12 Aralık 2008 Cuma

EKSPRES CAMİ, EKSPRES İMAM İSTİYORUM.


Ben ekspres CAMİ istiyorum arkadaş. Çünkü ibadetlerden biri var ki camiye gitmeye zorunluyum.

Evet Cuma namazından bahsediyorum.
Cuma namazının ibadet etmekten ziyade bir ayin törenine dönüştürülmüş olmasından rahatsız oluyorum.

Camilere yapılan atamalara, camideki vaizlerin konuşmalarına biz cemaatin herhangi bir müdahale, karışma, istememe yetkisi yoktur bunu biliyorsunuz. En ufak bir eleştiri getirdiğinizde dine karşı çıkılıyor imajı verilerek susturulur. LAİK…L bir devlet olduğumuz için devletimizin kurduğu Diyanet işleri başkanlığından idare edilir.

Engelleyemiyorum. Yapmayın diyemiyorum. Çünkü devlet memuru.
Geçtiğimiz Cuma (27 kasım) artık boğazıma geldi. İstiyorum arkadaş..!
Cuma namazına zorunlu gelişimiz, söylediklerini kendisi bile dinlemeyen vaizler için değil.

Sonuna kadar açılan hoparlör ile kulaklarımızı da zorlamak için de değil.
Öyle olsaydı soğuk havada bile millet iç ezan okununcaya kadar dışarıda vakit geçirmezdi.

Hutbenin süresi iki rekatlık süreyi geçmemesi gerekirken seremoni kısmı hariç 22 dakika hutbe adı altında konferans dinlemezdik. Namazı da hutbeyi de kısa tutun kolaylaştırın, zorlaştırmayın sözünü sanki Stalin, Lenin söylemiş gibi aksini yapıyorlar.

Kısa tutulabileceğini de aynı gün gördüm. Kılınan farzdan sonra imam efendi 10 rekat sünnetlerin tamamını 8 dakika kıldı çünkü. Fakat namaz sonunda tekrar sıra kendisine geldiğinde bir 6 dakika daha dua faslı ilave etmeyi de ihmal etmedi.

İmam efendi sanki siyasetçiler gibi mikrofonu eline geçirdiğinde kendinden geçti. Tamam normal kadrolu imam değildi, ama beni ilgilendirmez. Vakti çalınan, haksızlığa uğrayan benim. Çoğunlukla da buna yakın süreler yaşanıyor. Bu sefer bir 20 dakika daha uzadığı için dayanamadım artık.

Şimdi söyleyebilir misiniz bu bir namaz ibadeti midir, yoksa bir ayin mi?
Ben ayine katılmak istemiyorum.

Diğer namazlarda da camiye gelinmesi önemle tavsiye edildiği halde aynı nedenle gitmiyorum, gitmek istemiyorum. Cumaya da zorunlu olduğu için geliyorum onu da pişman etmeyin lütfen.

Ekspres cami uygulamasına geçmek çok kolay..!
Büyük merkez camilerin dışında kalanları ekspres cami haline getirin.
Tek yapılması gereken o camilerde sessizliği hakim kılmak. İnsanlara o ulvi huzuru, içsel sessizliği duymalarını sağlamak. Namaz ibadet anları dışında hoparlörü açmayı yasaklamak. Meskun sahada klakson çalmamak gibi. Resulallah döneminde nasıl kısa olarak kılınıp hafif tutuluyorsa orada öyle olmasını sağlamak.

Tamam büyük merkez camiler, Vaiz, imam, müezzinlerin ayin uygulama alanı olsun. İstedikleri gibi davransınlar. Merkezi yayınla da her camiye bağlansınlar. İsteyen de onlara katılsın itirazım yok. Ama günümüzde teknoloji her şeyi o kadar kolaylaştırdı ki isteyen istediği anda istediği her bilgiye ulaşabiliyor. Diğer camilere gelenlere emrivaki yaparak bunları dinlemek zorundasınız şeklinde davranılmasın. İsteyene Kur’an, isteyene konferans, isteyene sohbet dinletisi sunabilme imkanı var. Çok rahat bu imkan kullanılabilir. Kablosuz bir kulaklık ve bilgisayar yeterli. Yaparsınız çeşit çeşit yüklemenizi, vakti müsait olan, isteyen istediğini seçer. huzur içinde dinler.

Bilgisayar ve kulaklıklar nasıl alınacak derseniz çok kızarım. Senede bir ay ara sıra belki kullanılacak bir klima sistemi için cemaate 87 milyar ödettirebildiğinize göre 3 – 5 milyara mal olacak bu sistem hiçte zor olmasa gerek.

İşi olan var, hasta olan var, sıkıntılı olan var, zikir için gelen var.
İmam ve vaiz efendiler konuşma zevklerini tatmin edecekler, maaşlarını hak edecekler diye kimseyi camiden soğutmaya hakkınız yok.

Vaazların da bilimsel hiçbir değeri yok. Eğitimciler bilirler, tek başına monolog bir konuşma şeklinde yapılan eğitim, EN AZ ETKİLİ olan, VERİMSİZ olan eğitimdir.(1) Üstelik hiçbir güncel bilimle, konularla ilgisi olmayan yüzlerce yıl önceki şekli ile söylendiği de cabası

6 – 7 yıl önce Balıkesir’de bir caminin müezzininin ezan okuma özürlü olduğu için hiç değilse çıplak kendi sesiyle mikrofonsuz minareye çıkıp okumasını müftülükten talep ettiğimizde, kardeşim o devlet memuru görevini yapması engellenemez. Hoşunuza gitmiyorsa kulaklarınızı tıkayın diye ağzımızın payını almıştık. Neyse sonra tek yerden okunmaya geçildi de kurtulmuştuk.

Şimdi de burada nasıl kurtulabileceğimi bilmiyorum. Aklına bir çözüm gelen varsa yazsın lütfen. Çünkü bu yazının da önemseneceğini dikkate alınacağını sanmıyorum. Camiye gidilmesi zorunlu. Ama camiler diyanetin, devletin memurlarının elinde. Çaresiz kaldım Allah’ım medet..!

3 – 5 arkadaş bir yerde kendimiz kılsak tarikat toplantısı yapıyorlar diye polise ihbar edilmesinden çekiniyorum.

Camileri yapan halkın kendisi.
Camilerin maddi ihtiyaçlarını takip eden de cami derneği.
Yapımı bitmeden yapan halka sorulmadan dilediğiniz gibi el koyup istediğiniz kişiyi atayıp benim dediğim olacak, istediğimi yaparım. Bunun adı laikliktir zihniyetinden gına geldi. Atananlarda bir iş yapıyor olmak için ibadet törenleştiriliyor, bir ayine çevriliyor.

Ben ayin yapmak istemiyorum.

Bahsettiğim Cuma ezanın okunması ile, yani saat 12:15 olarak başlayan namazdan ancak 13.20 olarak çıkabildim.

Kendi adıma çalınan vaktimi helal etmiyorum.
Beğenmiyorsan gelme kardeşim diyemezsiniz. Çünkü Allah emri olduğu için geliyorum. Gelmek zorundayım. Yoksa sizi görmek söylediklerinizi dinlemek için değil.

Bana istediğinizi söyleyin, inançsız deyin, zındık deyin vallahi de billahi de hiç birinizin maaşında gözüm yok. Ama hiç değilse halkı, beni, benim gibi olanları rahat bırakın.
Bir çözüm bulunabilir inşallah.

Herkese hayırlı Cumalar.


Kaynak;
Leyla Küçükahmet, Öğretimde Planlama ve Değerlendirme

29 Ekim 2008 Çarşamba

HEY GİDİ 29 EKİM NE HALE GELDİN..!

29 ekimle ilgili geçmişte yaşanmış olan bayramları ve yaşananları yazmaya karar vermiştim. Acaba benim gibi düşünen varmı diye internette sörf’e çıktım. İnanın benim ifade edeceğimden daha güzel yazılar buldum. Editörlerim izin verirlerse kısa kısa paylaşmak istiyorum.

29 Ekim’i eskilere sorduğunuzda size şöyle anlatırlar.

“Cumhuriyet bayramına katılan her bir esnaf, traktör römorku veya bir kamyon karoseri üstünde sanatlarının veya verdikleri hizmetlerin tüm özelliklerini yansıtacak tertip ve etkinliklerle törende yer alırlardı. Bu arada ürettikleri veya hazır alıp da sattıkları ürünlerini törene katılanlara ve onları izlemeye gelen halka atmak suretiyle dağıtırlardı.
Mesela şekerciler bir taraftan pişmaniye çekerken diğer taraftan da halka karamela veya kâğıtlara sarılmış akide şekeri ve çikolata atarlar, kabzımal ve manavlar ise mevsim meyvelerinden ve sebzelerinden, bakkallarda sattıkları her çeşit maldan önceden küçük kesekâğıdı veya külahlara koyup hazırladıkları örnekleri fırlatırlardı, berberler koltuğa oturan birinin sakalını ustura ile tıraş eder, terzi esnafından bir veya bir kaçı makine da dikiş dikerken diğer birisi arkadaşına elbise provası yapardı.
Bugün için iyice önemini kaybeden bakırcı esnafı kendi imalatları olan bakır malzemelerle süsledikleri römork veya araç karoserlerinde çekiçle, önlerinde kabı döverler, kalaycılar araç üzerine kurdukları düzenle bir taraftan körük yardımıyla ateşi devamlı canlı tutar diğer yandan da, bakır kapları kalaylardı. Tenekeci ve sobacılar, odun sobası ve boru imal ederler, yorgancı, semerci ve eğerciler iğne, iplik ve çuvaldızları ile ellerindeki işlerini tören sırasında tamamlama gayreti içerisinde olurlardı.
Zafer, Kurtuluş ve Cumhuriyet bayramlarında, gün boyu hatta hava karardıktan sonraki, eski belediye binası önünde davul ve zurnalar çalar, bazıları da cadde üzerine oynarlardı. Biraz ileride de kemençe eşliğinde durmaksızın horon teperlerdi. Tabiî ki her ikisinde çok sayıda seyircileri olurdu. Akşamları, fener alayı, iki büyük araç karoserinde tertiplenmiş olarak, marşlar eşliğinde caddelerde dolaşır ve halkta onları büyük bir ilgi ve coşkuyla izlerdi.”(1)

“Bir başka olurdu Cumhuriyet bayramı; Şehirde taklar kurulurdu, çiçeklerle bezenir bayraklarla süslenirdi taklar ve şehir. Bütün esnaf kuruluşları demirciler, terziler, marangozlar, tamirciler, berberler diğer başka sanatkârlar bir kamyon kasasına veya traktör römorkuna kendi işler ile tezgâh ve takımları yerleştirir bayramda resmigeçide katılırlardı.İlin, ilçenin, kasabanın bütün okul çocukları okullarıyla birlikte katılırlar, ailelerde çocuklarını bayramda geçit törenlerinde görmek için bayram kutlanan yerlere akın akın gelirlerdi. Askerler.ve izcilerin apayrı bir yürüyüşleri vardı. Komutlar sert bando harika marşlar çalardı. Marşlı yürüyüşlerde duygulu ve coşkulu anlar yaşanırdı, tüylerimiz diken,diken olurdu. Askerlik şube başkanı, Vali, Belediye başkanı bir jipin üzerinde öğrencileri ve halkı selamlar bayramımızı kutlarlardı. Bu arada belediye hoparlörlerinden kahramanlık türküleri ve marşlar gün boyu çalardı.

Ya gece fener alayı 'Annem beni yetiştirdi'' Eskişehir,Eskişehir yalçın kaya sarp yeri'' marşlarıyla askerlerin ellerinde yanan meşaleler arkalarında biz çocuklar marşlarla büyük bir coşkuyla şehrin ana caddelerinde bayramı kutlardık.
Uzun yıllar köylerde öğretmenlik yaptım. En büyük ve mutlu bayram Cumhuriyet bayramı idi. Bu bayramın çok iyi bir şekilde kutlanması için elimizden gelen her şeyi yapar bayram günü Cumhuriyetin kuruluşunu canlandırır,marşlarla milli oyunlarla,kahramanlık şiirleriyle bayramı kutlardık. Bayramın gecesi de elimizdeki olanaklarla Kurtuluş savaşından bir bölümün canlandırıldığı tiyatro gösterileri hazırlardık. Bu arada şehirlerde her evde ve dükkânlarda bir bayrak asılı olurdu. Kısaca bayram gibi bir bayram kutlardık.”(2)

Özünden kaybetmemesi için anlatılanları bölmek istemedim. Ancak görünen o ki, değişen dünya içinde savrulduğumuz bir gerçek.
Peki kaybettiklerimiz kazandıklarımızı karşılıyor mu?
Bugün bir tık ile Cumhuriyet Bayramı hakkında sayısız doküman, bilgi elde ediyoruz. Peki o eskinin çocukları kadar hazmedebiliyor muyuz bu gerçeği?
“Canım, onlar yaşamışlar, tabii ki önemserler.” diyeniniz çıkarsa diye söyleyeyim. Bahsedilen bayram kutlamalarına katılan o çocuklar kurtuluş savaşı görmüş kişiler değiller. Hayatlarında Anıtkabir görmemiş, Nutuk okumamış, ama toplumun kenetlendiği o cumhuriyet özünü sindirmiş çocuklardı onlar.
Bununla birlikte Hasan Cemal’in de yazısında belirttiği gibi bazı korkularımız da kemikleşmiş. Mesela;
“85 yıllık bir yanlışı daha var Cumhuriyet devletinin.Bu da laiklikle ilgili.Bunca yıl öylesine militan bir laiklik tarifinde inat etti, öylesine laiklik uygulamalarının altına imza attı ki, demokrasilerde vazgeçilmez olan bazı bireysel hak ve özgürlükleri çiğnedi.Bir başka deyişle:Türkiye Cumhuriyeti Devleti, geçen 85 yılda, 'Kürt meselesi'nin yanına bir de 'Laiklik sorunu'nu koydu. Türkiye'nin 'bölünmez bütünlüğü'nü korumaktan söz ede ede, 'irtica'yla mücadele diye diye birinci sınıf demokrasi ve hukuk devletine kapıyı kapattı bu ülkede...Bugün de kapatmaya çalışıyor.Çünkü 'demokrasi'den korkuyor.Hukuk'tan korkuyor.”(3)

İşte Bürokraside konumlarını muhafaza zihniyetinin ortaya çıkardığı korku ve hukuksuzluk örnekleri, halkı Bayramlardan, Demokrasiden soğuttu, uzaklaştırdı.
Bugüne gelince aynı olayları yaşamış iki farklı ülke çıkıyor ortaya. Öyle ki;

A - 29 Ekim: Türk’ün gücünü dünyaya kanıtladığı büyük gün.
B - 29 Ekim: Çarşamba günü.

