundaki düşüncelerim Kur’an ayetlerine ters düşmemektedir. Buharlı gemi düşüncesini “tamamıyla Allah’ın kudretine” bağlamak ise ne kutsal kitaplara ne de bilime uygun düşmektedir. Eğer amaç Kur’an ı kutsal kitapları ve Allah’ı yüceltmekse bu gibi akıl ve bilim dışı yorumlar onları yüceltmez. Tam tersine okuyucuları yanlış duygulara yöneltir. Etmeyin yazıktır, günahtır. (Prof Mümin Köksoy- Nuh tufanı ve Sümerlerin kökeni-s/207-209)

(Kişisel düşüncem; Sn. Prof Dr. Mümin Köksoy hoca da haklı. ama tamamıyla Allah'ın kudretine bağlamak düşüncesi pek yanlış gelmiyor. Çünkü mucize olayı tüm peygamberler için de geçerli olmalı. Hz. Musa'nın asası, yedi beyza, Hz. İbrahim'in ateşten etkilenmemesi, Hz. Muhammed (AS) ın Kur'an mucizesi gibi durumlarda bilimle açıklanacak olaylar olmasa gerek. Geminin illâki bizim icat ettiğimiz buhar kazanı şeklinde de olması gerekmez. Zaten vahiy gözetiminde yapıldığı ifade ediliyor. Söylenecek tek şey Allahu alem her şeyin doğrusunu Allah bilir.)