16 Ekim 2008 Perşembe

İNSANIN YARATILIŞ MACERASI


Bir evrimdir tutturuluyor. Doğru, bir evrim var ancak ileri doğru mükemmele doğru değil; tam tersi geriye, bozuluma, doğru bir evrim. Bakın bence işin doğrusunu yazayım da, sonra neye inanacağınıza siz karar verin.

İnsan dediğimiz varlık yani biz, ilk yaratıldığında mükemmel olarak yaratılmış ve en üstün konumdaydık. (Çünkü ilk yaratılan Resulallah’ın nuru idi. Tüm yaratılanlar onun nurundan yaratılmıştır.) Bugünkü gibi sadece beş duyusu ile değil, basiret dediğimiz kalp gözü açık, eskilerin müşahede dediği diğer yakın boyutları da algılayabilecek yetenekteydik. Dolayısı ile hem akla, hem ruha sahip olan insan, yöneldiği her şeyin aslını idrak ediyor, yani kaynağının Allah olduğu idraki içinde dilediğince bir cennet hayatı sürebiliyordu. Henüz inanç kavramına gerek olmadığı için sorumluluk yoktu, dolayısıyla ibadetler falan da yoktu.

Ancak nefsine düşkün, aceleci ve bencil özellikleri de kendisinde olan insan, Yaratıcısının kendisine sunduğu özgürce yaşama, karar alabilme gücünü sistemin gereği gibi değil, nefsinin istekleri doğrultusunda kullanmaya yöneldi. Kendini bağımsız bir birey ve üstün görme güdüsü ile tüm vaktini ve ilgisini dünya ve kendi hayatına yöneltti. Giderek daha önce bizzat görebildiği fiilleri oluşturan sebepleri ve yaşam sürecinin ölüm ötesi aşamasını unuttu. Tıpkı hayvanlar gibi yaşamın sadece dünya boyutu olduğu zannını benimsedi. Çünkü hem beslenme zincirinin en üst basamağında yaratılmış, hem de kendisini engelleyecek bir neden kalmamıştı.
İşte zaman, çevre ve program gereği algılama düzeyi doğal olarak beş duyu seviyesine geriledi. Çünkü biyolojik beyindeki algılama sinir merkezlerinin, kullanılmazsa körelip kapanacağını düşünemedi. Artık fiilleri meydana getiren sebepleri bizzat görerek değil, aklını, zekasını, vehim hayal gücünü kullanarak çözme zorunda kaldı.

Algıladığı şeylerin aslını görerek idrak edebilme yeteneğini kaybederken vehim ve hayal yetenekleri gelişme gösterdi. Artık insan oğlunun tek rehberi akıl, hayal gücü, zeka yetenekleri haline geldi.

Fakat ne yazık ki bu, Allah’tan kopma ve uzaklaşma diyebileceğimiz sonucu meydana getirdi.Yani sadece madde boyutu ile sınırlı, son derece yetersiz algılama konumuna düştü. Halbuki madde evrenini meydana getiren yaşatan idame ettiren bir üst boyuttu. Üstelik ölüm değişiminden sonra yaşayacağı yer de orası olduğu halde bu gerçeği fark edebilmekten uzak kaldı. Eğer insan aklına onun Allah’tan gelme bir nimet ölçüsünde bakıp onu her an harekete geçirenin Allah olduğunu görseydi bu basiret içinde insanın dönüşü Allah’a olur, aklından ve diğer şeylerden bir bakıma koparak kendisinden alınan müşahedeye tekrar mazhar olabilirdi.
Ahmed Hulusi Üstadın dediği gibi artık sistemi okuyamayan insan bir nevi gözleri bağlı gibi son derece kısıtlı bir ortamda yaşamaya başladı.
Zaman geçtikçe problemlerini çözmek için kullandığı aklına dört elle sarıldı. Kendinden çıkıp yine kendine döndüğü için kendini daha özgür bağımsız ve güçlü hissetmeye başladı. Doğal olarak bu onda benlik duygusu, üstünlük duygusu yarattı. Çok inandığı güvendiği akıl yeteneği artık madde ötesinin verilerini değerlendiremediği sadece beş duyusu ile algılayabildiklerini kullanabildiği için ruhsal durumu giderek zayıfladı daha çok hata yapmaya başladı.