A - Cumhuriyet Bayramı: Tüm dikta, himaye, sömürge hatta monarşi rejimlerini silip attığımız gerçeğini bize hatırlatan bayram.
B - Cumhuriyet Bayramı: Tatil

A - Bayram Gösterisi: Coşkumuzla tüm şehri inletelim. Sesimiz gavur elinden duyulsun.
B - Bayram Gösterisi: Bırak uyuyayım biraz. Tatil zamanı gösteri mi olur ya!

A - Şehir Yürüyüşü: Herkes gelsin, herkes yürüsün.
B - Şehri Yürüyüşü: Sakın gitme bak, provokatör vardır şimdi orada, durduk yere fişlenmeyesin.

A - Fener Alayı: Bir bütün etrafında kenetlendiğimizin göstergesi…
B - Fener Alayı: Bizim Fener mi? Hani futbol falan?

Az şey bilip, her şeye değer veren bir toplumdan, çok şey bilip hiçbir şeye değer vermeyen bir topluma doğru koşar adımlarla…! Ey güzel yurdum insanı; o kadar hızlı koşma, bak. Cüzdanını düşürdün. İçinde kimliğin vardı!

Hepinizin Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun.


Kaynak;
(1) http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/VolkanSenel_IzmitteCumhuriyet.aspx


(2) http://forum.haber.gen.tr/turkiye-gundemi/cumhuriyet-bayramimiz-kutlu-olsun-88748.html

(3) http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=YazarDetay&ArticleID=1009131

fotoğraf ; resimde.net/ataturk-resimleri/ataturk-resimleri

16 Ekim 2008 Perşembe

İNSANIN YARATILIŞ MACERASI


Bir evrimdir tutturuluyor. Doğru, bir evrim var ancak ileri doğru mükemmele doğru değil; tam tersi geriye, bozuluma, doğru bir evrim. Bakın bence işin doğrusunu yazayım da, sonra neye inanacağınıza siz karar verin.

İnsan dediğimiz varlık yani biz, ilk yaratıldığında mükemmel olarak yaratılmış ve en üstün konumdaydık. (Çünkü ilk yaratılan Resulallah’ın nuru idi. Tüm yaratılanlar onun nurundan yaratılmıştır.) Bugünkü gibi sadece beş duyusu ile değil, basiret dediğimiz kalp gözü açık, eskilerin müşahede dediği diğer yakın boyutları da algılayabilecek yetenekteydik. Dolayısı ile hem akla, hem ruha sahip olan insan, yöneldiği her şeyin aslını idrak ediyor, yani kaynağının Allah olduğu idraki içinde dilediğince bir cennet hayatı sürebiliyordu. Henüz inanç kavramına gerek olmadığı için sorumluluk yoktu, dolayısıyla ibadetler falan da yoktu.

Ancak nefsine düşkün, aceleci ve bencil özellikleri de kendisinde olan insan, Yaratıcısının kendisine sunduğu özgürce yaşama, karar alabilme gücünü sistemin gereği gibi değil, nefsinin istekleri doğrultusunda kullanmaya yöneldi. Kendini bağımsız bir birey ve üstün görme güdüsü ile tüm vaktini ve ilgisini dünya ve kendi hayatına yöneltti. Giderek daha önce bizzat görebildiği fiilleri oluşturan sebepleri ve yaşam sürecinin ölüm ötesi aşamasını unuttu. Tıpkı hayvanlar gibi yaşamın sadece dünya boyutu olduğu zannını benimsedi. Çünkü hem beslenme zincirinin en üst basamağında yaratılmış, hem de kendisini engelleyecek bir neden kalmamıştı.
İşte zaman, çevre ve program gereği algılama düzeyi doğal olarak beş duyu seviyesine geriledi. Çünkü biyolojik beyindeki algılama sinir merkezlerinin, kullanılmazsa körelip kapanacağını düşünemedi. Artık fiilleri meydana getiren sebepleri bizzat görerek değil, aklını, zekasını, vehim hayal gücünü kullanarak çözme zorunda kaldı.

Algıladığı şeylerin aslını görerek idrak edebilme yeteneğini kaybederken vehim ve hayal yetenekleri gelişme gösterdi. Artık insan oğlunun tek rehberi akıl, hayal gücü, zeka yetenekleri haline geldi.

Fakat ne yazık ki bu, Allah’tan kopma ve uzaklaşma diyebileceğimiz sonucu meydana getirdi.Yani sadece madde boyutu ile sınırlı, son derece yetersiz algılama konumuna düştü. Halbuki madde evrenini meydana getiren yaşatan idame ettiren bir üst boyuttu. Üstelik ölüm değişiminden sonra yaşayacağı yer de orası olduğu halde bu gerçeği fark edebilmekten uzak kaldı. Eğer insan aklına onun Allah’tan gelme bir nimet ölçüsünde bakıp onu her an harekete geçirenin Allah olduğunu görseydi bu basiret içinde insanın dönüşü Allah’a olur, aklından ve diğer şeylerden bir bakıma koparak kendisinden alınan müşahedeye tekrar mazhar olabilirdi.
Ahmed Hulusi Üstadın dediği gibi artık sistemi okuyamayan insan bir nevi gözleri bağlı gibi son derece kısıtlı bir ortamda yaşamaya başladı.
Zaman geçtikçe problemlerini çözmek için kullandığı aklına dört elle sarıldı. Kendinden çıkıp yine kendine döndüğü için kendini daha özgür bağımsız ve güçlü hissetmeye başladı. Doğal olarak bu onda benlik duygusu, üstünlük duygusu yarattı. Çok inandığı güvendiği akıl yeteneği artık madde ötesinin verilerini değerlendiremediği sadece beş duyusu ile algılayabildiklerini kullanabildiği için ruhsal durumu giderek zayıfladı daha çok hata yapmaya başladı.

Artık Allah’ın cennet ve cehennemi cin ve insanlarla doldurma vaadinin gerçekleşmesi için gereken ortam oluşmuştu. Bir tarafta kullanmayı unutmuş olmasına rağmen son derece yetenekli, akıllı, zeki, ben diyip başka bir şey demeyen insan, diğer tarafta çok zeki ve nefsi çok güçlü dumansız ateşten (radyasyon ışını) yaratılmış cin.

Allah kendisinin halifesi olarak en güçlü ve en yetenekli olduğunu bildiği insana tabi olunmasını emretti. Fakat artık son derece basit, zayıf, çok kolay etkilenebilir hale gelmiş insana itaat etmek, onun üstünlüğünü tanımayı cin tayfasına ters geldi, kabul etmedi. Çünkü insanı diledikleri gibi yönlendirebiliyorlar, oyuncak gibi onlarla oynayabiliyorlardı.

İşte Allah, insanın salt aklına güvendiği için onun doğru yoldan sapacağını biliyordu. Çünkü insanın aklı vahyle desteklenmediği sürece sadece beş duyu dediğimiz duyu organlarımızla algıladığımız şeylere dayanarak çalışır. Yani somut verilerden başkasını kullanamaz. Basiret görüşü kapandığı için madde ötesi artık onun için soyut konuma düşmüştü. Bu bir yerde çok kapsamlı bir bilgisayarı, semt pazarında hesap makinesi olarak kullanmaya benzer.

Kaybetmiş gibi görünen insanı yeniden eski gücünü elde edebilmenin yolunu göstermek, öğretmek için peygamberlik sistemini devreye soktu. İnanç sistemi de böylece doğmuş oldu.

Artık gelişmek, üstün olmak isteyen insan Yaratıcının varlığını kabul edip benimsemek, gönderdiği uyarıcılara inanıp güvenerek gereken çalışmaları yaptıkları oranda istediklerine kavuşacaklardı. Kibire kapılanlar, İnanmayıp yapmayanlar veya inandıklarını zannederek yanlış yapanlar, ölüm ötesi yaşamda ikinci sınıf canlı olma konumuna düşeceklerdi ki, bu onlar için cehennemi bir hayat anlamına geliyordu. Bunu günümüzdeki insanla at, eşek, inek, koyun gibi kıyaslayabilirsiniz. Düşünsenize bir filin akıl ve idrak gücü olsaydı sahip olduğu güçle insana itaat edermiydi? İşin acıklı tarafı ölüm ötesinde de insanın akıl ve idrak melekesi olduğu halde, güçsüzlüğünden dolayı ikinci sınıf muamelesi gördüğünde duyacağı pişmanlık ve acıyı düşüne biliyor musunuz?

İnsanların bu güne kadarki bu yaratılış sürecini başından sonuna kadar incelersek yazdığımız bu senaryoyu destekleyecek beyanları bilgileri bulabiliriz. Ulaşabileceğimiz sonuç, günümüz insanının ilk yaratılış haline göre kıyaslanamayacak şekilde bozulmuş olduğudur. Zaten bunu Allah Resul’ü de açıkça beyan ediyor;

Hz. Ebu Hureyre R.A. anlatıyor: Resülullah (S.A.V.) buyurdular ki: "İyi hurmalar adilerinden ayıklandığı gibi siz de ayıklanacaksınız. İyileriniz gidecek, kötüleriniz kalacak. O devirde elinizden gelirse hemen ölün.”(Tabii bu intihar edin anlamına değil, bu şekilde yaşamaktansa, ölümün bile daha ehven olacağı anlamınadır.)

Ziyâd İbnu Lebîd R.A. anlatıyor: "Resülullah (S.A.V.)bir şey anlatarak: "İşte bu şey, ilmin gitme anlarında olur" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resûl’ü! Bizler Kurân’ı okur olduğumuz, evlatlarımıza da okuttuğumuz, evlatlarımız da kendi evlatlarına okutur olacakları halde ilim nasıl gider?" dedim. Resulallah; "Anasız kalasıca Ziyâd! Ben seni, Medine'nin en fakihlerinden biri bilirdim. Şu, Yahudi ve Hıristiyanlar, kitapları olan Tevrat ve İncil'i okudukları halde onların içinde bulunanlarla amel ediyorlar mı?" buyurdular.

Yeniden günümüze dönersek yukarıda yazılanlar gerçekleşmiş durumda olduğunu, insan oğlunun da 150-200 yıl önce kullanmaya başladığı elektrik enerjisini kullanarak geliştirdiği alet edavata bakıp kendini çok yükseklerde gördüğüne şahit oluyoruz. Hayalinde bir senaryo geliştirerek insanın tek hücreli canlılardan evrim geçire geçire bu günlere geldiğini düşünmek istiyor. Böylece şu an en üstün konumda olduğuna inanmak istiyor.

Bir an elektrik enerjisinin üretilemeyeceğini yani 150 – 200 yıl önceki zamanlarda olduğu gibi elektriksiz bir yaşamı düşünün. Hayal bile edemiyoruz değil mi? Halbuki elektrik enerjisini yaratan da O, insanın hizmetine sunan da O.

Bir an elektrik enerjisinin üretilemediğini düşünün. Ne bileyim, mesela uzayda birbirine çarparak parçalanmış galaksilerden yayılan ışınımlar dünyaya ulaştığında sanki bir süreliğine elektriğin oluşamadığını ancak biyolojik yaşamdaki kısmın kaldığını hayal edin. Tıpkı 200 yıl önceki zamanlardaki gibi. Ne hale gelir insanlık, teknoloji ve hayat?

Bunun olup olamayacağını bilemem ama, bildiğim şey insan oğlunun bugünkü hali bana ceviz kırmak için bir dal parçası kullanan maymunun kendini çok zeki ve müthiş zannetmesi ile eşdeğer anlama geliyor. Bana sorarsanız hiç riske girmeden Allah’a ve onun uyarılarına uymak için elimizden geleni yapalım derim; hani Hz Ali ile ilgili menkıbeyi duymuşsunuzdur;

Bir gün Hz. Ali Efendimiz, namaz kılmış giderken müşriklerden biriyle karşılaşır. Müşrik Hz. Ali’ye şöyle der:- Ya Ali! Şu sizin halinize bakıyorum da, Ahiret var diye namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz; Cennet var, Cehennem var diyorsunuz... Ben bunların hiç birine inanmıyorum. Hem aramızda ne fark var, sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum. Sizin bu kadar çabanız nedir?

