26 Aralık 2013 Perşembe

EBABİL KUŞU NEDİR ÖZELLİKLERİ NELERDİR.



Ebabil kuşu nedir? Ebabil kuşu tüm yaşamı boyuca uçan ve sadece üremek ve yavru beslemek için yere inen kainatın en gizemli kuş türlerinden birisidir. Birçoğunuz aslında ebabil kuşlarını biliyorsunuz. Halk dilinde bu kuşlara baharın habercisi denilmektedir. Sanırım bunu söyledikten sonra yazımıza konu olan kuşların hangi kuş olduğunu daha iyi anlamışsınızdır. Gelin ebabil kuşlarının hayatına birlikte göz atalım.

Ebabil kuşları görünüş itibariyle kırlangıçlara benzer. Hatta birçok kişi ebabil kuşlarıyla kırlangıçları karıştırmaktadırlar. Ebabil kuşları yapısal olarak kırlangıçlardan daha itidir. Kanatları daha çatallı ve kuyrukları daha uzundur. Ayrıca kırlangıçlar uçarken kanat çırpar.

Ebabil kuşlarının temel özelliği ise kanat çırpmadan uçmalarıdır yani uçma işlemini süzülerek gerçekleştirirler. Ebabil kuşları çok nadir yere ayak basarlar. Eğer bir ebabil kuşunu yerde gördüyseniz ya yem yemek için yere inmiştir ya da kendisine bir yuva arıyordur. Ebabil kuşları yuva olarak yüksek binaların çatılarının köşe noktalarını seçer. Diğer kuşlara göre çok hızlı ve ürkektirler. Bir canlı kendilerinden ne kadar küçük olursa olsun her daim ondan kaçmaya çalışırlar. Bu özellikleri de kimi kuş severler tarafından bu kuşlara korkak kuş denilmesine neden olmuştur.

Ebabil kuşlarının ortalama yaşam süresi 20 yıldır. Herhangi bir hastalığa yakalanmama ve ya vurulmama durumda bu süre zarfında hayatlarını devam ettirebilirler. Ebabil kuşları çok keskin bir göz yapısına sahiptir. Gündüzleri onları uçarken havada görmek neredeyse imkansızdır. Çünkü çok yüksek uçup yiyecek ararlar. 
Bazı kişiler ebabil kuşlarının uyku ihtiyacını bile gökyüzünde gerçekleştirdiğini söylemekte. Ancak bu durumun kanıtlanmış bir verisi bulunmamaktadır. Ebabil kuşlarına rastlamak istiyorsanız geceleri özellikle ilkbahar akşamlarında gelen kuş seslerini takip etmenizi tavsiye ederiz. (mukaddertoprak sorgu sitesi)

EBREHE’NİN FİL İLE KÂBEYE SALDIRDIĞININ VE HELAK OLDUĞUNUN HİKAYESİ.



Rivayet edenler der ki; bu Ebrehe’nin fil ile Mekke’yi yıkmaya varması şundan ötürüydü;

Necaşi Ebrehe’den memnun kalınca Yemen ilinde onu padişahlıkta bıraktı. Ebrehe bu habere çok sevindi, yoksullara sadaka dağıttı, ihsanlarda bulundu, kurbanlar kesti. Her şehirde kiliseler yaptırdı. Kendisi San’a şehrinde Necaşi adına bir kilise kurdu ki o diyarda ondan büyük bir bina yapılmamıştı. Sayısız mallar altınla o kilisenin süslenmesine harcandı. Öyle bir bina yapılmıştı ki görenler şaşkına dönerlerdi, insanoğlunun eli ile yapılmamış sanırlardı. Bu kilisenin yapılması tam dört yıl sürdü, bina tamamlanınca o kilisenin adını Kaliç koydular. Bu kilisenin ünü bütün dünyada duyuldu.

Ebrehe Kiliseyi tamamladıktan sonra Necaşî’ye bir mektup yazdı; “Yüce yaradan padişahımızın gönlüne rahmet yağdırdı, benim suçumu bağışladı. Ben de onun bu iyiliğine karşı şükran ve minnet alâmeti olarak padişah adına bir kilise yaptırdım ki gök kubbe altında onun gibisini ondan güzelini kimse yaptırmış değildir.” Dedi ve kilisenin bir resmini bir kağıda nakşettirdi, Necaşî’ye gönderdi.