Artık Allah’ın cennet ve cehennemi cin ve insanlarla doldurma vaadinin gerçekleşmesi için gereken ortam oluşmuştu. Bir tarafta kullanmayı unutmuş olmasına rağmen son derece yetenekli, akıllı, zeki, ben diyip başka bir şey demeyen insan, diğer tarafta çok zeki ve nefsi çok güçlü dumansız ateşten (radyasyon ışını) yaratılmış cin.

Allah kendisinin halifesi olarak en güçlü ve en yetenekli olduğunu bildiği insana tabi olunmasını emretti. Fakat artık son derece basit, zayıf, çok kolay etkilenebilir hale gelmiş insana itaat etmek, onun üstünlüğünü tanımayı cin tayfasına ters geldi, kabul etmedi. Çünkü insanı diledikleri gibi yönlendirebiliyorlar, oyuncak gibi onlarla oynayabiliyorlardı.

İşte Allah, insanın salt aklına güvendiği için onun doğru yoldan sapacağını biliyordu. Çünkü insanın aklı vahyle desteklenmediği sürece sadece beş duyu dediğimiz duyu organlarımızla algıladığımız şeylere dayanarak çalışır. Yani somut verilerden başkasını kullanamaz. Basiret görüşü kapandığı için madde ötesi artık onun için soyut konuma düşmüştü. Bu bir yerde çok kapsamlı bir bilgisayarı, semt pazarında hesap makinesi olarak kullanmaya benzer.

Kaybetmiş gibi görünen insanı yeniden eski gücünü elde edebilmenin yolunu göstermek, öğretmek için peygamberlik sistemini devreye soktu. İnanç sistemi de böylece doğmuş oldu.

Artık gelişmek, üstün olmak isteyen insan Yaratıcının varlığını kabul edip benimsemek, gönderdiği uyarıcılara inanıp güvenerek gereken çalışmaları yaptıkları oranda istediklerine kavuşacaklardı. Kibire kapılanlar, İnanmayıp yapmayanlar veya inandıklarını zannederek yanlış yapanlar, ölüm ötesi yaşamda ikinci sınıf canlı olma konumuna düşeceklerdi ki, bu onlar için cehennemi bir hayat anlamına geliyordu. Bunu günümüzdeki insanla at, eşek, inek, koyun gibi kıyaslayabilirsiniz. Düşünsenize bir filin akıl ve idrak gücü olsaydı sahip olduğu güçle insana itaat edermiydi? İşin acıklı tarafı ölüm ötesinde de insanın akıl ve idrak melekesi olduğu halde, güçsüzlüğünden dolayı ikinci sınıf muamelesi gördüğünde duyacağı pişmanlık ve acıyı düşüne biliyor musunuz?

İnsanların bu güne kadarki bu yaratılış sürecini başından sonuna kadar incelersek yazdığımız bu senaryoyu destekleyecek beyanları bilgileri bulabiliriz. Ulaşabileceğimiz sonuç, günümüz insanının ilk yaratılış haline göre kıyaslanamayacak şekilde bozulmuş olduğudur. Zaten bunu Allah Resul’ü de açıkça beyan ediyor;

Hz. Ebu Hureyre R.A. anlatıyor: Resülullah (S.A.V.) buyurdular ki: "İyi hurmalar adilerinden ayıklandığı gibi siz de ayıklanacaksınız. İyileriniz gidecek, kötüleriniz kalacak. O devirde elinizden gelirse hemen ölün.”(Tabii bu intihar edin anlamına değil, bu şekilde yaşamaktansa, ölümün bile daha ehven olacağı anlamınadır.)

Ziyâd İbnu Lebîd R.A. anlatıyor: "Resülullah (S.A.V.)bir şey anlatarak: "İşte bu şey, ilmin gitme anlarında olur" buyurdu. Ben: "Ey Allah'ın Resûl’ü! Bizler Kurân’ı okur olduğumuz, evlatlarımıza da okuttuğumuz, evlatlarımız da kendi evlatlarına okutur olacakları halde ilim nasıl gider?" dedim. Resulallah; "Anasız kalasıca Ziyâd! Ben seni, Medine'nin en fakihlerinden biri bilirdim. Şu, Yahudi ve Hıristiyanlar, kitapları olan Tevrat ve İncil'i okudukları halde onların içinde bulunanlarla amel ediyorlar mı?" buyurdular.

