29 Ekim 2008 Çarşamba

HEY GİDİ 29 EKİM NE HALE GELDİN..!

29 ekimle ilgili geçmişte yaşanmış olan bayramları ve yaşananları yazmaya karar vermiştim. Acaba benim gibi düşünen varmı diye internette sörf’e çıktım. İnanın benim ifade edeceğimden daha güzel yazılar buldum. Editörlerim izin verirlerse kısa kısa paylaşmak istiyorum.

29 Ekim’i eskilere sorduğunuzda size şöyle anlatırlar.

“Cumhuriyet bayramına katılan her bir esnaf, traktör römorku veya bir kamyon karoseri üstünde sanatlarının veya verdikleri hizmetlerin tüm özelliklerini yansıtacak tertip ve etkinliklerle törende yer alırlardı. Bu arada ürettikleri veya hazır alıp da sattıkları ürünlerini törene katılanlara ve onları izlemeye gelen halka atmak suretiyle dağıtırlardı.
Mesela şekerciler bir taraftan pişmaniye çekerken diğer taraftan da halka karamela veya kâğıtlara sarılmış akide şekeri ve çikolata atarlar, kabzımal ve manavlar ise mevsim meyvelerinden ve sebzelerinden, bakkallarda sattıkları her çeşit maldan önceden küçük kesekâğıdı veya külahlara koyup hazırladıkları örnekleri fırlatırlardı, berberler koltuğa oturan birinin sakalını ustura ile tıraş eder, terzi esnafından bir veya bir kaçı makine da dikiş dikerken diğer birisi arkadaşına elbise provası yapardı.
Bugün için iyice önemini kaybeden bakırcı esnafı kendi imalatları olan bakır malzemelerle süsledikleri römork veya araç karoserlerinde çekiçle, önlerinde kabı döverler, kalaycılar araç üzerine kurdukları düzenle bir taraftan körük yardımıyla ateşi devamlı canlı tutar diğer yandan da, bakır kapları kalaylardı. Tenekeci ve sobacılar, odun sobası ve boru imal ederler, yorgancı, semerci ve eğerciler iğne, iplik ve çuvaldızları ile ellerindeki işlerini tören sırasında tamamlama gayreti içerisinde olurlardı.
Zafer, Kurtuluş ve Cumhuriyet bayramlarında, gün boyu hatta hava karardıktan sonraki, eski belediye binası önünde davul ve zurnalar çalar, bazıları da cadde üzerine oynarlardı. Biraz ileride de kemençe eşliğinde durmaksızın horon teperlerdi. Tabiî ki her ikisinde çok sayıda seyircileri olurdu. Akşamları, fener alayı, iki büyük araç karoserinde tertiplenmiş olarak, marşlar eşliğinde caddelerde dolaşır ve halkta onları büyük bir ilgi ve coşkuyla izlerdi.”(1)

“Bir başka olurdu Cumhuriyet bayramı; Şehirde taklar kurulurdu, çiçeklerle bezenir bayraklarla süslenirdi taklar ve şehir. Bütün esnaf kuruluşları demirciler, terziler, marangozlar, tamirciler, berberler diğer başka sanatkârlar bir kamyon kasasına veya traktör römorkuna kendi işler ile tezgâh ve takımları yerleştirir bayramda resmigeçide katılırlardı.İlin, ilçenin, kasabanın bütün okul çocukları okullarıyla birlikte katılırlar, ailelerde çocuklarını bayramda geçit törenlerinde görmek için bayram kutlanan yerlere akın akın gelirlerdi. Askerler.ve izcilerin apayrı bir yürüyüşleri vardı. Komutlar sert bando harika marşlar çalardı. Marşlı yürüyüşlerde duygulu ve coşkulu anlar yaşanırdı, tüylerimiz diken,diken olurdu. Askerlik şube başkanı, Vali, Belediye başkanı bir jipin üzerinde öğrencileri ve halkı selamlar bayramımızı kutlarlardı. Bu arada belediye hoparlörlerinden kahramanlık türküleri ve marşlar gün boyu çalardı.