Necaşî resmi görünce çok sevindi, Ebrehe’ye “Aferin” dedi. “Benim de hayrım olsun bu kiliseye” diyerek nakşı için renkli boyalar, altınlar ve lâtif, göz alıcı mermerler yolladı. Ebrehe’ye de Bizans vari kaftanlar sundu. Sonra Necaşî’ye bir mektup yazıp dedi ki; “Yemen ilinde güvenilir bir adamın varmış, senin adına bir yapı bir kilise yapmış ki cihan da yoktur. İnsana bundan daha yüce bir Fahir mi olur. Oranın bir ibadetgâhı ve kilise olmalı ki orada yüce Allah’a ibadet edilmeli. Hele yer yüzünde onun bir eşi daha bulunmamalıdır. Yapılacak iş Ebrehe’ye saygı ve sevgi göstermen ve o ili tamamıyla ona vermendir.

Necaşî de bu mektuptan çok memnun olup sevindi, şâd oldu. Ebreh’ye br name yolladı. Ona taltif ve tazimde bulundu, kaftan ve taç gönderdi kendi hizmetinden azad etti, onu Yemen’in tahtına özgür padişah yaptı.

Ebrehe’de o sevinçle Necaşî’ye bir yazı yazdı, şöyle dedi;

“İşitiyorum ki Arap taifesinin Mekke’de taştan yapılmış bir yapıları, evleri varmış ki ona “Yüce Allah’ın evi” derlermiş, Yılda bir kez o evi ziyaret eder ve hacda bulunurlarmış ve o evde yüce Allah’a ibadet ederlermiş. Benim bu Yemen’de yaptığım kilise ise ondan 1.000 kez yektir, büyüktür. Ben de Yemen bölgesinde ki halka emredeyim ki bu kiliseye gelsinler, hac da bulunsunlar, tavaf etsinler, kurbanlar kessinler. Arap taifesi o hacceyledikleri evi tavaftan vazgeçsinler, bu kiliseyi hacca gelsinler. Ta ki padişahımın evi dünyaya yadigâr olsun. ve böyle bir öğünüş böyle bir Fahir ebedi kalsın.”

Necaşî’nin gönlü bu mektupla çok hoş oldu Sonra Ebrehe de Yemen ilinde Arap, Yahudi, Hıristiyanların hepsine o kilise de ibadet etmelerine hükümler yazdı……….

…..Ebrehe Mekke’nin üzerine yürümek ve Kâbe’yi yıkmak ve Kinane oğullarından bir kişiyi sağ bırakmamak düşüncesindeydi.

Araplar da bir kişiyi Yemen’e o kiliseyi görmesi için Ebrehe’nin yanına yolladılar. O kişi kiliseyi görmüş, seyre başlamıştı. Yemenliler onu görüp Hıristiyan olmadığını anlayarak; “ Sen ne kişisin Burada işin ne) dediler. O Mekke’li de; “BenArap taifesindenim, oraya Yemen meliki’nin bir kilise yaptırmış olduğu haberi geldi. Onu göreyim hem de Arapları hac etmek için buraya getireyim diye geldim. Dedi.

Bu haberi Ebrehe’ye bildirdiler. Ebrehe de; “ onu kiliseye alın her yerini ona gösterin, ona engel olmayın” dedi.

Arap vakta ki kilsienin içine girdi, orada bir şeyi gördü ki onu bütün ömründe görmemişti. Öyle lâtif resimler nakşolunmuş, öyle cevherle süslenmiş, hele o altın salipler ki kızıl yakutla ve incilerle zinetlenmiş olup altın zincirlerle asılmıştı. Süslenmesine o kadar çok mal harcanmıştı ki hesabı ve kararı hiçbir zaman hesap edilemezdi.

Mekke’li kişi kiliseyi böyle görünce şaşırdı kaldı. Sonra bir yerde durdu, çok ağladı gözyaşları döktü. Mabedin hizmetçilerinden izin diledi. “Beni bu gece burada bırakın, burada yatayım, ibadet edeyim.” Dedi. Onlarda izin verdiler. Oda kiliseyi sabaha kadar bomboş buldu. Büyük abdesti gelmiş ve necisini kilisenin mihrabına ve duvarlarına sürmüştü.

Sanah olunca bu kişi kapıcılardan izin istedi Kiliseden dışarı çıktı hemen o saat oradan kaçtı gitti. Yemen’li halk ibadet için kiliseye girince kilisenin içinin pislenmiş olduğunu gördüler. Hemen Ebrehe’ye haber verdiler.