Hz. Ali cevap verir;- Ey Filan! Farz et ki, öldükten sonra dirilmek yok. Farz et ki senin dediğin gibi dirilmek yok. Senin dediğin çıkarsa, o zaman ben bu yaptıklarımdan ne kaybederim? Namaz kılmam, oruç tutmam imanım ve inancım gereği yaptığım, beni de rahatlatan ibadetlerimdir. Bundan dünyada hiçbir zarar görmüyorum. Ahirette bir zararım olur mu, ne dersin?Adam biraz düşündükten sonra;
- Hayır, olmaz. Der.
Hz. Ali o zaman;- Ya ahiret varsa! Ki var. O zaman ey filan, o zaman senin halin nice olur? Ömrünü puta tapmakla geçiren ihtiyar müşrik, uzun uzun, düşünmeye başlar. Sonunda Hz. Ali’ye dönerek;- Ya Ali! Evet ya varsa? Der! Ya sizin dediğiniz gibiyse! O vakit benim halim nice olur? der ve derhal iman eder.

Demem o ki vakit geçirmeden biz de bir şeyler yaparak hiç değilse kıyısından köşesinden tutunup kendimizi kurtaralım. Yoksa halimiz harap.

Allahın selamı ve muhabbeti herkesin üzerine olsun.

Her şey gönlünüzce olsun.
Kaynaklar:1 - El İbriz2 - Ahmed Hulusi'nin eserleri3 - Kütüb-ü Sitte (Hadisler)

İRADEMİZ KAPANIN ELİNDE


İnsan olarak en öğündüğümüz vasıflarımızdan biride özgürce kullandığımızı savunduğumuz irade yeteneğimizdir öyle değil mi. Gelin bugün özgür irademizden bahsedelim.

İrade; İnsanın arzu ve isteklerinin bir şeyi yapma veya yapmamayı tercih etme, seçebilme gücüdür, yeteneğidir. Kişiden kişiye göre azalan çoğalan oranda kullanılır biliyorsunuz. Hem de ne kullanma…!

İnsanın akla gelen her türlü işlevi için gerekli olan güç anlamına geliyor. Yani öz benliğinin ayrı istekleri vardır, genlerinden gelen mizaç dediğimiz içgüdülerinin istek ve ihtiyaçları vardır, Beden olarak hormonsal salgılarının talep ettiği istek ve ihtiyaçlar vardır.

İsterseniz önce insan dediğimiz varlığın profilini bir çizelim. Sahip olduğumuz bazen istemli, bazen istemsiz istek ve ihtiyaç kaynaklarının tespitini yapalım.
İnsanın öz benliği, “Ben” dediğimiz, "Bilinç" dediğimiz kimliğimiz vardır. Bu kimliğimizi ve kendine has isteklerini "nefs" adı altında tanımlıyoruz. Kendine has istekleri her zaman en başta olmak, en iyilere sahip olmak(en zengin olmak, en iyi yemekleri yemek, en güzel kadın/erkek e sahip olmak, en.. en…en..lere sahip olmak)(1) Tüm bu sonsuz isteklerini elde etmek için irade gücüne ihtiyacı vardır.
Ruh- Bilinç bedenimiz; Yani ruhumuz. Onun sahip olduğu vasıflar; Hayal gücü, düşünme, ezberleme, hatırlama, vehim(Zannetme), karar verme, tercih edebilme(İrade), aklı kullanabilme, kalp gözü-basiretle görme, hissedebilme, sevinme, üzüntü, acı çekme gibi özelliklerdir.(2) Gücü, kapasitesi sonsuzdur ancak onların dünya yaşamı süresince biriktirebildiği ilim ve sevap enerjisi dediğimiz pozitif enerjisi ile etkinleştirebildiği kadarını kullanabilecektir. Bir başka deyişle madde boyutunda gerçekleştirdiği her davranışın sonuçlarını görecek, yaşayacak olan bedenimizdir.(3)
Madde beden; Madde olarak bedenin, beyin dışında fazla bir önemi yoktur. Bilindiği gibi madde, atomlardan, atomlar nötron-nötrünolar, kuark, kuant, parçacıklar, onlar da elektro manyetik enerji cinslerinin yoğunlaşması ile meydana gelen bir yapıdır. Aynı boyut içinde devinim halinde seyrine devam eder. Yalnız beyin, hem biyolojik bedenimizin hareket ve kontrolünü sağlaması, hem de 5 duyu dediğimiz giriş üniteleri ile bilgi ve enerji kazanımlarını ruha yüklemesi açısından önemi büyüktür. Vücut ona enerji sağlamak için vardır.

Madde bedenimizin istek ve ihtiyaçlarını iki kategoride toplayabiliriz.
1 – Mizaç, yani otonom sinir sisteminin özelliği olan ve iç salgı bezlerinin az veya çok çalışması gibi kalıtımla gelen fizyolojik özelliklerinden kaynaklanan davranışlar. (Çabuk kızmak, soğuk kanlılık, sıcak kanlılık, saldırganlık, kin vs. gibi.)
2 – Şehvet; yani cinsellik, yemek, içmek, uyumak gibi bedenin genellikle istemsiz olarak ihtiyaçlarını temin etme davranışlarıdır.
Bu özellikler tüm biyolojik canlılarda ortaktır.

Mizaçtan kaynaklanan istekler sert, kural tanımaz, kavgacı karakterdedir. Ancak Akıl dediğimiz Ruh-bilincimizin kullanabildiği yetenekle frenlenebilir. Akıl ise ancak ilim ve bilgi ile ikna olması halinde veya şartlanma ile bloke edilmiş ise müdahale eder. Bir başka deyişle sözünü dinletebilir.

Şehvetten kaynaklanan istekler, arsız, onursuz, yüzsüz, sırnaşık, şımarık karakterdedir. Fakat kontrol altına alınması daha kolay, gücü mizaca göre daha azdır. Buna karşılık iradeye en çok ihtiyaç duyan ve kullanan kaynaktır.
Görüldüğü gibi İrade dediğimiz yeteneğimizi kullanan, yönlendiren etken, Ruh- bilince sahip kimliğimiz değil, Biyolojik bedenin kendi yaşam döngüsünü devam ettirmek için kullandığı mizaç ve şehvettir. Halbuki Ruh-Bilinç kimliğimizin gelişimi için kendisine tahsis edilmiş araç konumunda olması gerekiyordu değil mi? Ama Maalesef.

Bu konuda İ. Gazali Hz. diyor ki; “Sendeki bu sıfatlar, sana hakim olup seni kendilerine esir yaparak kendi hizmetinde çalıştırmak için mi yaratılmıştır. Yoksa vaki olan yolculuğunda sana angarya olmak, sana binek hayvanı ve silah olmak için mi yaratılmıştır… O halde bunların hepsini bilmen lazımdır.” Ne kadar doğru değil mi?(4)

Görünen o ki gerek bilgisizliğimiz, gerek eğitimsizliğimiz yüzünden benliğimize ait irade gücümüz, içgüdüler ve hormonsal salgıların esiri olmuş. Acı ve kederle sonuçlanacak davranışların sorumluluğu da Ruh-Bilincimize kalmış konumdadır. Tıpkı bir arabaya binmişsiniz, direksiyonu ise kucağınızdaki 3 yaşındaki durdan sustan anlamayan, haşarı çocuğunuz kullanıyor ve siz de bunun doğru bir davranış şekli olduğunu düşünüyorsunuz. Birisini ezdiğinizde, kaza yaptığınızda kim zararlı çıkar? Kim suçlanır. Tabiî ki siz. Kimseyi ikna edemezsiniz arabayı çocuğum kullanıyordu, araba arızalıydı, öyle olmasını istememiştim diye.

İşte İrademiz, Ruhsal gelişmemizi sağlayacak davranışlar (sevap kazanmak, pozitif enerji edinmek) yerine mizaç ve şehvetin güdümünde işlev yaptığı için günümüzde en çok özlemini çektiğimiz, iyilik, dürüstlük, fedakarlık, sevgi, saygı gibi davranış biçimlerinin artık görülememesi, anlık görülse bile çabucak kaybolması ve gösterildiğinde karşılık beklenmesi, başa kakılması, minnet yaratması nedeniyle insanları tatmin etmiyor. Ruhumuz gıdasız kalıyor. İçimiz kararıyor. Üstelik bu durum sadece dünya yaşamıyla sınırlı kalmayıp ölüm ötesine geçildiğinde artık telafi edilemeyecek hale geleceği de kesin. Tek sebebi de insanlığın tercih ettiği yaşam biçimi, yaşam felsefesidir.

Üç beş kişiye hava atacağım, üstün olacağım, güçlü olacağım, en zengin ben olmalıyım, en iyi yemeği ben yemeliyim, en güzel / yakışıklı, kadın / erkek benim olmalı, ne pahasına olursa olsun istiyorum diye tepinmenin nelere mal olacağının farkında mısınız?

Her şey gönlünüzce olsun.

(1) Şems/ 7-10; (..Nefse ve onu düzenleyene sonra da ona bozukluğunu (sınır tanımayan günah ve kötülüğe olan düşkünlüğünü) ve (ondan) korunmasını ilham eyleyene ki, gerçek felah bulmuştur onu temizlikle parlatan ve ziyan etmiştir onu kirletip gömen.)
(2) İ.Gazali Hz. İhya.
(3) Nahl/111; (O gün ki herkes nefsi için mücadele ederek gelir. Her nefse işlemiş olduğu amel tamamıyla ödenir ve hiç birine zulmedilmez.)
(4) İ.Gazali Hz. Kimya-yı saadet

20 Eylül 2008 Cumartesi

MÜBAREK AY, GÜN, VE SAATLER NEDEN ÖZELDİR?


İnanç dünyamızda özel günler, vakitler vardır. Bunların âdet olarak anıldığı, kutlandığını düşünürüz. Bugün bunlar hakkında sohbet edelim istedim.
İnançlarımızın kaynağı olan Kuran ve Allah Resulünün beyan ve uygulamalarını esas aldığımızda işaret edilmiş çeşitli vakitler vardır. Bu vakitler üç kısımda incelenebilir.
1 – Senede bir gelen özel vakitler. Mesela, Haram aylar, Ramazan, kandil geceleri, Bayramlar, Arife günleri gibi. Bilhassa Kadir gecesi özeldir. Bu gecenin özel olduğunun kaynağı bizzat Kur’an dır. (1, 2 )
Hazır konusu açılmışken bir hatırlatma yapmak istiyorum. Geçen yıl Kadir gecesi ile ilgili yazımda (A) İmam Şar ani Hz. erinin açıkladığı, ramazanın başlama günlerine göre kadir gecesi tespiti, Ahmed Hulusi gibi düşünürlerinde aynı fikirde olduğu bilgiye göre bu yıl kadir gecesinin kesin tarihi 20 sini 21 ine bağlayan gecedir. İlgilenenlerin bilmesini istedim.
2 – Haftada bir gelen özel vakitler. Perşembeyi cumaya bağlayan gece ve Cuma günü içinde geçen bir vakittir ki, Cuma ezan ile hutbe arasında olduğu rivayet edildiği gibi, ikindi ile akşam vakitleri arasında bir saat olara işaret edilmiştir. Hatta bu saatte bazı hayvanların etkilendikleri ve farklı davranışlar sergilediği de ifade edilmiştir. Ayrıca Allah Resulü amellerin karşılığının bu günde arz olunduğundan bahisle oruçlu geçirilmesini bile önermiştir.
3 – Her gün tekrarlanan özel vakitler. Güneşin doğmasının az önceki saat, doğduktan biraz sonraki saat, güneşin batmasından hemen sonraki vakitler, gece yarısından sabah namaz vaktine kadar olan saatler özel saatleri teşkil eder.
Mübarek saatler de denilen bu saatlerde yapılan dualar, ibadetler daha değerli tutulmuştur.
Bunun nedeni birilerinin bu böyle olsun demesiyle değil, bizzat Kuran ve Allah Resulünün, daha sonraları onun vekilleri olarak kabul ettiğimiz kalp gözü açık alimlerin tespitlerinden sonra kabul edilmişlerdir.
İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı (4) , Kadir gecesi, (1, 2.), haram ayları (5), Namaz vakitleri (6), Cuma namazı (7) örnekleri Kuran’ın bizzat işaret ettiği özel vakitlerdir.
Böyle vakitlerin değerli olmasına birinci sebep, o anların insan beyninin etkilenim için uygun durumda olduğunun işaretidir. Çünkü Dünyamızdan geçen ve yansıyan ışınımlar insan beyninde farklı etkileşimlere sebep olur. Mesela gündüz öğle saatlerinde güneşten gelen ışınımlar yoğun olduğu için konsantrasyon bozuklukları, yorgunluk hissi, uyku isteği oluşması gibi. Ayın dünyaya yakın geçtiği dönemlerde kanın beyne hücum etmesi( Bir nevi med cezir) gibi. Daha büyük çapta etkileşime neden olan yıldız ve galaksilerin konumları ise astroloji alanına girer.
İşte Gerek Kuran’ın gerek Allah Resulünün, ve gerekse ilahi ilimlere vakıf olan alimlerin işaret ettiği bu özel zaman birimleri, insan beyninin diğer zamanlara göre çok daha az bir çalışma ve enerji ile, çok daha fazla pozitif enerji sağlayabilmesini gerçekleştirir, Hatta basiret dediğimiz kalp gözünü açılma konumuna bile getirebiliriz. Onun için ısrarla böyle özel vakitleri değerlendirmemiz öneriliyor.
Aslında vakit birimlerinin yanı sıra mekanlarda farklılıklar arz eder. Kabe, mekan olarak farklıdır, Medine farklıdır diğer yerlerde de enerji çekim alanları farklıdır. (ley hatları) Allah Resulü, Kabe’de kılınan namaz, başka yerde kılınan namazdan yüz bin kat daha değerli olduğunu beyan ederken kastettiği şey, Kabe’de var olan pozitif enerji kaynağının diğer mekanlardan yüz bin kat fazla olduğu, odaklaşma ve açılımlarında çok daha yoğun olacağının ifadesidir. En yoğun olduğu vakit Hacc(Kurban) bayramı arife günü, saat öğle ile ikindi arası, mekan olarak ta Kabe ve Arafat dağının bulunduğu mekandır. O nedenle hacc o zaman diliminde ve o mekanında yapılır. Neyse bunlar farklı konu dağıtmayalım.
Özel vakitlerin diğer vakitlerden ikinci bir farkı da insanın ibadet çalışmaları esnasında odaklaşma ve motivasyon bu saatlerde daha rahat sağlandığıdır. Gece namazı bu nedenle üstün tutulması gibi.
Sonuç olarak mübarek aylar, günler, saatler diye bildiğimiz özel vakitlerde dünyamıza ilahi feyz ve ruhaniyet yayılmakta, Yapılan dualar ve ibadetlerin etkisi çok daha etkili ve pozitif olmaktadır. Böyle zamanlarda insandaki meleki ruh güçlenmekte, nefsin ve hayvani ruhun (İçgüdü ve hormonsan dürtüler)kontrolü çok daha kolay hale gelmektedir. (8)
Allah inanan herkesi bu özel vakitlerin farkında olan ve değerlendirebilenlerden eylesin.
Her şey gönlünüzce olsun.