Ya gece fener alayı 'Annem beni yetiştirdi'' Eskişehir,Eskişehir yalçın kaya sarp yeri'' marşlarıyla askerlerin ellerinde yanan meşaleler arkalarında biz çocuklar marşlarla büyük bir coşkuyla şehrin ana caddelerinde bayramı kutlardık.
Uzun yıllar köylerde öğretmenlik yaptım. En büyük ve mutlu bayram Cumhuriyet bayramı idi. Bu bayramın çok iyi bir şekilde kutlanması için elimizden gelen her şeyi yapar bayram günü Cumhuriyetin kuruluşunu canlandırır,marşlarla milli oyunlarla,kahramanlık şiirleriyle bayramı kutlardık. Bayramın gecesi de elimizdeki olanaklarla Kurtuluş savaşından bir bölümün canlandırıldığı tiyatro gösterileri hazırlardık. Bu arada şehirlerde her evde ve dükkânlarda bir bayrak asılı olurdu. Kısaca bayram gibi bir bayram kutlardık.”(2)

Özünden kaybetmemesi için anlatılanları bölmek istemedim. Ancak görünen o ki, değişen dünya içinde savrulduğumuz bir gerçek.
Peki kaybettiklerimiz kazandıklarımızı karşılıyor mu?
Bugün bir tık ile Cumhuriyet Bayramı hakkında sayısız doküman, bilgi elde ediyoruz. Peki o eskinin çocukları kadar hazmedebiliyor muyuz bu gerçeği?
“Canım, onlar yaşamışlar, tabii ki önemserler.” diyeniniz çıkarsa diye söyleyeyim. Bahsedilen bayram kutlamalarına katılan o çocuklar kurtuluş savaşı görmüş kişiler değiller. Hayatlarında Anıtkabir görmemiş, Nutuk okumamış, ama toplumun kenetlendiği o cumhuriyet özünü sindirmiş çocuklardı onlar.
Bununla birlikte Hasan Cemal’in de yazısında belirttiği gibi bazı korkularımız da kemikleşmiş. Mesela;
“85 yıllık bir yanlışı daha var Cumhuriyet devletinin.Bu da laiklikle ilgili.Bunca yıl öylesine militan bir laiklik tarifinde inat etti, öylesine laiklik uygulamalarının altına imza attı ki, demokrasilerde vazgeçilmez olan bazı bireysel hak ve özgürlükleri çiğnedi.Bir başka deyişle:Türkiye Cumhuriyeti Devleti, geçen 85 yılda, 'Kürt meselesi'nin yanına bir de 'Laiklik sorunu'nu koydu. Türkiye'nin 'bölünmez bütünlüğü'nü korumaktan söz ede ede, 'irtica'yla mücadele diye diye birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletine kapıyı kapattı bu ülkede...Bugün de kapatmaya çalışıyor.Çünkü 'demokrasi'den korkuyor.Hukuk'tan korkuyor.”(3)

İşte Bürokraside konumlarını muhafaza zihniyetinin ortaya çıkardığı korku ve hukuksuzluk örnekleri, halkı Bayramlardan, Demokrasiden soğuttu, uzaklaştırdı.
Bugüne gelince aynı olayları yaşamış iki farklı ülke çıkıyor ortaya. Öyle ki;

A - 29 Ekim: Türk’ün gücünü dünyaya kanıtladığı büyük gün.
B - 29 Ekim: Çarşamba günü.

A - Cumhuriyet Bayramı: Tüm dikta, himaye, sömürge hatta monarşi rejimlerini silip attığımız gerçeğini bize hatırlatan bayram.
B - Cumhuriyet Bayramı: Tatil

A - Bayram Gösterisi: Coşkumuzla tüm şehri inletelim. Sesimiz gavur elinden duyulsun.
B - Bayram Gösterisi: Bırak uyuyayım biraz. Tatil zamanı gösteri mi olur ya!

A - Şehir Yürüyüşü: Herkes gelsin, herkes yürüsün.
B - Şehri Yürüyüşü: Sakın gitme bak, provokatör vardır şimdi orada, durduk yere fişlenmeyesin.

A - Fener Alayı: Bir bütün etrafında kenetlendiğimizin göstergesi…
B - Fener Alayı: Bizim Fener mi? Hani futbol falan?