O Arap ki buraya gelmişti kiliseye böyle böyle iş yapmış. Her halde Mekke halkı kilisemizi pislemek için bu kişiyi göndermiş olsalar gerek dediler.

Ebrehe bu haberi alınca kızdı; “Arapların o kutsal evini yıkmayınca ve viran etmeyince içini mırdarlıkla doldurmayınca geri dönmemeye yemin etti. Necaşî nin bir fili vardı Adı mamud’du he hangi orduda bulunursa o asker basılmaz, mağlup olmazdı, daima zafer kazanırdı Hem de Habeş ilinde ondan daha büyük, ondan daha gökçek daha güzel fik yoktu. Bütün filler ondan korkarlardı, ona daima yenik düşmüşlerdi. Habeş ülkesinde ne kadar fil varsa o mamud fili önlerinden yürür, öteki filler onun ardından yürürlerdi. Habeş fillerinde Ebrehe’nin 13 fili vardı ki onunla birlikte götürülmüşlerdi…….

…. Ebrehe’nin askerleri Mekke’ye yaklaşınca Mekke halkı toplandı. Mekke başkanı olan Abdulmuttalib’in önüne geldiler. O Muhammed Mustafa S.A.V) in dedesiydi. Ona; “Ya Abdülmuttalib dediler biz bu Ebrehe ile savaşamayız, işte geldi, Mekke’ye yetişti. Ne yapalım, nice edelim, halimiz nice olacaktır. Dediler.

Abdulmuttalib; “Yapılacak iş şudur Oğlumuzu ve kızımızı alalım, Mekke dağlarına dağılalım. Bu ev Yüce Allah’ın evidir, yine yüce Allah’a ısmarlayalım. O’nun gücü bizden artıktır. Gerekiyorsa evine düşmanları musallat etsin, onu yıktırsın. Gerekiyorsa onu saklasın. Düşmanı evinin üstünden kovsun hüküm onundur Ne dilerse onu işlesin. Dedi.

Onlar bu fikirde iken Ebrehe Mugammes’ten 5.000 er seçti, Mekke’nin üzerine gönderdi. Esved bin Matfur adında bir komutanı başlarına dikti ve ona; “Var Mekke’yi kuşat, dört yanını muhasara et, insandan hayvandan ne bulursan yakala, topla bana getir. Sakın Mekke’nin içine gireyim deme.

Esved Bin Matfur da Mekke’ye saldırdı. Attan deveden, koyundan, sığırdan ne buldu ise sürdü. Çobanlarını tutsak kıldı, hepsini Ebrehe’nin katına getirdi. Develerin arasında Abdulmuttalib’in de 200 devesi vardı.

Ebrehe; O çobanları ve tutsakları bana getirin dedi. Onlara;Mekke kavminin tedbirleri nedir diye sordu. Bizimle savaşa girişebilirler mi, yoksa aman mı dilerler diye sordu. Onlar da; Mekke kavminin tedbiri şehri padişaha teslim etmektir. Hiç cenk etmek niyetinde değiller. Abdulmuttalib onlara böyle öğüt vermiştir. Dediler.

Ebrehe’nin yanında  Hayyad adında Arap taifesinden bir bey vardı ona şu buyruğu verdi; “Hemen yürü var Mekke halkına şunları söyle;

Benim maksadım Mekke’lilerin kanlarını dökmek değildir. Benim buraya gelmekliğim bu evi yıkmak harap etmek içindir. Ben bu işi yapmaya and içmişimdir. Kendileri emin olsunlar, hiç korkmasınlar. Mallarından, davarlarından, oğullarından ve kızlarından ötürü korku duymasınlar.

Ebrehe bu buyruktan sonra da; Onların ulularını alş bana getir. Göreyim o ne sıfatta bir kişidir. Dedi. Hayyad Mekke’ye geldi Ebrehe’nin buyruğunu halka bildirdi Abdülmuttalib’i de aldı Ebrehe’nin katına getirdi. O gün bunların Ebrehe ordusuna getirilmesiyle akşam oldu. Ebrehe ile buluşulamadı. Abdülmuttalib o geceyi tutsak edilen Zünefer ve nüfeyl’in yanında geçirdi. Zünefer Abdülmuttalib’in dostu idi ona;Bana bir himmetin varmıdır ya Zünefer dedi. O da;

“ Benim elimde ne var ki ben bir tutsak kişiyim her  gün başımın korkusu içindeyim. Ebrehe’ye, ben bu sözü söyleyemem Ama şu fil bakıcıları ki ulu Mahmud adında ki filin hizmetkarlarıdırlar. Onlar padişahın sır sahipleridir Onların da bir büyükleri vardır, adına Enis derler, çok ta iyi kişidir. Hem de benim dostumdur. Ona senin halini ve Araplar içinde ki saygını Ebrehe’ye bildirmesini söyleyin. Ta ki Ebrehe de sana mertebene göre izzet ve saygı kılsın,dedi.