(1) Kadr suresi; (… Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır….)
(2) Duhan suresi ; (… Gerçekten Biz onu mübarek bir gecede indirdik, gerçekten Biz uyaranlarız…)
(3) http://ekabir.blogcu.com/kadir-geceniz-kutlu-olsun_4335481.html

(4) Bakara/185 ; (…Ramazan ayı... İnsanlar için hidayet olan ve doğru yolu ve (hak ile batılı birbirinden) ayıran apaçık belgeleri (kapsayan) Kuran onda indirilmiştir...)
(5) Tevbe/36 ; (Gerçek şu ki, Allah Katında ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günden beri Allah'ın kitabında on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte dosdoğru olan hesab (din) budur…)
(6) Hud/114 ; (..(Ey Muhammed!) Gündüzün iki tarafında ve gecenin gündüze yakın vakitlerinde namaz kıl.)
İsra/78 ; (..Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl…)
(7) Cuma/9 ; (…Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın..)
(8) Ruhun hakikati ve özellikleri 1 – 2 – 3 – 4 – 5 yazı serisi.

18 Eylül 2008 Perşembe

HAYDİ BUGÜN ALLAHTAN BAHSEDELİM.


Bugün Allah’tan bahsedelim, O’nu tanımaya çalışalım istedim. Rabbim inşallah anlatmada doğrulardan şaşırmaz ve kolaylaştırır. Böylelikle de Allah hakkında tefekkür edilmesi sanki yasaklanmış gibi düşünenlere öyle olmadığını, Allah hakkında da düşünüleceğinin, fikir yürütüleceğinin mümkün olduğunu örneklemiş oluruz.
Allahın varlığını kendi algıladığımız verilerle, duyularla tanımaya çalışmak, bir nevi felsefe yapmak yanlış olur. Çünkü Allah kendini tanıtırken insana ait duyuların, hayallerin Zat’ını tanımakta, tarif etmekte yetersiz kalacağını, (1) onun için kendisine ait özelliklerin, yani isim ve sıfatlarının düşünülmesini istiyor (2,3). Demek oluyor ki Allah’ın; bizzat Zat’ını, kişiliğini, ne olduğunu, nerede olduğunu değil; hangi özelliklere sahip olduğunu, ne olup ne olmadığını düşünebileceğimizi, ancak bunları idrak edebileceğimizin yolunu gösteriyor .
Allah’ı tanımaya bu açıdan yaklaşırsak, hiçbir yaratılmışın onu tasvir edebilmesinin, idrak etmesinin mümkün olmadığı kesin hale geldiği açıktır. Çünkü onu hayal etmek, tasvir etmek ona sınır getirmek demektir. Ne kadar büyük hayal ederseniz edin, sonuçta belirli bir sınıra ulaşır. İşte insanın algılamakta, hayal etmekte zorlandığı bu özellikten dolayı kavram kargaşası yaşar (4).
Allah hakkında doğru düşünmemize en büyük engel sonsuzluk kavramıdır. Sonsuzluk kavramını idrak edebilirsek ancak o zaman O’nu özellikleri ile tanımayı düşünebilir, özümseyebiliriz. Aksi halde Allah farklı, başka mekanda olan bir varlık; yaratılmışlar farklı, başka bir mekanda bir varlık gibi algılamaya başlarız ki; İslam’ın olmazsa olmazı olan teklik, Tevhit unsurunu inkar etme, kabul etmeme konumuna düşeriz. Bu ise şirktir.
Sonsuzu hayal edebilmenin zorluğu aşıldığında Allah kendisini tarif ettiği İhlas suresindeki “Ehad” isminin ne ifade ettiği anlaşılır hale gelir. Allah’tan BAŞKA bir varlığın da olamayacağını algılamaya başlarız. (5)
Ehad; Bir tek, cüzlerden, parçalardan meydana gelmemiş, herhangi bir şeyin ona girmesi veya çıkması söz konusu olmayan bütün, yekpare demektir.
Bu özelliği sonsuz seviyede düşünürseniz, Allah’ın beraberinde herhangi bir varlığın bulunabilmesinin mümkün olamayacağını kavramak kolaylaşır. Yani ezelde de, ebediyette de var olan tek O’ dur. Tüm yaratılmış bildiğimiz ve bilmediğimiz alemler, O’nun ilminde var olan (Haşa) bir nevi onun düşünce dünyasıdır..
İ. Rabbani Hz., varlık alemini sanki Allahın gölgesi diye benzetme yaparak cisim ile gölge arasındaki ilişki gibi düşünmemizi tavsiye etmiştir.
Şahsen ben varlık alemini, bilmem hatırlar mısınız? Hani bir çizgi adam karakteri vardı. Ona benzetiyorum. Türlü maceralar yaşıyor, var olduğunu düşünüyor, ancak varlığı görünmeyen çizerine ve onun iradesine bağımlı olduğunun farkında bile değil. Tabii bu benim fikrim. Teşbihte hata olmaz derler.
Şimdi biraz da Allah ait özelliklerden bazılarını hatırlayalım. Bu konu aşırı derecede önemlidir. İtikat dediğimiz olgudur. Allah’ı tanımada düşülecek yanlışlık, bağışlanmayan günah, ŞİRK olarak tarif edilmektedir.
Allah tüm inananları kendisini doğru tanıyanlardan eylesin.
Allah tektir. Onunla birlikte başka bir şey yoktur.
Allah, eşten ve çocuktan münezzehtir.
Allah, her şeyin sahibidir, ortağı yoktur,
Allah, Yaratandır. Onunla beraber bir idareci yoktur.
Allah’ın, özü gereği vardır ve kendisini var edecek bir yaratana muhtaç değildir. Aksine her şey onun vasıtası ile var olmuştur.
Allah’ın varlığının başı sonu yoktur. Sınırlanamaz.
Allah, mekanlı, yönlü bir varlık yani bir cisim değildir.
Allah, dilerse dilediği şekilde kalplerde ve gözlerle görülebilir.
Allah’ın akıl edilebilir bir benzeri olmadığı gibi, akıllarda ona delil olamaz.
Allah’ı ne zaman ne de mekan sınırlayabilir, taşıyabilir. Aksine zamanı ve mekanı yaratan O dur.
Allah tek yaratandır, her şeyi yaratan O’dur, Yarattıklarını korumak gözetmek ona güç gelmez. Bir şeyi yaratmak ondan bir şey eksiltmediği gibi, yarattığında da kendisine ek bir nitelik kazandırmaz.
Allahın yarattıklarının kendisine yerleşmesi veya kendisinin onlara yerleşmesi söz konusu değildir.
Allah tüm yarattıklarını belli bir programla fıtratla ve kaderle yaratmıştır.
Allah her şeyi kendi istediği için önceden bilerek yaratmıştır. Bu nedenle Allah sürekli bilicidir.
Allah bütün alemleri bir örnek olmadan kendi ilminde yaratmıştır.
Allah insanı ruh sahibi olarak yaratmış ve onu dünyada halifesi yapmıştır.
Allah yarattığı insana gökleri ve yeri amade kılmıştır.
Allah, yarattığı varlıklarda bulunan; isyan- itaat, kazanç-hüsran, köle-hür, soğuk –sıcak, diri-ölü, gerçekleşme-kaybolma, gündüz-gece, itidal-sapma, deniz-kara, çift-tek, enerji-madde, hastalık-iyilik, sevinç-keder, ruh-beden, karanlık –aydınlık, yer-gök, birleşme-ayrışma, çok-az, dal-kök, beyaz-siyah, uyku uykusuzluk, hareketli-durağan, kuru-yaş, kabuk-öz… Kısaca birbiri ile çelişen, benzer, zıt bütün bu bağıntıları bizzat kendisi irade edilmiştir.(6)
Allah, seslerin, harflerin ve dillerin de yaratıcısıdır.
Allah’ın kendi zatında artma ve eksilme söz konusu değildir.
Allah sonsuz sayıda özelliklere sahip bir varlıktır. Bizler sadece insana bildirilenler kadarıyla, O’nun isim ve sıfatları olarak bilebiliyoruz.
Allah her şeyi en mükemmel haliyle yaratmıştır. Tek tasarruf edici O’dur.
Allah yarattığı sorumluların nefislerinde takva duygusunu ve taşkınlık duygusunu ilham edendir.
Allah’ın yarattığı her şey, isimlerinin tasarrufu altındadır.(7)
Allah hakkında tefekkür edecek o kadar çok konu ve içerik var ki, bize kalan acizlikten başka bir şey değil. Allah cümlemizin ilmimizi arttırıp kendisine yönelmemizi sağlayacak gerçekleri idrak etmeyi nasip etsin.
Allah’ın selamı ve muhabbeti hepimizin üzerine olsun.
Her şey gönlünüzce olsun.
(1) (Enam/103; Gözler onu idrak edemez ama O, gözleri idrak eder…)
(2) (Araf/180; En güzel isimler (el-esmâü'l-Hüsnâ) Allah'ındır. O halde O'na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın…)
(3) (İsra/110; De ki: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na hastır.").
(4) (Hacc / 74;. …Allah’ı hakkıyla tanımadılar….)
(5) Hadis; ALLAH var İDİ ve O'nunla beraber hiç bir şey yok İDİ, Bu hadise ye Hz. Ali’nin cevabı; El ân kemâ kân Yani, hala o andaki gibidir. Açıklaması.
(6) ( İnsan/30; ..Siz, Allah dilerse dileyebilirsiniz…)
(7) Tariflerde kaynak; ( İbn. Arabi/ Fütuhatı Mekkiyye)

KENDİ İRADEMİZİ, KENDİMİZ KULLANALIM.