Az şey bilip, her şeye değer veren bir toplumdan, çok şey bilip hiçbir şeye değer vermeyen bir topluma doğru koşar adımlarla…! Ey güzel yurdum insanı; o kadar hızlı koşma, bak. Cüzdanını düşürdün. İçinde kimliğin vardı!

Hepinizin Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun.


Kaynak;
(1) http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/VolkanSenel_IzmitteCumhuriyet.aspx


(2) http://forum.haber.gen.tr/turkiye-gundemi/cumhuriyet-bayramimiz-kutlu-olsun-88748.html

(3) http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1009131

fotoğraf ; resimde.net/ataturk-resimleri/ataturk-resimleri

16 Ekim 2008 Perşembe

İNSANIN YARATILIŞ MACERASI


Bir evrimdir tutturuluyor. Doğru, bir evrim var ancak ileri doğru mükemmele doğru değil; tam tersi geriye, bozuluma, doğru bir evrim. Bakın bence işin doğrusunu yazayım da, sonra neye inanacağınıza siz karar verin.

İnsan dediğimiz varlık yani biz, ilk yaratıldığında mükemmel olarak yaratılmış ve en üstün konumdaydık. (Çünkü ilk yaratılan Resulallah’ın nuru idi. Tüm yaratılanlar onun nurundan yaratılmıştır.) Bugünkü gibi sadece beş duyusu ile değil, basiret dediğimiz kalp gözü açık, eskilerin müşahede dediği diğer yakın boyutları da algılayabilecek yetenekteydik. Dolayısı ile hem akla, hem ruha sahip olan insan, yöneldiği her şeyin aslını idrak ediyor, yani kaynağının Allah olduğu idraki içinde dilediğince bir cennet hayatı sürebiliyordu. Henüz inanç kavramına gerek olmadığı için sorumluluk yoktu, dolayısıyla ibadetler falan da yoktu.

Ancak nefsine düşkün, aceleci ve bencil özellikleri de kendisinde olan insan, Yaratıcısının kendisine sunduğu özgürce yaşama, karar alabilme gücünü sistemin gereği gibi değil, nefsinin istekleri doğrultusunda kullanmaya yöneldi. Kendini bağımsız bir birey ve üstün görme güdüsü ile tüm vaktini ve ilgisini dünya ve kendi hayatına yöneltti. Giderek daha önce bizzat görebildiği fiilleri oluşturan sebepleri ve yaşam sürecinin ölüm ötesi aşamasını unuttu. Tıpkı hayvanlar gibi yaşamın sadece dünya boyutu olduğu zannını benimsedi. Çünkü hem beslenme zincirinin en üst basamağında yaratılmış, hem de kendisini engelleyecek bir neden kalmamıştı.
İşte zaman, çevre ve program gereği algılama düzeyi doğal olarak beş duyu seviyesine geriledi. Çünkü biyolojik beyindeki algılama sinir merkezlerinin, kullanılmazsa körelip kapanacağını düşünemedi. Artık fiilleri meydana getiren sebepleri bizzat görerek değil, aklını, zekasını, vehim hayal gücünü kullanarak çözme zorunda kaldı.

Algıladığı şeylerin aslını görerek idrak edebilme yeteneğini kaybederken vehim ve hayal yetenekleri gelişme gösterdi. Artık insan oğlunun tek rehberi akıl, hayal gücü, zeka yetenekleri haline geldi.

Fakat ne yazık ki bu, Allah’tan kopma ve uzaklaşma diyebileceğimiz sonucu meydana getirdi.Yani sadece madde boyutu ile sınırlı, son derece yetersiz algılama konumuna düştü. Halbuki madde evrenini meydana getiren yaşatan idame ettiren bir üst boyuttu. Üstelik ölüm değişiminden sonra yaşayacağı yer de orası olduğu halde bu gerçeği fark edebilmekten uzak kaldı. Eğer insan aklına onun Allah’tan gelme bir nimet ölçüsünde bakıp onu her an harekete geçirenin Allah olduğunu görseydi bu basiret içinde insanın dönüşü Allah’a olur, aklından ve diğer şeylerden bir bakıma koparak kendisinden alınan müşahedeye tekrar mazhar olabilirdi.
Ahmed Hulusi Üstadın dediği gibi artık sistemi okuyamayan insan bir nevi gözleri bağlı gibi son derece kısıtlı bir ortamda yaşamaya başladı.
Zaman geçtikçe problemlerini çözmek için kullandığı aklına dört elle sarıldı. Kendinden çıkıp yine kendine döndüğü için kendini daha özgür bağımsız ve güçlü hissetmeye başladı. Doğal olarak bu onda benlik duygusu, üstünlük duygusu yarattı. Çok inandığı güvendiği akıl yeteneği artık madde ötesinin verilerini değerlendiremediği sadece beş duyusu ile algılayabildiklerini kullanabildiği için ruhsal durumu giderek zayıfladı daha çok hata yapmaya başladı.