Abdülmuttalib çok ulu kişiydi halkı içinde ve bütün Arap taifesi arasında ondan daha saygın kişi yoktu. Çok ta öz ehliydi. Cömertlikte eşi benzeri yoktu. Ne zaman bir deve boğazlasa etini adem oğullarına üleştiridi. Devenin karnını bağırsaklarını dağlara taşıttırırdı Onları da kuşlara, yırtıcı hayvanlara  yedirirdi. Bundan ötürü onun bir lakabı da Mut’ıminnas-ı ves Siba yani insanları ve yırtıcı hayvanları tamlandırıcı demekti.

Zunefer o dostu olan Enis’i yanına çağırttı. Abdülmuttalib’i ona anlattı.

Sabah olunca Enis Abdülmuttalib’in kim olduğunu Ebrehe’ye bildirdi. Ebrehe de izin verdi Abdülmuttalib’i katına getirdiler. O da içeri girdi. Ebrehe tahtında oturmaktaydı Abdülmuttalib’i tahtının aşağısında oturmasına rıza göstermedi, tahtının üstünde kendi yanında oturmasına halktan çekindi hemen tahtından yere indi döşek üzerine oturdu.

Sonra Abdülmuttalib geldi Ebrehe ona izzetler ve saygılar gösterdi, yanına aldı, ona nazar kıldı. Boyunu posunu, şeklini ve şemailini yakından gördü, çok beğendi. Abdülmuttalib’in duru ve vakarı Ebrehe’ye çok hoş geldi, tercümanına;

Onunla konuş sözlerini duyayım dedi. Abdül muttalib konuşurken onun sözlerinde ki açıklığı ve muhabbeti yakından gördü. O zaman Kâbe’yi yıkmaya ve onun hürmetine gerek kâbeyi ve gerekse Mekke şehrini viran etmeye karar verdi.

Tercüman kişiye; “Sor bakalım bu kişi benden ne istiyor “dedi. “her ne diliyorsa onu şimdiden kabul eyledim”.

Bu sözleri tercüman Abdülmttalib’e bildirdi O da; “Dileğim şudur ki dünkü gün 200 devemi sürmüş götürmüşlerdi onları bana geri versinler.” Dedi.

Ebrehe Abdülmuttalib’den bu sözleri işitince üzüldü ve; “Ne yazık ki bu kişinin şekil ve şemailine göre aklı yokmuş, tedbiri kötüymüş. Ben kudret ve kuvvetimle bunların kâbesini yıkmaya geldim, dünyada bunların öğünüşü bu Kâbe iledir onu viran etmek kastımdı. Oysa ben umardım ki benden bu Kâbe’yi viran etmemekliğimi itsiye idi. Onun hatırı için onu yıkmayayım. Kâbe’yi ona bağışlayayım, askerlerimi geri döndürüp gideyim Kıyamete kadar da Kâbe’yi kurtarmak ona Fahir onur vereydi. Oysa o benden Kâbe’ye hizmeti bir yana bırakıp 200 devesini istiyor. Ey kişi ben bu Kâbe’yi sana bağışlayıp gitseydim senin nice 200 deve kazancın olurdu. Asıl gereklisini bilmiyorsun.” Dedi.

Tercüman bunları Abdülmuttalib’e söyledi Abdülmuttalib de şu cevabı verdi. “Bu ev benim değildir. Onun sahibi vardır ki evini saklamasını bilir. Benim korumama ihtiyacı yoktur. Dilerse saklasın dilerse yıktırsın benim bu arada sözüm yoktur. Ancak ben develerimi isterim. Melik; Hemen develerimi geri verilsin” dedi.