İnsan ilişkilerinde en çok bu deyim bana yapmacık olarak geliyor. Eğitimde kullanıyoruz, Meslek seçimlerinde kullanıyoruz. Herhangi bir olayda ileri sürülen olmazsa olmaz deyimlerden olduğunu biliyorsunuz. İnsanın istediği, arzu ettiği, bir tercih söz konusu olduğunda ilk sarf edilen deyimdir değil mi?
Neden yapmacık geldiğini açıklayayım isterseniz.
İrade; İnsanın arzu ve isteklerinin bir şeyi yapma veya yapmamayı tercih etme, seçebilme gücüdür. Yeteneğidir. Yalnız bir yeteneğe sahip olmak ayrı şeydir, onu kullanabilmek ayrı şey olduğu da bir gerçektir. Peki, insandaki bu irade yeteneğini kullanmayı gerektiren, arzu ve isteklerin nasıl meydana geldiğini hiç düşündünüz mü?
İnsan biyolojik bir canlıdır, biliyoruz. Bunun sonucu olarak hem bedensel ihtiyaçları için hormonlarının tetiklediği dürtüler, hem de nefs dediğimiz içgüdülerimiz, egolarımız meydana getirir arzu ve isteklerimizi. Bu arzu ve isteklerin uygun olup olmadığını sorgulayan aslında akıl, bilinç olmalıdır. Onlara hayır diyebilecek tek güç odur. Hayvanların kendi davranışlarını sorgulamaması, onlarda akıl, bilinç olmadığı içindir. Ama onlar masumdur, sorumlu değildir. Onlar yaratıcının kontrolünde yaşamlarını sürdürürler. Ya insan?
Ne yazık ki günümüzde insanoğlu da isteklerini teminde sorgulamaya gerek duymuyor. Her tür davranışından sorumlu olduğunu, etkileneceğini bile bile. Ne pahasına olursa olsun İSTİYORUZ.
Bunları hepimiz biliyoruz. Biliyoruz da irade gücümüzün işte bu dürtülerin kontrolünde olduğunu bir türlü kabul edemiyoruz.
Hiç düşündünüz mü? İnsanı; Şuurlu, bilinçli, aklını kullanabilen bir varlık olarak tanımak istediğimiz halde neden bu yönde hiçbir eğitim yok? Şuur, bilinç, akıl insana özgü yeteneklerdir tamam ama, bunları nasıl kullanacağı öğretilmiyorsa bir işine yaramaz ki? Doğarken verilmiş olan yetenek ve beceriler, eğitilip, öğretilip geliştirildiğinde ancak kullanılabilir. Aksi halde toprak altında kalmış altın madeninden farkı kalmaz. Öyle değil mi?
Şunu açıklamaya çalışıyorum. İrade gücümüzün gerçek kullanıcısı; varlığından kuşku duymadığımız, ama atıl durumda olan bilinç, şuur, akıl melekelerimiz değil, bedensel dürtülerimizin, nefsi arzu ve isteklerimiz olduğudur. Lakin inatla irademizin Bilinç, şuur ve aklımızın kontrolünde olduğunu zannediyoruz, öyle düşünmek istiyoruz. İrademiz gerçekten bizi biz yapan Bilincimiz, kişilik şuurumuz, aklımızın kontrolünde olsa idi, kullanacağımız irade işte o zaman Özgür irade tanımına uygun düşerdi. Çünkü bedenin bildirdiği arzu ve istekleri sorgulayarak doğru veya yanlış olması veya zamanını seçme gücünü kullanmış olurdu.
Bindiğimiz otomobil bizim istek ve emirlerimizin doğrultusunda değil de kendine göre hareket ederse o otomobil için, arızalı, tehlikeli, olduğunu söyleye biliyoruz da, Bedenimizin de bir araç konumunda olduğunu bildiğimiz halde onun kendi arzu ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmesini, iradeyi kullanmasını uygun gördüğümüzün farkında değilmişiz gibi davranıyoruz.
Benim görüşüme göre insanın hem dünya yaşamında, hem ahiret boyutunda en çok sıkıntıya sebep olan şey bu benimseyiş olduğu inancındayım. Çünkü Kuran nefs konusunda eğitilip akıl kontrolüne alınmadığı takdirde hep zararlı tercihler ve zorlamalarda bulunacağını bildiriyor. (…çünkü nefs, Rabbimin merhameti olmadıkça, kötülüğü emreder… Yusuf/53)
Diğer canlıların yaşam programları sabit ve aynı boyut itibarıyla dönüşüm içinde olmaları, İrade kullanmayı gerektirmiyor. O canlıyı yaratan bizzat kendisi yönetiyor, yönlendiriyor. Tıpkı Japonya’da yıkılan bir evin duvarının arkasında çakılmış bir çiviye takılı halde 10 yıl yaşayan kertenkele gibi. O kertenkeleyi çiviye takılı hale getiren de, Onun yaşamasını temin etmek için dişisine 10 yıl boyunca yiyecek ve su taşıtan da, ibret olsun diye dünya aleme duyuran da o.(1)
Ancak insanın durumu farklı. İnsanı yaratan Allah, onu davranışlarından sorumlu tutmak için iradesini kullanmayı serbest bırakmış. Hatta nasıl kullanırsa akıllıca ve doğru olacağını da gönderdiği kitap ve peygamberlerle tarif etmiş, öğretmiş. Bedenin bir değeri olmadığını, ölümle birlikte parçalanıp çürüyüp yok olacağını, Halbuki insanın bilinçli, akla sahip olarak ruh bedeniyle sonsuza kadar yaşayacağını bildirmiş.
Peki biz ne yapıyoruz? İnsanı sanki bedenden ibaret bir varlıkmış gibi kabul ediyor, onun arzu ve isteklerini kendi isteklerimiz olarak görüyoruz.
Bu hiç akıllıca değil. Çünkü duygularımız, hislerimiz bedenimize özgü değil, bilincimize özgü yeteneklerdir. Mesela bir hipnozla bilinç bloke edildiğinde acı duyma hissinin kaybolduğunu biliyoruz. Ameliyatlar bile yapılabiliyor. Zaten bilincimizin beynin dışındaki manyetik bir alanda olabileceği artık kesinlik kazanmış durumda.(2)
Konuyu açıklığa kavuşturduktan sonra irade gücümüzün bilincimizin kontrolünde olmadığını, bir araç niteliğindeki bedenin hormonlarının ve içgüdülerinin kullandığını, ama neticelerini bilincimizin, benliğimizin karşılamak zorunda kaldığını anlıyoruz. Bu da bizim özgür irademizin değil, hormonsal arzu ve isteklerimizin esareti altında olduğumuz gerçeğini işaret ediyor.
Aslında var oluş ve yok oluş süreci diğer canlılar gibi madde boyutu ile sınırlı olsaydı, hiçbir sorun olmazdı. Ama Allah ölümü insana bir geçiş olarak koymuş. Tıpkı bir tırtılın kozasında değişim geçirip kelebek haline gelmesi gibi, insanoğlu da bilsin bilmesin, inansın inanmasın, bir şeyler yapsın yapmasın, bedeninde değişim geçirerek bir başka boyuta istemsiz olarak geçecektir. Tırtıldan tek farkı, onunkini Allah kontrol ederek tamamlıyor, insanın ise bizzat kendisi tercih ediyor, davranışları ile de tescil ediyor, Allah ise İnsanın bu seçimlerini rızası olsun olmasın yaratarak yerine getiriyor.
İşte ölüm aşamasından sonra da irademizin; Aklımızın doğrultusunda mı, yoksa bedenimizin arzu ve istekleri doğrultusunda mı olmasının bir önemi kalmıyor. Doğru verilmiş ise onun karşılığını, yanlış verilmiş bir karar ise onun acısını maalesef beden değil, Ruh- Bilinç benliğimiz sonsuza kadar yaşamak zorunda kalıyor.
Naçizane önerim, Bilinç, hakkında Ruh hakkında, aklı kullanma hakkında bilgi edinelim. Bunlar okullarda verilmiyor. Ailede öğretilmiyor. Ne yaparsak kendi kendimize yapacağız. Hayali vehimler, soyut varsayımlarla oluşturulmuş felsefi görüşler, kulaktan duyma bilgilerle kalırsak gerçekten işimiz çok zor. Fırsat varken bir şeyler yapalım.
Allah, herkesin aklını kullanmasını, doğru bilgilere ulaşmasını, idrak ederek yaşamına geçirmesini böylelikle selamete kavuşmasını dilerim.
Her şey gönlünüzce olsun.

(1) http://www.edebiyatogretmeni.net/kertenkele.htm

(2) http://www.unisci.com/stories/20022/0516026.htm

9 Eylül 2008 Salı

İSLAM VE MÜSLÜMANLIK




Bu yazımda herkesin kelime olarak çok iyi bildiği fakat anlamına geçildiğinde farklılıklar olan İslam ve Müslümanlık kavramlarından bahsetmek istiyorum.
Günümüzde yaşananları dikkate alarak İslâm’ı eleştirenler, aslında İslam, ve Müslümanlığı aynı zannediyorlar. Aradaki farkı düşünmedikleri için yaşananları öne sürerek İslam’ı çağdışı görme, gösterme konumuna düşüyorlar. Halbuki İslam farklıdır, Müslümanlık farklıdır, mümin farklıdır. Bunu en iyi Kuran açıklıyor. Arap bedevilere hitaben; “Bedevîler: ‘İman ettik’ derler. De ki: ‘Siz iman etmediniz, bâri: ‘Müslüman olduk.’ deyin.” (Hucurat/ 14)
Sadece dil ile “Ben İslam’a girdim” beyanı, hatta bilgisiz, eğitimsiz ne olduğunu ne işe yaradığını bilmeden ibadet çalışmasında bulunmak bile, mümin olmaya yetmiyor. Din nedir, İslam nedir, Allah nedir, kimdir, nasıldır. Bunlar öğrenildikten sonra kişi özgür iradesi, Hüsnü kalp ile teslim olup gereğini yaşamaya başladıktan sonra kendisine ancak mümin denebilmektedir. Kuran bunu;
“Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin” (58/11)
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (39/9).
“Kulları içinde ise Allah’tan ancak alim olanlar korkarlar” (35/28).
“Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun” (21/7) Şeklinde açıklıyor
Müslümanlık; Kişinin İslam kavramından ve Resulünün anlattıklarından anladığı kadarıyla yaşama halidir. Bu nedenle her Müslüman’ın seviyesi farklı, anladığı farklıdır.
Günümüzde inançlarla ilgilenen kesimi şöyle kabaca incelersek iki tür insan yapısı görüyoruz.
1 – İnançları korkmak olarak gören, bu nedenle korkularından kendini kurtarmak için her duyduğunu, her okuduğunu din zanneden taklit ehli olan kesim. Bu kategorideki insanlar tefekkür çalışması yapmaz. Onların tefekkürü, vehme dayalı hayali kurgulardır. Araştırmaz. Öylece benimser.
2 – Din, inanç kavramlarını araştırarak ele alır. Sorar soruşturur. Kıyaslar. Nedenini niçinini öğrenmeye çalışır. Bir türlü bilgiye doymak bilmez. Vehimlerden ziyade sorularına akli, mantıki cevaplar bulmaya çalışır. Çok şükür ki az da olsa böyle kişiler hala mevcut.
Biz de inşallah ikinci gruba dahil olanları tanıyan bahtiyarlardan oluruz.
Bu noktadan sonra İslam nedir. Ne anlamak gerekir dersek, bence en akılcı tarifi Ahmed Hulusi yapmış;
"İSLÂM DİNİ", Allah indindeki, zaman üstü evrensel sistem ve düzendir!. Orijindir; asıldır, zamanla değişmeyendir.” Diye tarif etmiş. İnsanlık tarihindeki inanç orijini başından beri aynı idi. Sadece insanoğlunun zaman içinde Ruh-Bilinç anlamında geçirdiği evrelere göre tebliğlerde bulunulduğu ifade ediliyor.
Hani insan hastalandığında verilen ilaçlar vardır. Aynı hastalık bile olsa verilecek ilaçta etkin olma, yani kullanma süresi araştırılır. Kullanma süresi bitmiş ilaç, kullanıcıya faydadan ziyade zarar verir gerçeği vardır ya, inançlar da aynı konumda değerlendirilmiş. İnsanoğlunun kalbi, ruhsal, akli ihtiyaçlarına göre kitap ve peygamberler gönderilmiş. Ta ki artık gerekli olan tüm ihtiyaçların karşılandığı Dinin Kemale erdiğine karar verilinceye kadar. “..İşte bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamama erdirdim..(Maide/3).
İşte bu değişmeyen, peyderpey gönderilerek Hz. Muhammed ve Kuranla tamamlanan süreçte anlatılan sistemin adıdır İslam. Yeni bir kitap ve şeriat dediğimiz yeni kurallarla gönderilen her Resul, kendisinden öncekinin sürecini tamamladığını, yenilendiğini bildirmiş ve kendisine tabi olunmasını istemiştir. Hz. Muhammed A.S. ve Kuran'ın indirilmesinden sonra da diğer eski tüm inanç sistemleri geçerlilik sürelerini tamamlamış, kullanımdan kaldırılmıştır. Aklını kullanabilen insan, kendi geleceği için süresi geçmiş, bozulmuş, geçerliliğini yitirmiş sistemlere değil, en yeni, en bilimsel, en son sisteme tabi olması gerekir.
İslam’ı bu şekilde yeni kabul edenler Müslüman diye isimlendiriliyor. İslam’a girdikten sonra İslam dininin inceliklerinin eğitimi, öğrenimini tamamlayarak, bilinçli olarak ve inanarak yaşamına geçirenlere de mümin diye tarif ediliyor. Zaten Mümin; Allah’a ve onun kurallarına iman edip itaat eden demektir. Günümüzde Din eğitim ve öğretimi yapılmadığı için maalesef hepimiz müslüman seviyesinde kalmış durumdayız. Sadece biz değil, tüm dünya Ülkelerindeki İslam'a inananlar aynı konumda. Cehaletten İlme bir türlü geçemiyoruz. Onun için Din konusunda her kafadan bir ses çıkıyor. Her kesim İslam'ı kendi anlayışına göre tarif ediyor, kendisinden başka türlü inananları küfr ehli varsayıyor. Herhalde bu da Rabbimin ayırıcı hikmetlerinden biri.Demek oluyor ki; Sadece inanıyoruz işte deyipte kendi bildiği gibi yaşayan, bu zamanda böyle de olur mu canım.! diyen, kuralları, kavramları bilimle değil de kendi hezeyanları ile anlamaya, anlatmaya çalışanlar, okuduklarını, duyduklarını Kuran ve Allah Resulünün işaret ettiği, gösterdiği yönde değil de kendi yorumları ile değişiklikler yaparak yaşayanlar Mümin değil, kendilerine göre bir seviyede Müslümandırlar. Onlar için Allah; “…şüphesiz Allah kıyamet günü bunlar arasındaki hükmünü verecek (haklıyı haksızı ayıracaktır). Şüphesiz ki Allah her şeyi görmektedir” (Hacc/17). Uyarısında bulunuyor.
Allah her Müslüman’a, Orijinal İslam’ı öğrenmeyi, yaşamayı yani Mümin olmayı kolaylaştırsın inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun.