Yeniden günümüze dönersek yukarıda yazılanlar gerçekleşmiş durumda olduğunu, insan oğlunun da 150-200 yıl önce kullanmaya başladığı elektrik enerjisini kullanarak geliştirdiği alet edavata bakıp kendini çok yükseklerde gördüğüne şahit oluyoruz. Hayalinde bir senaryo geliştirerek insanın tek hücreli canlılardan evrim geçire geçire bu günlere geldiğini düşünmek istiyor. Böylece şu an en üstün konumda olduğuna inanmak istiyor.

Bir an elektrik enerjisinin üretilemeyeceğini yani 150 – 200 yıl önceki zamanlarda olduğu gibi elektriksiz bir yaşamı düşünün. Hayal bile edemiyoruz değil mi? Halbuki elektrik enerjisini yaratan da O, insanın hizmetine sunan da O.

Bir an elektrik enerjisinin üretilemediğini düşünün. Ne bileyim, mesela uzayda birbirine çarparak parçalanmış galaksilerden yayılan ışınımlar dünyaya ulaştığında sanki bir süreliğine elektriğin oluşamadığını ancak biyolojik yaşamdaki kısmın kaldığını hayal edin. Tıpkı 200 yıl önceki zamanlardaki gibi. Ne hale gelir insanlık, teknoloji ve hayat?

Bunun olup olamayacağını bilemem ama, bildiğim şey insan oğlunun bugünkü hali bana ceviz kırmak için bir dal parçası kullanan maymunun kendini çok zeki ve müthiş zannetmesi ile eşdeğer anlama geliyor. Bana sorarsanız hiç riske girmeden Allah’a ve onun uyarılarına uymak için elimizden geleni yapalım derim; hani Hz Ali ile ilgili menkıbeyi duymuşsunuzdur;

Bir gün Hz. Ali Efendimiz, namaz kılmış giderken müşriklerden biriyle karşılaşır. Müşrik Hz. Ali’ye şöyle der:- Ya Ali! Şu sizin halinize bakıyorum da, Ahiret var diye namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz; Cennet var, Cehennem var diyorsunuz... Ben bunların hiç birine inanmıyorum. Hem aramızda ne fark var, sen de yaşıyorsun, ben de yaşıyorum. Sizin bu kadar çabanız nedir?

Hz. Ali cevap verir;- Ey Filan! Farz et ki, öldükten sonra dirilmek yok. Farz et ki senin dediğin gibi dirilmek yok. Senin dediğin çıkarsa, o zaman ben bu yaptıklarımdan ne kaybederim? Namaz kılmam, oruç tutmam imanım ve inancım gereği yaptığım, beni de rahatlatan ibadetlerimdir. Bundan dünyada hiçbir zarar görmüyorum. Ahirette bir zararım olur mu, ne dersin?Adam biraz düşündükten sonra;
- Hayır, olmaz. Der.
Hz. Ali o zaman;- Ya ahiret varsa! Ki var. O zaman ey filan, o zaman senin halin nice olur? Ömrünü puta tapmakla geçiren ihtiyar müşrik, uzun uzun, düşünmeye başlar. Sonunda Hz. Ali’ye dönerek;- Ya Ali! Evet ya varsa? Der! Ya sizin dediğiniz gibiyse! O vakit benim halim nice olur? der ve derhal iman eder.

Demem o ki vakit geçirmeden biz de bir şeyler yaparak hiç değilse kıyısından köşesinden tutunup kendimizi kurtaralım. Yoksa halimiz harap.

Allahın selamı ve muhabbeti herkesin üzerine olsun.

Her şey gönlünüzce olsun.
Kaynaklar:1 - El İbriz2 - Ahmed Hulusi'nin eserleri3 - Kütüb-ü Sitte (Hadisler)