Ebrehe de buyurdu ki “Abdülmuttalib’e 200 devesini geri verin”. Develerini geri verdiler. O da develerini aldı sürüp Mekke’ye geldi. Abdülmuttalip o zaman Mekke halkına; “Varın dağılın, dağlara kaçın dedi Bu kutsal evi sahibine ısmarlayın, şehirden gidin.

Mekke halkı da karısını kızanını alıpMekke dağlarına kaçıp gittiler Abdülmttalib’de çocuklarını aldı Hira dağına gitti. Vakta ki o gün geldi, sabaha erildi Mina yakınında kondu Mekke’nin halinden haber sordu Ona;Halk dağıldı gitti, şehirde kimse kalmadı dediler. Ebrehe o zaman buyruk salarak;

“O mahmud filini ve öteki filleri Mekke’ye sürünüz Kâbe yıkılsın harab edilsin. Mekke şehrini de yıkınız” dedi. Ama kimseye ziyan verilmeden. Oradan gidilsin.

Mahmud fili Mekke’ye yönelince harem sınırına gelince bir adım daha adım atmadı, yerinde durdu. Ne kadar uğraşıp onu döğdüler, başına vurdularsa da çare olup ileri gitmedi. O durunca da öteki filler de yerlerinde durdular.

Sonra yüce Allah Ebabil kuşlarına emreyledi, deniz kıyısına indiler her birisi üçer parça balçık aldılar, ağırlıkları mercimek kadardı. İki tanesini iki ayağı ile bir tanesini de burunları ile götürüyorlardı. Hava boşluğunda Ebrehe’nin askerlerinin üstüne gelince Yüce Allah’ın emri ile Cehennemden bir parça yalın (ateş) belirdi, o balçık parçalarına dokundu onları taş haline getirdi. Ebabil kuşları da o taşlar henüz kızgın iken her taşı bir kâfirin tepesine bıraktılar. Bu taşlar o anda kime dokundu ise gövdesini ateş sardı, vücutları kabardı, etleri parça parça oldu, etleri yere döküldü.

Ebrehe’nin ordusu o hale geldi ki her asker kendi başının çaresine düştü, kimi öldü, kimisi dağıldı, kaçtı. Kaçanlarında kimisi yolda öldü, kimisi Yemen’e vardı orada öldü. Ancak başına taş düşmeyenler canlarını kurtarabilmişlerdi.

Ebrehe’nin de başına bir ebabil kuşu taşı indi. Gövdesi şişti Yemen’e gelinceye kadar acı çekti Oraya gelince gövdesi parça parça olarak can verdi. O filler yine geriye dönüp kaçtılar Onları Yüce Allah sakladı böylece selamet buldular kurtuldular.

Abdülmuttalib’e ve Mekke kavmine bu hal haber verildi yine hepsi Allah’ın evi olan Beytullah’a geldiler. Herkes yerli yerinde karar kıldı. Bu olaydan dolayıAbdulmyttalib’in Arap içinde hürmeti ve izzeti arttı. Kâbe’ninAllah’ın evi olduğu iyice bilinip anlaşıldı ki ona kötü niyette bulunanı Hak Teala helak eder. Bundan ötürü Abdulmuttalib’e manevi kazancı da bol oldu. (Tarih-i Taberi-Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi Cilt 2/531-540)