ORUCU KORUYUP KOLAYLAŞTIRALIM

Ramazana hayırlısı ile kavuştuk şükür. Şimdi Müslümanlar arasında hoş bir telaş başlamıştır. İftar sofraları için hazırlıklar, sahur için hazırlıklar, iftara çağrılacaklar, potansiyel çağırabilecekler için hazırlıklar. Teravihe gidilecek cami veya geçici mescitler için, mukabele, kuran okuma toplantıları için hazırlıklar, planlamalar. Sağlıklı ve kesintisiz tutulabilmesi için motivasyon telkinleri, Ramazan ve bayram için ev temizliği, giysiler vs. vs. Bunlar Ramazan ayının hoş gelen telaşlarıdır.
Benim en çok üzerinde durduğum ise tüm bu hazırlıklardan ziyade oruç ibadetidir. Kolay değil 20 saate yakın, bu sıcaklarda aç susuz kalmak, bu haliyle de işini aksatmamak, bu yetmiyormuş gibi insanlarla olan ilişkilerinde yumuşak olmak, incitici olmamak öyle söylendiği gibi kolay şeyler değildir. Tüm bunları yapabilmek için gerçek, saf bir inanç, ve mangal gibi de yürek gerekir.
Bu ramazanda oruç tutmak niyetinde olanları korkutmak için yazmadım bunları. Bu zorluklar inancı zayıf, veya inanmayanlar için geçerlidir. Yoksa Ramazan kolaylık ve bereket ayıdır. İslam’da zorluk yoktur. İnanan için kolaydır. Çünkü Allah onun kolaylığını da vermiştir.(1) Ancak kolaylaştırmak için verilen ruhsatlar, herkesin dilediği gibi davranması demek değildir.
Hani o iftarda ve sahurda aç kalacağımızdan korkup tıka basa yemeye çalışıyoruz ya , aslında gerçeği bilmediğimiz için yapıyoruz. Niyet dediğimiz faktör, beynin kendisine bağlı tüm birimlere talimat vermesini sağlar. Beklenti olmayınca yiyecek, içecek eksikliğinde alarm verilmeyeceği anlamına gelir. Yani, beden niyet unsuru ile kendini her türlü şarta hazırlayabilir, gereken önlemini de alır.
Bir hikaye vardır. Padişah bir gün hekimini çağırıp sorar;
- Bir günde ne kadar yemek yemeli?
Hekim cevap verir.
- Yüz dirhem yetişir. (Yaklaşık 320 gr.)
Padişah kızmış.
- Bu kadarcık bir şey ne kuvvet verir bre hekim? Deyince,
- Bu kadar yiyecek seni taşır padişahım. Bundan fazlasını ise sen taşırsın. Yani bu kadar yiyecek seni ayakta tutar. Buna sen ne eklersen onun hamalı olursun. Cevabını vermiş hekim.(2)
Bizim oruç ve açlık hakkında düşüncelerimiz de Padişahın düşüncelerinden farksız olmadığı için yemek yerken aşırıya gidiyoruz. Bu yanlış. Üstelik çok fazla yediğimiz için alışkın olmayan mide de ekşime yapıyor, gaz yapıyor daha fazla rahatsızlık veriyor.
Oruca niyet çok etkilidir. Mümkünse sesli olarak hatta odaklaşmayı sağlamak için kısa bir dua (mesela Rabbena Atina..), yahut bir ayet( mesela 3 ihlas), veyahut bir salavat okuduktan sonra yapmayı adet haline getirirseniz çok daha yüksek motivasyon sağlar.
Zorunlu değilseniz insanlarla bir arada olmaktan kaçının, mümkün olduğu kadar az konuşun. Zorunlu kaldığınızda kısa cevaplarla geçiştirin.
Kendinizi biraz sinirli, kırıcı, sıkıntılı buluyorsanız (Bu sigara, içki nedeniyle de olabilir, iş şartları nedeniyle de, psikolojik olarak ta. Sebep önemli değil.) fısıltı halinde; “Halim Allah, Selim Allah” kelimelerini dilinizden düşürmeyin.
İnancınızı, inandıklarınızı sorgulamaktan, cevap aramaktan çekinmeyin. RAMAZAN AYININ ÖZELLİĞİ, İNSAN BEYNİNİN ALGILAMA, KAVRAMA, AYDINLANMA KONULARINDA EN UYGUN ZAMAN BİRİMİ OLMASIDIR. Şunu iyi biliniz, sorgulamak ve araştırmak tefekkür demektir. Bir saatlik tefekkür, bir yıllık nafile ibadetten daha faydalı olduğu bizzat Resulallah tarafından bildirilmiştir.
Namaz ibadetine, bilhassa farz namazlara çok önem verin. Hiç namaz kılmıyorsanız ne olur, bir vakit olsun, hatta sadece sabah namazı olsun kılın. Bir vakit farz namazını yerine getirmenin, ömür boyu teravih namazı kılmaktan daha fazla getirisi vardır.(2) Müslüman olmamızın tescilidir namaz.(hadis) Başlangıç olarak bir vakitte olsa yerine getirin. Mahalle muhtarlığına bile kaydınızı yaptırmadığınızda ikamet belgesi çıkaramazsınız. Hüviyet belgesini göstermediğinizde kimseyi inandıramazsınız. İşte namaz da Müslüman’ın tescil belgesi gibidir. Gerçekten samimi iseniz Allah size gereken genişliği verecektir inanın. Aksi halde kendinizden başka kimseyi kandırmış olmazsınız.
Gerekli kitaplara veya internete yakınsanız Allahın isimlerinin manâlarını öğrenin, kendinizde hangi özelliğin az olduğunu düşünüyorsanız o ismi çok tekrarlayın. Mesela iradeniz zayıfsa ve sigarayı bırakmak istiyor, bırakamıyorsanız, “Mürid Allah, Kudüs Allah” isimlerini sabahtan akşama kadar işte, gezerken otobüste, fısıltı şeklinde tekrarlayın. Bir süre sonra bırakmanın ne kadar kolay hale geleceğini göreceksiniz. Okuduğunuzu anlamakta zorlanıyorsanız; “Alim Allah”, akılda tutmakta zorlanıyorsanız, “Hayy Allah, Kayyum Allah” zikirleri gibi. Bunlarda inanmak, yahut inanmamak önemli değildir. Herhangi bir ön şartta gerekmez. Bunlar beyin jimnastiğidir, Su içmek gibidir. İnanan da inanmayan da suyu içince kanar. (4)
Kuran okumayı, meal okumayı istiyor ama zaman ve imkan bulamıyorsanız artık o da kolay. Bir bilgisayara yakındanız, yahut bir mp3 çalar temin ederek internetten indirip kulaklığınızı takıp dinleme şeklinde bu ihtiyacınızı giderebilirsiniz. Dinlerken diğer işinizi de yapabilirsiniz. Merak etmeyin insan beyni yedi değişik konuyu aynı anda algılayabilecek kapasitede yaratılmıştır. Siz dinlediğinizi unutmuş, hatırlamıyor olabilirsiniz ama beyin onu kayda almıştır. Gerektiğinde size onu sunar inanın. Küçük bir mp3 player’a yükleyip yürürken otobüste, yemek yerken dinleyebilirsiniz. Mesela Kuranın Arapça haliyle İlhan Tok hatim mp3 benim favori dinletimdir. (5). Yine Elmalının Kuran mealini dinleti olarak isterseniz o da mevcut. (6)
Herkes zamanın ahır zaman olduğunda aynı görüşte olduğunu varsayıyorum, böyle olunca her an her şey olabilir diyerek ölüm ötesi hayatınız için her fırsatı değerlendirin. Pişman olmazsınız.
Oruç tutmanın sadece aç, susuz kalmak, gündüz cinsel ilişkide bulunmamaktan ibaret olmadığını, dedikodu gıybetin de en az onlar kadar önemli olduğunu unutmayın. İnsanlar hakkında, ya iyi yönlerini konuşun, yahut susun. Unutmuş, duyduğunda üzüleceği bir şey konuşmuşsanız, hemen içinizden pişmanlık tövbesi edin. Kendinizi cezalandırın. (İ.Gazali Hz. Yöntemi). Mesela hakkında kötü konuştuğunuz kişinin adına fakire sadaka verin. Unutmayın konuştuğunuz özellik o kişide olsa bile, yapılan şey gıybettir. Yoksa iftira demektir ki o daha kötüdür.
Yolda yürürken elden geldiğince başınızı kaldırmayın. Dikkatinizin farklı yönlere gitmesini engellemiş olursunuz.
Size yapılan müdahale ve tacizler karşısında sakın gurur yapmayın. Cevap bile vermeyin. La havle ve lâ kuvvete deyip arkanızı dönüp gidin.(Hadis) Unutmayın tüm bunlar, orucunuzdan bir fayda sağlamamanız için şeytanın önayak olduğu tacizlerdir. Muhatap olmayın.
Yanlışlığını görseniz bile kimseye müdahale etmeyin. Ancak bir insan sizden yardım ister, soru sorarsa detayına girmeden kısaca bildiğiniz kadarıyla cevaplayın. Bilmiyorsanız, bilmiyorum deyin. Unutmayın siz peygamber değilsiniz. Sizin sorumluluğunuz kendiniz ve mes'ul olduklarınızdır.
İnançlara muhalif konuların konuşulduğu konuşulduğu gruplara, toplantılara zorunlu değilseniz katılmayın. Yalnız kalmaya çalışın. Daha huzurlu olursunuz.(hadis)
Benim aklıma gelen ve uygulayıp faydasını gördüğüm davranışları yazmaya çalıştım. Umarım okuyanlar da uygulayıp faydasını görürler.
Ramazanın herkese sağlık, esenlik, huzur ve mutluluk getirmesini dilerim.
Her şey gönlünüzce olsun
Not;
1 - Bakara/185, İnşirah/5)
2 – Gülistan – Sadi (1213-1292)
3 – Ş.Abdülkadir Geylani Hz.

4 – Dua ve zikir Ahmed Hulusi.
5 -
http://www.hasenat.net/ilhantok.htm Kuran Arapça hatim
6 -
http://www.ankebut.net/9999, 1748, Kuran-i-Kerim-Sesli-Meal-Yusuf-Ziya-Ozkan-PC-CDROM.html Sesli meal hatim.

30 AĞUSTOS - BİR ZAFERİN YALNIZLIĞI




Günün anlam ve önemini anlatan bir yazı yazmayı uygun bulmuştum, word dosyasını açarken! 30 Ağustos, Zafer Bayramı… Başkomutanlık Meydan Muharebesinden, Anafartalar’dan dem vuracaktım biraz. Ancak parmaklarım klavyede dolaştıkça, aslında 30 Ağustos’un çok daha farklı bir yanının olduğu dikkatimi çekti. 30 Ağustos çok yalnız bir bayram olup çıkıvermiş, biz fark etmeden.
Milli günlerimizi hepimiz biliyoruz, 29 Ekim’in şiirlerini, 10 Kasım’ın matemini, 23 Nisan ve 19 Mayıs’lardaki organizasyonlarını... (Yeni yeni gündem malzemesi yapılmaya çalışılan kız kıyafetlerini)
Ancak 30 Ağustos öyle bir gün değil. Onu diğerlerinden ayıran önemli bir detay var. 30 Ağustos günü, okulların eğitim öğretim yılı kapsamına girmiyor ne yazık ki… Bu sebepten de, 30 Ağustos’u sadece gazete başlıklarında veya haberlerde üstten geçiştirilen bir konu olarak görebiliyoruz. (elbette Köşk’te bir 30 Ağustos krizi patlak vermiyorsa…)
Şimdi burada bunun doğruluğunu veya yanlışlığını tartışmalı mıyız? Eğer aklınıza gelen ilk soru şuysa, evet tartışmalıyız. “E ne yapalım, okullar gösteri yapmayınca biz nasıl kutlayacağız?” Peki, Milli Bayram olarak nitelendirdiğimiz bugün, sadece çocuklarımız bayrama hazırlansınlar da biz de gidip izleyelim diye mi ilan edildi? Koskoca bir Zaferin, bir Ülkenin doğuşunun kutlanılması gerçeğini, ne zaman bir çocuk müsameresi bahanesine çevirdik biz?
Amerika’nın geçmişinin, Türklerin geçmişi kadar eski olmadığını söylerler, haklıdırlar da… Ancak kültürel bir kazan olmaları ve herkesin kendince bir dini ve milli takvim izlemesi dışında bir gerçek vardır ki ona da 4 Temmuz deniyor… Tıpkı bizimki gibi bir Kurtuluş Günüdür onların bayramı da. Ve bizimki gibi okul yılının dışında gerçekleştirilir. Ancak kutlamalarda gerçekleştirdikleri organizasyonlar, neredeyse yılbaşını aratmaz. Çocuklara bile sakal taktırıp Lincoln kılığına sokarlar o sıcakta. Ne için, kurtuluş günü için. Bu durumda bizim balkonun köşesinden sarkan o bayrak, belki içeriğinde bir ulusu ihtiva etse de, en az kutladığı bayram kadar yalnız duruyor.
Böyle bir günün kutlamasını bu kadar üstten geçiştirmek ve olası bir bayrak töreni eksikliği için çocukların arkasına saklanmak bize göre değil. Biz böyle değiliz.
Evde mantı yaptığınız bir günde çocuğunuzun önüne kereviz koyarak “Tabağındaki bitecek, kereviz çok faydalıdır.” diyemezsiniz. İnandırıcılığı yoktur. Benzeri bir mantıkla da, evde yayılmış klima karşısında otururken, “30 Ağustos sana Türk olduğunu gösteren bir gündür.” demek de aynı inandırıcılığa sahiptir. Ama bir tabak kerevizin sebep olduğu yemek seçme huyunun aksine, bu sefer “vatani ve milli değerlerden yoksun” bir çocuk yetiştirmiş olursunuz.
Bundan kurtulmanın yolu, yine bizden geçer. Morfin tesirli bir dünyadan çıkıp, kendi başımızın çaresine bakmamızın zamanıdır. Nelere sahip olduğumuzun farkına varmamızın, değerini bilmemizin ve bunu en harika şekilde dünyaya göstermemizin zamanıdır. 30 Ağustos’u bir balkon bayrağına sığdırmaya çalışmaktan vazgeçerek, özündeki hazzı duymak için harekete geçmemizin zamanıdır.
Elimizdeki değerlerimizin, 30 Ağustos’larımızın kıymetini bilelim. Çünkü kendimizi toparlamadan bu Zafer Bayramı’nı yitirirsek, yenisini kazanmamız için çok fazla KAN kırmızı bayrak gerekecek…
30 Ağustos zafer bayramımız herkese kutlu olsun.