Artık Allah’ın cennet ve cehennemi cin ve insanlarla doldurma vaadinin gerçekleşmesi için gereken ortam oluşmuştu. Bir tarafta kullanmayı unutmuş olmasına rağmen son derece yetenekli, akıllı, zeki, ben diyip başka bir şey demeyen insan, diğer tarafta çok zeki ve nefsi çok güçlü dumansız ateşten (radyasyon ışını) yaratılmış cin.

Allah kendisinin halifesi olarak en güçlü ve en yetenekli olduğunu bildiği insana tabi olunmasını emretti. Fakat artık son derece basit, zayıf, çok kolay etkilenebilir hale gelmiş insana itaat etmek, onun üstünlüğünü tanımayı cin tayfasına ters geldi, kabul etmedi. Çünkü insanı diledikleri gibi yönlendirebiliyorlar, oyuncak gibi onlarla oynayabiliyorlardı.

İşte Allah, insanın salt aklına güvendiği için onun doğru yoldan sapacağını biliyordu. Çünkü insanın aklı vahyle desteklenmediği sürece sadece beş duyu dediğimiz duyu organlarımızla algıladığımız şeylere dayanarak çalışır. Yani somut verilerden başkasını kullanamaz. Basiret görüşü kapandığı için madde ötesi artık onun için soyut konuma düşmüştü. Bu bir yerde çok kapsamlı bir bilgisayarı, semt pazarında hesap makinesi olarak kullanmaya benzer.

Kaybetmiş gibi görünen insanı yeniden eski gücünü elde edebilmenin yolunu göstermek, öğretmek için peygamberlik sistemini devreye soktu. İnanç sistemi de böylece doğmuş oldu.

Artık gelişmek, üstün olmak isteyen insan Yaratıcının varlığını kabul edip benimsemek, gönderdiği uyarıcılara inanıp güvenerek gereken çalışmaları yaptıkları oranda istediklerine kavuşacaklardı. Kibire kapılanlar, İnanmayıp yapmayanlar veya inandıklarını zannederek yanlış yapanlar, ölüm ötesi yaşamda ikinci sınıf canlı olma konumuna düşeceklerdi ki, bu onlar için cehennemi bir hayat anlamına geliyordu. Bunu günümüzdeki insanla at, eşek, inek, koyun gibi kıyaslayabilirsiniz. Düşünsenize bir filin akıl ve idrak gücü olsaydı sahip olduğu güçle insana itaat edermiydi? İşin acıklı tarafı ölüm ötesinde de insanın akıl ve idrak melekesi olduğu halde, güçsüzlüğünden dolayı ikinci sınıf muamelesi gördüğünde duyacağı pişmanlık ve acıyı düşüne biliyor musunuz?

İnsanların bu güne kadarki bu yaratılış sürecini başından sonuna kadar incelersek yazdığımız bu senaryoyu destekleyecek beyanları bilgileri bulabiliriz. Ulaşabileceğimiz sonuç, günümüz insanının ilk yaratılış haline göre kıyaslanamayacak şekilde bozulmuş olduğudur. Zaten bunu Allah Resul’ü de açıkça beyan ediyor;

Hz. Ebu Hureyre R.A. anlatıyor: Resülullah (S.A.V.) buyurdular ki: "İyi hurmalar adilerinden ayıklandığı gibi siz de ayıklanacaksınız. İyileriniz gidecek, kötüleriniz kalacak. O devirde elinizden gelirse hemen ölün.”(Tabii bu intihar edin anlamına değil, bu şekilde yaşamaktansa, ölümün bile daha ehven olacağı anlamınadır.)

Ziyâd İbnu Lebîd R.A. anlatıyor: "Resülullah (S.A.V.)bir şey anlatarak: "İşte bu şey, ilmin gitme anlarında olur" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resûl’ü! Bizler Kurân’ı okur olduğumuz, evlatlarımıza da okuttuğumuz, evlatlarımız da kendi evlatlarına okutur olacakları halde ilim nasıl gider?" dedim. Resulallah; "Anasız kalasıca Ziyâd! Ben seni, Medine'nin en fakihlerinden biri bilirdim. Şu, Yahudi ve Hıristiyanlar, kitapları olan Tevrat ve İncil'i okudukları halde onların içinde bulunanlarla amel ediyorlar mı?" buyurdular.

Yeniden günümüze dönersek yukarıda yazılanlar gerçekleşmiş durumda olduğunu, insan oğlunun da 150-200 yıl önce kullanmaya başladığı elektrik enerjisini kullanarak geliştirdiği alet edavata bakıp kendini çok yükseklerde gördüğüne şahit oluyoruz. Hayalinde bir senaryo geliştirerek insanın tek hücreli canlılardan evrim geçire geçire bu günlere geldiğini düşünmek istiyor. Böylece şu an en üstün konumda olduğuna inanmak istiyor.

Bir an elektrik enerjisinin üretilemeyeceğini yani 150 – 200 yıl önceki zamanlarda olduğu gibi elektriksiz bir yaşamı düşünün. Hayal bile edemiyoruz değil mi? Halbuki elektrik enerjisini yaratan da O, insanın hizmetine sunan da O.

Bir an elektrik enerjisinin üretilemediğini düşünün. Ne bileyim, mesela uzayda birbirine çarparak parçalanmış galaksilerden yayılan ışınımlar dünyaya ulaştığında sanki bir süreliğine elektriğin oluşamadığını ancak biyolojik yaşamdaki kısmın kaldığını hayal edin. Tıpkı 200 yıl önceki zamanlardaki gibi. Ne hale gelir insanlık, teknoloji ve hayat?

Bunun olup olamayacağını bilemem ama, bildiğim şey insan oğlunun bugünkü hali bana ceviz kırmak için bir dal parçası kullanan maymunun kendini çok zeki ve müthiş zannetmesi ile eşdeğer anlama geliyor. Bana sorarsanız hiç riske girmeden Allah’a ve onun uyarılarına uymak için elimizden geleni yapalım derim; hani Hz Ali ile ilgili menkıbeyi duymuşsunuzdur;

Bir gün Hz. Ali Efendimiz, namaz kılmış giderken müşriklerden biriyle karşılaşır. Müşrik Hz. Ali’ye şöyle der:- Ya Ali! Şu sizin halinize bakıyorum da, Ahiret var diye namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz; Cennet var, Cehennem var diyorsunuz... Ben bunların hiç birine inanmıyorum. Hem aramızda ne fark var, sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum. Sizin bu kadar çabanız nedir?

Hz. Ali cevap verir;- Ey Filan! Farz et ki, öldükten sonra dirilmek yok. Farz et ki senin dediğin gibi dirilmek yok. Senin dediğin çıkarsa, o zaman ben bu yaptıklarımdan ne kaybederim? Namaz kılmam, oruç tutmam imanım ve inancım gereği yaptığım, beni de rahatlatan ibadetlerimdir. Bundan dünyada hiçbir zarar görmüyorum. Ahirette bir zararım olur mu, ne dersin?Adam biraz düşündükten sonra;
- Hayır, olmaz. Der.
Hz. Ali o zaman;- Ya ahiret varsa! Ki var. O zaman ey filan, o zaman senin halin nice olur? Ömrünü puta tapmakla geçiren ihtiyar müşrik, uzun uzun, düşünmeye başlar. Sonunda Hz. Ali’ye dönerek;- Ya Ali! Evet ya varsa? Der! Ya sizin dediğiniz gibiyse! O vakit benim halim nice olur? der ve derhal iman eder.

Demem o ki vakit geçirmeden biz de bir şeyler yaparak hiç değilse kıyısından köşesinden tutunup kendimizi kurtaralım. Yoksa halimiz harap.

Allahın selamı ve muhabbeti herkesin üzerine olsun.