17 Aralık 2013 Salı

MALIN AFETLERİ



Malın Âfetleri; Bunlar da dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır: Dinî âfetler üç gruptur:
Birincisi; Günahlara sevk etmesidir. Çünkü şehvetler çok değişiktir. Âcizlik ve imkânsızlık bazen kişi ile günah arasına perde olarak gerilir. Nitekim 'bulmamak, masum kalmaktandır' denilmiştir. İnsanoğlu günahın bir çeşidinden ümitsiz olduğu zaman, artık ona karşı şehveti kabarmaz. Günaha muktedir olduğunu hissettiği zaman nefis kendisini dürter. Mal da kudretin bir çeşididir ve günaha davet edici karakteri insanı dürter. Eğer kişi onun isteğini yaparsa helâk olur. Eğer sabrederse, sıkıntıya girer; zira yapma gücü olduğu halde sabretmek daha zordur. Zenginlik fitnesi fakirlik fitnesinden daha büyüktür.
İkincisi; Mubahlara dalmaya (ve israfa kaçmaya) sürükler. Bu ise malın âfetlerinin başlangıcıdır. Bu bakımdan mal sahibinin arpa ekmeği yemeye, yamalı elbise giymeye, yemeklerin lezzetlilerini bırakmaya, Hz. Süleyman'ın (a.s) zenginliği terk ettiği gibi terk etmeye gücü ne zaman yetebilir?
Öyle ise mal sahibinin en güzel durumu (kendisine göre) dünya ile lezzetlenmek, nefsini buna alıştırmaktır. Öyle ki dünya ile lezzetlenmek, onun yanında normal bir âdet haline gelir. Dünya zevklerinden uzak duramayacak bir duruma gelir!
Dünyanın bir kısmı kendisini, diğer bir kısmına çeker. İnsan bu zevklere alıştığı zaman, bazen helâl kazanç ile bunlara ulaşma imkânından yoksun olur. Dolayısıyla şüphelilere dalar! Maddî durumunu düzeltip, dünya lezzetlerine nail olmak için riyakârlık, yağcılık, yalan, nifak ve diğer rezil şeylere yeltenir; zira malı çok olan bir kimsenin halka ihtiyacı çok olur. Halka ihtiyacı olan bir kimse ise, elbette onlara münafıklık yapmak, onların rızasını kazanmak için Allah'a isyan etmek mecburiyetinde kalır.
Eğer insan bilfiil lezzetlere başlamaktan ibaret olan birinci âfetten kurtulursa, bu ikinci âfetten kurtulamaz. Düşmanlık ve dostluk da halka olan ihtiyaçtan doğar. Bu ihtiyaçtan haset, kin, riya, gurur, yalan, kovuculuk, gıybet, kalp ve dile mahsus olan diğer günahlar neşet eder! Bu günahların diğer azalara sirayet etmesinden de insan kurtulamaz. Bütün bunlar malın uğursuzluğundan, onu korumak ve çoğaltmak ihtiyacından doğar.
Üçüncüsü; Öyle bir beladır ki hiç kimse bu beladan kurtulamaz, Şöyle ki, malı koruyup çoğaltmak insanoğlunu Allah'ın zikrinden alıkoyar. İnsanı Allah'ın zikrinden alıkoyan her şey zarardır ve bunun için de Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:
-Malda üç âfet vardır; biri helâlinden kazanmamaktır.
-Helâlinden kazanırsa diğer âfet nedir?
-Hakkı olmayan yere sarf etmektir!
-Hakkı olan yere sarf edilirse diğer âfet nedir?
-Bu takdirde de malı korumak ve geliştirmek kendisini
Allah'ın zikrinden alıkoyar!
İşte müzmin hastalık budur. Çünkü ibâdetlerin temeli, beyni ve sırrı Allah'ın zikrini ve azametini düşünmektir. Bu ise, her şey den boş olan bir kalp ister. Gayri menkulün sahibi ise sabah akşam çiftçi ile mücadele edeceğini, hesaba tutulacağını, ortaklarla münakaşa edeceğini, su ve sınır meselelerinde münazaa edeceğini, vergi hususunda devlet memurlarıyla uğraşacağını, tamirde ücretlilerin kusur gösterdiği şeyler hususunda münakaşaya tutuşacağını, çiftçilerin hainlik yapıp çaldıkları için, onlarla mücadele edeceğini düşünür.
Ticaret sahibi, ortağının hıyanetini kârı kendisine alacağını, çalışmaktaki kusurluluğunu ve malı zayi edeceğini düşünür. Koyun sahibi de bunun gibi şeyler düşünür. Diğer mal sahipleri de bu tür şeyler düşünür.
Oysa insanoğlunun düşüncesi, parayı nereye sarf edeceği nasıl koruyacağı, birisi ona muttali olursa ne olacağı ve halkın oradan tamahlarını nasıl keseceği hususunda durmadan düşünür. Dünya için düşünmenin sonu gelmez. Günlük nafakasını bulan bir kimse, bütün bunlardan emin ve salimdir.
İşte dünyevî âfetlerin özeti bunlardır. Hele mal sahiplerinin dünyada çektikleri korku, üzüntü, gam; haset edicileri defetmek hususundaki yorgunluk, malın kazanılması korunması hususundaki zorluklar da cabası! Onlarda durum bu iken, malın panzehiri; nafakasını ondan almak, kalanını hayrat yollarına sarf etmektir. Bundan başkası zehir ve âfettir. Allah Teâlâ'nın selâmetini, lütuf ve keremiyle güzel yardımını talep ediyoruz. Allah her şeye kâdirdir. (İ. Gazali- İhya)