2 Eylül 2008 Salı

RAMAZAN SOHBETLERİ

Ramazanın yaklaşması ile birlikte hemen her alanda hummalı bir hazırlık görülüyor. Müslüman olup oruç tutacak olanlar şimdiden kendilerini motive etmeye, esnaf Ramazan nedeniyle talep edilecek malları temine, basın daha fazla tiraj için dini yayınlar, programlar yapma hazırlığında.
Ramazanda ben de kendimce ne yapabilirim diye düşündüm. Sonunda sohbet şeklinde kısa bloglar yazmaya karar verdim. İnşallah seçtiğim konularda hem bilgilerimizi paylaşmış olmayı, hem de okuyan arkadaşlarımın sohbete katılarak yazacağı yorum katkılarıyla hep birlikte Ramazanın feyzinden, bereketinden faydalanmayı umuyorum.
Konular, her zaman iç içe olduğumuz kavramlardan oluşacaktır. Çoğunu zaten biliyor olacaksınız. Zaten amaçta bilgileri tazelemek değil mi?
Ramazanın önemi; Kuranın indirildiği ay olması, oruç ayı olması, Rahmet ve mağfiret ayı olması hasebiyle çok büyüktür. Bu ay tutulması farz olan Oruç ibadeti hakkında ki bilgileri yazmıştım. Dileyen inceleyebilir. (1)
Bir hususu özellikle belirtmekte yarar görüyorum. İbadet dediğimiz çalışmalar tamamen kendi menfaatlerimiz, ihtiyaçlarımız için önerilmiş çalışmalardır. Allahın bunlara bir ihtiyacı yoktur. Namaz hariç tüm ibadet çalışmaları bu dünya yaşamında beyin ve bedensel sağlığımız için asgari düzeyde zorunlu çalışmalardır.
Mesela Oruç, bedenin günlük enerji tüketimini asgariye indirerek beynimizin daha rahat ve güçlü bir şekilde çalışmasını temin ve bedenin de sıhhati için bakıma alınması amacına yöneliktir.
Mesela Zekat, sahip olunan maddi varlığın fazlası üzerinden paylaşılarak toplumdaki bireylerin huzur ve güveni arttırma amacıyladır. Duymuşsunuzdur, bir kişi hakkında başkasının yaptığı duayı Allah geri çevirmez derler. Özel istek dualarında bile önce fakire sadaka, tanıdıklara hediyeler verip, peşinden de namaz kılarak ve sabırla yapılmasını önerilir.
Mesela Hacc, Dünyayı kuşatan pozitif ley hatlarının kesiştiği nokta olan Kabe ve Arafat bölgesi, yıldız konumları itibarıyla da yayınımı en yüksek seviyeye çıktığı bir zamanda, o bölgede bulunanların ruhlarına daha önce işlemiş günah dediğimiz negatif enerjinin deşarjını sağlama amacıyladır.
Mesela Kelime-i şahadet, İnanan bir insan için kesin doğrunun Allaha inanmak, Resulünün onun tarafından özel olarak görevlendirilmiş olduğunu kalp ve dille ifade etmek demektir. Bir bilim adamı laboratuarda bizzat deneyip ispatlayarak edindiği bilgiyi nasıl kesin doğru olarak benimsiyor ve güveniyorsa, İnanan kişide artık Kuran ve Resulünün verdiği bilgileri ve önerilerini aynı şekilde benimsemiş olduğunu, güvendiğini idrak etmesi, beyanı demektir.
Mesela namaz ki en önemli ibadet çalışmasıdır. Çünkü her iki alem içinde vazgeçilmez önemde bir ibadettir. Dünyada yapılan her çalışmanın getirilerinin ruh- bilincimize yüklenebilmesi ancak bu yolla mümkündür. Namaz çalışmasını yerine getirmediğiniz takdirde ne kadar iyilik yapmış olursanız olun, getirisini ancak bu dünyada elde edebilir, kullanabilirsiniz. Ölüm ötesi alemde mahrum kalırsınız. Bir örnekle açıklamak gerekirse; Namaz kılarsanız ahiret boyutunda 30 – 35 yaşında sağlıklı, güçlü bir insan gibi yaşamayı, veya kılmazsanız aynı yaşlarda ama yatalak, kötürüm, ölümcül derecede hastalıklı yaşamayı seçmek gibidir.
Mesela zikir, kelime ve cümle tekrarları yöntemleriyle beynin belli bölgelerine müdahale etmek, ihtiyaç duyulan merkezlere ek enerji yüklemek amacına yöneliktir.
Mesela abdest, vücudun dışa açık kısımlarını ıslatarak derinin osmoz yolu ile ek enerji üreterek beynin enerji ihtiyacını rahatlatma amacını güder. Çünkü beyin vücudumuzun en fazla enerjiye ihtiyacı olan ve tüketen bölümüdür Sadece temizlik amacı olsaydı teyemmüm nasıl açıklanabilirdi. Çünkü teyemmüm taşa toprağa dokunmaktır. Bu şekilde hiç değilse bedendeki negatif enerji fazlalığının deşarjını sağlar. Hatta ölünün yıkama nedeni de Ruh hemen bedenden ayrılmadığı yaklaşık 2 – 3 gün irtibatı devam ettiği için bir müddet daha vücutta az da olsa enerjinin olmasını sağlamaya yöneliktir.
Söylemeye çalıştığım İslam dininin önerdiği her ibadet çalışmasının bir nedeni, bir getirisi vardır. Fakat aynı şekilde de İslam’ın yasakladığı hareketlerde bulunmanın da bir nedeni ve bir götürüsü vardır. İbadet çalışmalarının yapıldığı halde Yasaklardan sakınılmadığı bir yaşam türü; Kuran tabiri ile kişiye yük olan, işe yaramayan, yorgunluk yaratan anlayıştır. (3) Hani derler ya elekle su taşımaya benzer.
Unutulmaması ve kabul edilmesi şart olan şey; Her iki yaşamda da duygusallık yoktur. Ne kadar, neyi doğru olarak yapılıyorsa onun faydasını, ne kadar, neyi yanlış yapılıyorsa onun da zararını mutlaka görüleceğidir. Bu konuda, bilmiyordum, öğretmediler, bulamadım, yapacaktım, özür dilerim gibi mazeretler yoktur. Ahiret boyutuna geçtikten sonra artık telafi etme şansı da yoktur. Çünkü geri dönüp yararlı işler yapma sözünün geçersiz olduğunu yine Kuran açıklıyor.(2).
İşte Ramazan sohbetleri adı altında Ramazanın feyzini, onun huzur verici aydınlığını hissetmek, hissettirmek istiyorum. Sizlerde katılırsanız minnettar olurum.
Her şey gönlünüzce olsun.

(1) http://ekabir.blogcu.com/oruc-ibadeti_4316335.html

(2) Nihayet her birine ölüm geldiği vakit diyecek ki; Rabbim döndür. Döndür beni döndür. Belki ben o bıraktığında(Dünya da) Salih bir amel işlerim. Hayır. Hayır. O boş bir kelimedir ki onu o söyler. Önlerinden ise bir berzah(Perde) vardır. Ta.! ba’s olacakları (Diriltilecekleri) güne kadar….. (Mü’minûn 99/100)
(3) Namazlarını ciddiye almayanlar..(Maun/5) Nice ibadetlerle meşgul olanlar vardır ki, ellerinde kalan sadece yorgunluk ve uykusuzluktur. (İbn-i Mace, Darimî, Nesaî, Ahmed) ...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

MİRACTAN ANLADIĞIM



Recep ayında ikinci kandil olan mi’rac kandilini idrak edeceğiz inşallah. Bu vesile ile mi’rac olayından bahsetmeyi, anlayabildiğim kadarını paylaşmayı istedim.
Kuranda bir sureyi isimlendirerek önemine vurgu yapılan bir hadise. Yalnız olayı doğru algılayabilmek için farklı bir ilim sahibi olunması gerekir diye düşünüyorum. Yaşanan hadise akli ilimlerle değil, İlahi İlimlerle ilgili, yani imanla ilgili bir husustur. İlahi ilimlerin ise ehil olarak yaratılmış olanların dışında kimsede olduğunu sanmıyorum.
İşte ben de mi’rac olayını, Kur’an da açıklandığı şekliyle kabul edip farklı bir alandaki açıklamaya geçmek istiyorum.
Resulallah; Mü’minlerin mi’racının NAMAZ olduğunu açıklamış. Beni en çok bu konu ilgilendiriyor.
Mi’raç, merdiven gibi aşama aşama yükselmeyi ifade eder. İnsanın da yaratılış gerekçesi olarak Allah’ı bilmesi, Allah’a ulaşması amaçlanmış. Yani Mi’racın, İnsanın Allaha ulaşmasının aşamalarını işaret ettiğine inanıyorum.
Allah’a ulaşmanın anahtarı da, SALAT, yani NAMAZ olarak bildiğimiz ibadet çalışması olduğunu düşünüyorum.
Nitekim Resulallah; Bizimle onlar (kafirler,münafıklar) arasındaki fark, kılmayı taahhüt ettiğimiz namazdır.” Demiş. Bazı büyük veliler “Mi’racı olmayan namaz; namaz değildir” gibi sert ifadeler bile kullanmışlar.(A. Geylani Hz.)
İşte bence bizlerin önem verip, dikkat edilmesi gereken asıl önemli husus bu olmalıdır görüşündeyim.
Yapılan her ibadet çalışmasında Ruh’a yüklenen bir enerjinin varlığını, bu enerjinin de ölüm ötesindeki sonsuz yaşamda insanın varlık gücünün tek kaynağı olduğunu biliyoruz. Bu da demektir ki zamanımızdaki gibi “NAMAZ KILMADAN DA MÜSLÜMAN OLABİLME” anlayışının, SON DERECE YANLIŞ, TEHLİKELİ, TELAFİSİ MÜMKÜN OLMAYAN BİR HATA olduğu anlaşılıyor. Namazsız ölüm ötesine geçmek demek, bir anda mayo ile kutup ortamında yaşamaya başlamak demek gibi geliyor.
Mi’rac hadisesinin, insanlarda uyandırması istenen asıl gerçek bu bence. Namaz dışındaki tüm ibadetlerin dünyevi yaşam için getirisi söz konusudur. Sadece namaz ile bu kazanımlar Ruh- Bilince yüklenebilmekte, sonsuz yaşamda kullanılabilir hale gelmektedir.
Allahın Resulüne de Mi’racta, zaman ve mekanın olmadığı noktadan, yaratılmış varlık aleminin başından sonuna kadar her şeyi fiilen müşahede ettirilmiş, İnsan için bu aşamalarda ihtiyaç duyduğu en önemli şeyin namaz olduğunu bizzat gösterilmiş, O da bizlere en kıymetli hediye olarak fark etmemizi, değerlendirmemizi söylemiş öyle değil mi? Yoksa Namaz ibadeti önceki ümmetlere de önerilmişti. Yani, bilinmeyen bir ibadet değildi. Ancak ne kadar önemli olduğu, Mi’rac tan sonra ortaya çıktığı görüşündeyim.
İslam dinini kabul etmiş her müslümanın namazı; Yaşadığı sürece her türlü yaşam ortamında dahi ihmal etmemesi gereken bir ibadet olarak benimsemesin şart olduğu anlaşılıyor. İdeal olanı beş vakit olarak önerilmiş. Daha fazla da yapılabileceği gibi (ki 50 vakte kadar çıkabilir diye düşünebilirsiniz.) Fakat az da olsa yani Bir vakit bile olsa mutlaka ve mutlaka yapılması gerekir. Bu konuda Ahmed Hulusi’nin örneğini çok anlamlı buluyorum. Aynen şöyle diyor.
“ Bir şeyi hiç yapmamaktansa biraz olsun yapmak, neticede kazançtır!
Siz dükkanınızı açtığınız zaman, işyerinize geldiğiniz zaman, "bugün 100 milyon kazanıcam, 5 milyon kazanıcam, 10 milyon kazanıcam" deyip de bunun 10 da birini kazandığınız zaman"; olmaz, bu benim hedefim değildi; istediğim değildi", diye geri mi çeviriyorsunuz?
Hayır!
Alabildiğiniz, kârınızdır!.
Öyleyse şu dünya yaşamı içinde, bu Dünya mücadelesi, savaşı içinde yapabildiğinizi yapın..”
Herkesin mi’rac gecesini candan kutlar, feyzinden gereği gibi yararlananlardan olmalarını dilerim.
Her şey gönlünüzce olsun.