Her şey gönlünüzce olsun.
Kaynaklar:1 - El İbriz2 - Ahmed Hulusi'nin eserleri3 - Kütüb-ü Sitte (Hadisler)

İRADEMİZ KAPANIN ELİNDE


İnsan olarak en öğündüğümüz vasıflarımızdan biride özgürce kullandığımızı savunduğumuz irade yeteneğimizdir öyle değil mi. Gelin bugün özgür irademizden bahsedelim.

İrade; İnsanın arzu ve isteklerinin bir şeyi yapma veya yapmamayı tercih etme, seçebilme gücüdür, yeteneğidir. Kişiden kişiye göre azalan çoğalan oranda kullanılır biliyorsunuz. Hem de ne kullanma…!

İnsanın akla gelen her türlü işlevi için gerekli olan güç anlamına geliyor. Yani öz benliğinin ayrı istekleri vardır, genlerinden gelen mizaç dediğimiz içgüdülerinin istek ve ihtiyaçları vardır, Beden olarak hormonsal salgılarının talep ettiği istek ve ihtiyaçlar vardır.

İsterseniz önce insan dediğimiz varlığın profilini bir çizelim. Sahip olduğumuz bazen istemli, bazen istemsiz istek ve ihtiyaç kaynaklarının tespitini yapalım.
İnsanın öz benliği, “Ben” dediğimiz, "Bilinç" dediğimiz kimliğimiz vardır. Bu kimliğimizi ve kendine has isteklerini "nefs" adı altında tanımlıyoruz. Kendine has istekleri her zaman en başta olmak, en iyilere sahip olmak(en zengin olmak, en iyi yemekleri yemek, en güzel kadın/erkek e sahip olmak, en.. en…en..lere sahip olmak)(1) Tüm bu sonsuz isteklerini elde etmek için irade gücüne ihtiyacı vardır.
Ruh- Bilinç bedenimiz; Yani ruhumuz. Onun sahip olduğu vasıflar; Hayal gücü, düşünme, ezberleme, hatırlama, vehim(Zannetme), karar verme, tercih edebilme(İrade), aklı kullanabilme, kalp gözü-basiretle görme, hissedebilme, sevinme, üzüntü, acı çekme gibi özelliklerdir.(2) Gücü, kapasitesi sonsuzdur ancak onların dünya yaşamı süresince biriktirebildiği ilim ve sevap enerjisi dediğimiz pozitif enerjisi ile etkinleştirebildiği kadarını kullanabilecektir. Bir başka deyişle madde boyutunda gerçekleştirdiği her davranışın sonuçlarını görecek, yaşayacak olan bedenimizdir.(3)
Madde beden; Madde olarak bedenin, beyin dışında fazla bir önemi yoktur. Bilindiği gibi madde, atomlardan, atomlar nötron-nötrünolar, kuark, kuant, parçacıklar, onlar da elektro manyetik enerji cinslerinin yoğunlaşması ile meydana gelen bir yapıdır. Aynı boyut içinde devinim halinde seyrine devam eder. Yalnız beyin, hem biyolojik bedenimizin hareket ve kontrolünü sağlaması, hem de 5 duyu dediğimiz giriş üniteleri ile bilgi ve enerji kazanımlarını ruha yüklemesi açısından önemi büyüktür. Vücut ona enerji sağlamak için vardır.

Madde bedenimizin istek ve ihtiyaçlarını iki kategoride toplayabiliriz.
1 – Mizaç, yani otonom sinir sisteminin özelliği olan ve iç salgı bezlerinin az veya çok çalışması gibi kalıtımla gelen fizyolojik özelliklerinden kaynaklanan davranışlar. (Çabuk kızmak, soğuk kanlılık, sıcak kanlılık, saldırganlık, kin vs. gibi.)
2 – Şehvet; yani cinsellik, yemek, içmek, uyumak gibi bedenin genellikle istemsiz olarak ihtiyaçlarını temin etme davranışlarıdır.
Bu özellikler tüm biyolojik canlılarda ortaktır.

Mizaçtan kaynaklanan istekler sert, kural tanımaz, kavgacı karakterdedir. Ancak Akıl dediğimiz Ruh-bilincimizin kullanabildiği yetenekle frenlenebilir. Akıl ise ancak ilim ve bilgi ile ikna olması halinde veya şartlanma ile bloke edilmiş ise müdahale eder. Bir başka deyişle sözünü dinletebilir.

Şehvetten kaynaklanan istekler, arsız, onursuz, yüzsüz, sırnaşık, şımarık karakterdedir. Fakat kontrol altına alınması daha kolay, gücü mizaca göre daha azdır. Buna karşılık iradeye en çok ihtiyaç duyan ve kullanan kaynaktır.
Görüldüğü gibi İrade dediğimiz yeteneğimizi kullanan, yönlendiren etken, Ruh- bilince sahip kimliğimiz değil, Biyolojik bedenin kendi yaşam döngüsünü devam ettirmek için kullandığı mizaç ve şehvettir. Halbuki Ruh-Bilinç kimliğimizin gelişimi için kendisine tahsis edilmiş araç konumunda olması gerekiyordu değil mi? Ama Maalesef.

Bu konuda İ. Gazali Hz. diyor ki; “Sendeki bu sıfatlar, sana hakim olup seni kendilerine esir yaparak kendi hizmetinde çalıştırmak için mi yaratılmıştır. Yoksa vaki olan yolculuğunda sana angarya olmak, sana binek hayvanı ve silah olmak için mi yaratılmıştır… O halde bunların hepsini bilmen lazımdır.” Ne kadar doğru değil mi?(4)

Görünen o ki gerek bilgisizliğimiz, gerek eğitimsizliğimiz yüzünden benliğimize ait irade gücümüz, içgüdüler ve hormonsal salgıların esiri olmuş. Acı ve kederle sonuçlanacak davranışların sorumluluğu da Ruh-Bilincimize kalmış konumdadır. Tıpkı bir arabaya binmişsiniz, direksiyonu ise kucağınızdaki 3 yaşındaki durdan sustan anlamayan, haşarı çocuğunuz kullanıyor ve siz de bunun doğru bir davranış şekli olduğunu düşünüyorsunuz. Birisini ezdiğinizde, kaza yaptığınızda kim zararlı çıkar? Kim suçlanır. Tabiî ki siz. Kimseyi ikna edemezsiniz arabayı çocuğum kullanıyordu, araba arızalıydı, öyle olmasını istememiştim diye.

İşte İrademiz, Ruhsal gelişmemizi sağlayacak davranışlar (sevap kazanmak, pozitif enerji edinmek) yerine mizaç ve şehvetin güdümünde işlev yaptığı için günümüzde en çok özlemini çektiğimiz, iyilik, dürüstlük, fedakarlık, sevgi, saygı gibi davranış biçimlerinin artık görülememesi, anlık görülse bile çabucak kaybolması ve gösterildiğinde karşılık beklenmesi, başa kakılması, minnet yaratması nedeniyle insanları tatmin etmiyor. Ruhumuz gıdasız kalıyor. İçimiz kararıyor. Üstelik bu durum sadece dünya yaşamıyla sınırlı kalmayıp ölüm ötesine geçildiğinde artık telafi edilemeyecek hale geleceği de kesin. Tek sebebi de insanlığın tercih ettiği yaşam biçimi, yaşam felsefesidir.

Üç beş kişiye hava atacağım, üstün olacağım, güçlü olacağım, en zengin ben olmalıyım, en iyi yemeği ben yemeliyim, en güzel / yakışıklı, kadın / erkek benim olmalı, ne pahasına olursa olsun istiyorum diye tepinmenin nelere mal olacağının farkında mısınız?

Her şey gönlünüzce olsun.

(1) Şems/ 7-10; (..Nefse ve onu düzenleyene sonra da ona bozukluğunu (sınır tanımayan günah ve kötülüğe olan düşkünlüğünü) ve (ondan) korunmasını ilham eyleyene ki, gerçek felah bulmuştur onu temizlikle parlatan ve ziyan etmiştir onu kirletip gömen.)
(2) İ.Gazali Hz. İhya.
(3) Nahl/111; (O gün ki herkes nefsi için mücadele ederek gelir. Her nefse işlemiş olduğu amel tamamıyla ödenir ve hiç birine zulmedilmez.)
(4) İ.Gazali Hz. Kimya-yı saadet