3 Haziran 2008 Salı

TÜRKÇE İBADET, TÜRKÇE EZAN – 3 –

Konuyu irdelemeye devam ediyoruz. Yapılan araştırmalardan açığa çıkan gerçek; Türkçe ibadet, Türkçe ezan diye ısrar edenler, kesin olarak İslam’ın ruhundan haberi olmayan, ya art niyetli, ya da farkında olmadan bilgisizliğinden dolayı art niyetlilerin yardımcıları durumuna düşen kişiler. Zaten amaç Dinde gelişme, Dini kavramları anlamak olsa idi, dilimize çevrilmiş birçok kaynak eserden faydalanabilirlerdi. Hani derler ya; Namazda gözü yok ki ezanda kulağı olsun hesabı, ne istediklerinin farkında değil gibi davranıyorlar.
Bu gibi dileklerde bulunan kardeşlerim varsa ve art niyetli olmadıklarını ileri sürüyorlarsa, bir zahmet kendilerin de bir denesinler, Hatta hoşlarına giderse devam da etsinler. Daha önce de bahsettiğim gibi İslam; Kişinin bizzat kendisine yapılmış bir tekliftir. BEN böyle anladım, böyle uygun gördüm, böyle yapıyorum diyerek kendince bir yol çizebilecekleri tercih hakları vardır. Bu konuda herkes istediği şekilde inanabilir. Kendinizce bir din de uydurabilirsiniz. Nasıl olsa karşılığını da siz yaşayacaksınız. Ancak diğerlerine karışmayın lütfen.
Bir konumu daha tekrar yazmamda yarar var. Ben Ulema veya Alim falan değilim. Okumayı, araştırmayı, düşünmeyi seviyorum. Alim olarak tanınmış insanların bıraktığı eserleri okuyup kendime en doğru İdrak’i oluşturmaya çalışıyorum. Herkes için geçerli olan benim içinde geçerlidir. Çıkarımlarım, bulduğum sonuçlar sadece beni bağlar. Düşüncelerimde hatalı, yanlış bir husus varsa belki benden daha bilgili insanlar beni ikaz ederler ümidini taşıyorum. Kendimce doğru bulduklarımı da burada paylaşmaya çalışıyorum. Bu böyle biline.
Biz orijinal haline inananlar olarak, Kur’an da; beğendiklerini alan, beğenmediklerini almayanlar diye tarif edilenlerden olmak istemiyoruz. Biz, İslami görüş ve düşüncelerimizi, ilk geldiği şekilde olan orijinal haliyle kabul ediyoruz. Kur’an kolayınıza geleni okuyun diyor. Bize böyle kolay geliyor. Her yaşanan devre göre Alimlerimiz yeni görüşler, farklı yorumlarla ufkumuza her an yeni bir görüş, yeni bir bakış açısı getiriyorlar. Bilgilenmek için kaynak çok. 1400 yıldır binlerce tercümeler yapılmış. Eserler yazılmış. Bu konuda da bir sıkıntımız yok.
Bakın son olarak yine Elmalılı A.Hamdi Yazır, Tefsirinin 4 ncü cildinin 2997 İnci sayfasında Rad suresinin 37 inci ayetinin açıklamasını yaparken ne diyor;
” Esas itibarı ile bütün ehli kitaba ferah verecek ve üzerinde ittifak edilecek müttefekunaleyh usulü ve muvafık-u muhalifi seçecek füru’ ve şuabatı ihtiva eden ve bütün hedefi Tevhid ile Allaha rücu olan bir indirişle Arabiyyen bir hüküm yani Arab lisanı ile ifade edilmiş ve bu şart ile bütün ihtilafa ta hakim _bir kanun olarak indirdik onu_...
İşte Kur’an böyle her kitabın fevkinde ve bütün milletler üzerinde hakim bir kitab-ı haktır. Bununla beraber Arapçadır. Arap lisanı ile nazil olmuş ve natık olduğu ahkamı hak, Arabi olarak ifade edilmiştir. Ve hakimiyeti nazmi Arabisi ile meşruttur. Binaenaleyh, diğer kütüb-ü münzelenin Kur’an’a muhalif olan Kur’an’ ın tasdikine iktiran etmeyen, ahkamıyla amel caiz olamayacağı gibi, Kur’anın tercemelerinede bu hakimiyet isnat edilemez. Ve doğrudan doğru onlardan ahkam istin batına kalkışmak da doğru olmaz. Hüküm, asıl münzel olan nazmı Arabisinindir. Demek ki Kur’an yalnız tilavet olunmakla kalmamalı mucibince beyennas icrayı hükm -ü hukûmet de edilmelidir.”.
İsterseniz dilini güncelleyelim;
(esas itibariyle bütün ehli kitaba ferah verecek ve üzerinde ittifak edilecek temel ilkeleri, aslına uygun olan ve aykırı düşen bütün ayrıntıları tek tek ortaya koyan ve bütün hedefi tevhit inancıyla Allah'a yönlendirmek olan bir indirişle Arapça bir hüküm, yani Arap diliyle ifade edilmiş ve bütün anlaşmazlıklar üzerinde hakim bir kanun, incelikleri çözmede bir hikmet olarak indirdik onu. İşte bu özelliklerle indirildi sana indirilen bu kitap ya Muhammed!
Kur'ân işte böyle her kitabın üstünde ve bütün milletler üzerinde hakim bir hak kitaptır. Bununla beraber Arapçadır. Arap diliyle indirilmiştir. Dile getirdiği ilâhî hükümler Arapça olarak ifade edilmiştir. Hükmünün geçerliliği Arapça olan aslına uygunluk şartına bağlanmıştır. Bundan dolayı daha önce indirilmiş olan semavi kitapların, Kur'ân'a uymayan, Kur'ân'ın onayından geçmeyen hükümleri ile amel etmek caiz olmayacağı gibi, Kur'ân'ın tercümelerine de bu hakimiyet isnat edilemez ve tercümelerden doğrudan doğruya hüküm çıkarmaya kalkışmak da doğru olmaz. Hüküm ancak Arapça indirilmiş olan aslına aittir. Demek ki, Kur'ân, yalnızca tilavet edilmekle kalmamalı, mücebince amel edilip, bütün hükümleri insanlar arasında icra edilmelidir. (Maide Sûresi'nde (âyet 48) ve Nisa Sûresi'nde "Gerçekten de Biz sana bu kitabı indirdik ki, insanlar arasında, Allah'ın sana gösterdiği gibi hükmedesin diye...").
Anlayabildiniz mi şimdi neden Arapça’dan başka herhangi bir dille ibadet edilemeyeceğini? Dini yaratan; “ Ben böyle karar verdim, böyle hükmettim, böyle uygun gördüm” diyor. Şayet O’na inanacaksan, Onun istediğine uyacaksın. Tabii O’na inanmaya mecbur da değilsin. SEN Ondan daha iyisini biliyorsan dilediğini yapabilirsin. Ama lütfen Onun istediği gibi yaşamak isteyenlere de karışmayın.
Allah hepimize hidayet ihsan etsin. Doğru bilgilere ulaşmayı, kavrayabilmeyi, idrak edebilmeyi, ihlasla amel edebilmeyi nasip etsin İnşallah .
Her şey gönlünüzce olsun.

TÜRKÇE İBADET, TÜRKÇE EZAN – 2 –


Türkçe Ezan, Türkçe ibadet konusuna devam ediyoruz. Ne demiştik ? Bu tezi ileri sürenlerin, İslam’ı tanımadıklarını, zihnin vehimleri ile uydurulan birçok batıl hikaye ve hurafelerle içi doldurulup bir DİN kavramı yaratıldığı veya Din kavramına bakış açıları bu tarzda olan kişilerin, İslam Dinini de bunlardan biri gibi kabul ettiklerini yazmıştık. Yani Din kavramı-2 yazımda bahsettiğim felsefi bakış açısı ile Din kavramını değerlendirmek diyebiliriz.
Aslına bakarsanız doğru dürüst araştırıp okuduklarını da sanmıyorum. Öyle olsaydı “Eğer kulumuza kısım kısım indirdiğimiz Kur’an’dan bir şüphede iseniz, Haydi onun ayarından bir sure meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, eğer sıddıksanız bunu yapın. Yok yapamazsınız (ki hiçbir zaman yapamayacaksınız.) (Bakara/ 23) meydan okuma ayetini okumuş olurlar, böyle bir şeye kalkışmanın bile ŞİRK olduğunu, KÜFÜR olduğunu anlamış olurlardı.
Türkçe Ezan ve Türkçe ibadet konusunda o günün yetkililerinin fetva arayışı içine girdiklerini görüyoruz. Halkın ezici bir çoğunluğu Hanefi mezhebinden oluşu, İmam-ı Azam Ebu Hanefi Hz. erinin de belli bir süre, yani Arapça öğreninceye kadar kısa bir süre farklı bir dille ibadete izin vermesini kendilerine delil olarak aldılar. Halbuki Ebu Hanefi hz. leri daha sonra bu içtihadından vazgeçmiş, diğer müctehidlere katılmıştır (İbnu'l-Humam, Feth, I/201).
Yürütülen çalışmalara baktığımızda 1932 de camilerde okutulan Türkçe Kuran; Cemil Sait’in Kasimiriski’nin Fransızcaya çevirisi yapılmış Kur’an’ın oradan Türkçeye çevirisi olduğunu görüyoruz. Bundan anladığımız esas amacın, Kur’an’ı Türkçeye çevirmek değil, İbadet dilini Türkçeye çevirmek olduğunu anlıyoruz. Çünkü Atatürk’ün emri ile görevlendirilen Elmalılı A. Hamdi Yazır hoca ancak 1935 – 1938 yılları arasında çalışmasını bitirmiştir. Halbuki Camilerde Kur’an’ın Türkçe okutulmaya başlaması 1932 yıllarında başlamıştı.
Bu çalışmaları yapanların İslam dinini gerçekten bilmediklerini Namaz ibadeti ile Duayı karıştırmalarından da anlıyoruz. İkisi birbirinden çok farklıdır. Dua her dilde yapılabilir. Kişinin Allah ile diyalogudur. Namaz ise kişinin Ruhunun ahiret boyutuna hazırlanması, selameti için yapılan bir çalışmadır. Aslına bakarsanız bugün bile dua’yı eksik anlıyoruz. Dua etmeyi; Medine dilencisi gibi elleri açıp Allah’tan “ Bana şunu ver bana bunu ver, şunu şöyle yap bunu böyle yap” der gibi bir pozisyon sanıyoruz.
Yeniden konuya dönersek, İbadet dilinin neden farklı bir dil olamayacağını Prof Dr. Hayrettin Karaman hocam gerekçelerle açıklamış; İslam evrensel bir Din olup, genel anlam taşıyan değiştirilemez şiarları vardır diyor.
1. Besmele,
2. Selam,
3. Dini günler ve bayramlar,
4. Ezan,
5. Kıble,
6. Cuma namazı,
7. Cemaatle namaz,
8. Cami ve minare,
9. Kur'ân-ı Kerim,
11. Hac ibadeti,
12. Peygamber Sünnet'i Gibi İslam’a ait işaret ve semboller umumidir. Hiçbir millete, kişiye özgü değildir, diye gayet net olarak yazmış. Bunu da anlamayacak bir insanı zaten Allah, akli baliğ değil diye sorumlu tutmaz. Gönlünüz ferah olsun.
Allah, Kur’an ı okumayı, anlamayı kolaylaştırdık diyor. Kolayınıza geleni okuyun diyor. Günümüzde birçok canlı şahitleri var ki 5 yaşındaki bir çocuk, tamamını ezberleyip hafız olabiliyor. Sizce bu yeterli değil mi? İllaki kabul etmiyorsanız da o artık sizin seçiminiz olur.
Günümüzde de hala Türkçe ibadet, Türkçe Ezan diye tepinenleri görüyoruz. Kendiler Türkçe ibadet etmişler de kim engellemiş bilmiyorum. Her insanın inancı kendisinedir. Kimse kimsenin inancına karışamaz diyeceksiniz, sonra kalkıp eski MGK genel sekreteri Tuncer Kılıç paşa gibi “Türkçe ibadet olmadıkça irtica sürecek” beyanatları vereceksiniz, Erol Evgin’in okuduğu şiirden sonra “Atatürk bugün olsaydı Türkçe ibadet olurdu” şeklinde ki veciz sözünü, Sn. Necdet Sezer gibi neredeyse ayakta alkışlayacaksınız.
Allah aşkına ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Kime kafa tuttuğunuzun farkında mısınız? Atatürk verdiği emirle tefsir ve çeviri çalışmalarını yürüten A. Hamdi Yazır'ın işini bitirmesini bile beklemediler. Keşke Atatürk sağ olsaydı. Hiç değilse işi bilenlerle çalışır, insanları bir inanç kaosuna sokmazdı.
Hani bir söz vardır bilir misiniz; Cahil ile sohbet zordur bilene, Zira ne gelirse söyler diline. Nasıl anlatmalı bilmem ki. Hani diyorum madem bu kadar meraklısınız, siz bizzat kendiniz bir uygulayın. Yalancıktan da olsa alnınız bir secde görsün, Hayır onu bile yapmazlar. Yapamazlar.
Yalnız bir hususu unutmayalım. Asgari zorunlu Arapça orijinal halinde olması gereken AN; Salat(Namaz) anı, Çağrı olarak Ezanın okunma anı, zikir çalışmasının yapılma an’ını göz önünde bulunduruyoruz.
İbadet yapılan zaman birimini; Bir sanatçının sahnedeki zamanı gibi algılamak gerekir. Sanki Allah’ın karşısındaymış gibi ciddi, uyanık, vakûr olunan, mümin’in miraç anı diye tarif edilen zaman birimini konu ediyoruz. Bu anlar tefekkür yapılan, düşünülen, araştırılan, tartışılan zaman birimi değildir. Sahnedeki sanatçı söyleyeceği parçanın provasını seyircisinin karşısında sahnede yapmaz. Daha önce gereken hazırlığı, çalışmalarını yapmış, elinden gelenin en iyisini sunmak üzere sahneye çıkmıştır artık.
İşte ibadet anı dediğimiz an; Tüm hazırlıklarını yapmış, kendisine tebliğ edildiği şekilde gereğini yerine getirdiği zaman birimidir. İbadet haricindeki tüm zamanlarında bilmesi gerekenleri öğrenmesi, tabii ki bilimin son verileri ile ve anlayacağı, idrak oluşturacağı biçimde olacaktır. Biliyorsa orijinal Arapça ana kaynağından, bilmiyorsa doğruluğuna inandığı güvendiği alimlerin açıklamaları ve çevirilerinden faydalanacaktır. Bunun aksini düşünmek, ibadet dışında da anlamadığı dilde papağan gibi tekrar çalışması, ne akla ne mantığa uygundur.
Şimdilik burada kesiyorum. Bu konuya yine devam edeceğim inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun.