Geçenlerde bir haber okuduk; Gündüz bir anda geceye döndü!(1) Deniyordu. Böyle şeyler genellikle kafamı kurcalar merak ederim. Tuttum araştırdım. Bulgularımı paylaşmak istedim. Ama konunun daha net anlaşılmasını sağlamak için bazı ön bilgiler yazsam iyi olur.
Güneş hakkındaki, bilgileri Nasa sitesinden aldım. (2)
Yıldızımız güneş, tam bir termonükleer sanat eseridir. Yüksek ısıdaki gazların her an durmamacasına sayısız atomik patlamaya yol açmasıdır.
Kütlesi; tüm sistemi bir arada tutacak kadar kuvvetli çekim gücü üretir. Aslında astronomik dilde ifade etsek dahi, “Güneş” gibi yıldızlara çok sık rastlanmaz.
Pek çok yıldız, ısı ve ışık yönünden güneşe nazaran daha düşük seviyelerdedir. Hatta hacim olarak daha geniş olsalar dahi.
Evrendeki en parlak yıldız değil belki, ama güneş çekirdeğindeki gelen yüksek ısılı gaz yüzeye ulaştığı anda 2 milyon derece santigratlık bir sıcaklığa ulaşır.
Ancak güneş sadece dünyaya ısı ve ışık göndermekten ibaret değildir. Güneş, hayli boşluklu, şiddetli ve sürekli değişen yapıda bir yıldızdır ve sürekli olarak çevreye materyaller saçar. Bunlara “Solar Wind” “Yıldız Rüzgarı” denir.
Güneş kendi içinde fırtınalar ve patlamalar üretir ve bunların boyutları dünyanın hacminden çok daha büyüktür.
Güneş genel olarak, kendi sistemine sürekli olarak ateş eden pompalı bir tüfek gibidir. Bu olayların etkileri, Dünya’da kendi çevremizde de gözlemlenir.
Bazı olaylarda oluşan patlamalar güneşin belirli bölgelerinde astronomik fenomenler yaratacak kadar büyük olabilir. Patlamadaki yoğun ve ölçülemez radyasyon ve foton fırtınası, kısa süreliğine kendi içinde güneş ışınlarını bloke edebilir, hatta absorbe edebilir.
Güneş hakkındaki bilgilerimizi bu şekilde tazelediğimize göre Olaydaki gündüzün birden kararması olayına geçelim.
İşte güneşin ışınlarının bloke edilmesi, absorbe edilmesi; “Sun-Blackout” “Güneş Kararması” olayıdır. Güneş tutulmasından farklı olarak, burada bir gök cisminin gölgesi söz konusu değildir. Bizzat güneşin kendi içindeki bir güç çatışması diyebiliriz.
Ancak bu fenomeni oluşturacak kadar büyük bir enerji güneşteki genel patlamaların kökenini oluşturan Hidrojen’den gelmiyor. Teoriye göre, Hidrojenlerin Helyum formuna dönüşmesinden sonra oluşan enerji atımında, Helyum Gazı’nın oranı belirli bir seviyenin üzerine çıktığı anda patlama ve radyoaktif atımların gücü geometrik olarak katlanmaktadır. Öyle ki bu oran 1/1000 hatta 1/10000 seviyesinde gerçekleşebilir. Bu durumda oluşacak alfa ve beta fırtınasının tehlikesi Dünya atmosferi tarafından oldukça zayıflatılsa dahi, kısa süreli bir güneş kararmasını da beraberinde getirecektir.
Evrenin en yüksek hızının ışık hızı olarak ispatlandığı günümüzde bu kuramı çöpe atacak kadar güçlü ve yüksek oranda bir foton fırtınası ölçülebilir mi bilinmez. O yüzden Güneş Kararması muhtemelen uzunca bir süre daha “fenomen” olarak kalmaya devam edecek. Ama bilim de ispatlanana kadar fenomen olarak kalacaktır.
Doğanın tüm olayları kendiliğinden oluşmaz. Mutlaka bir program, etkilenme sonucu meydana gelir. İşte bilim bunların bazılarını delillerle açıklayabilir. Bazıları ise fenomen olarak kalır.
Her şey gönlünüzce olsun.
Kaynak;
(1) http://www.milliyet.com.tr/default.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1107983
(2) http://sunearth.gsfc.nasa.gov/podcasts/media/Blackout/Blackout_part1.htm
22 Haziran 2009 Pazartesi
12 Haziran 2009 Cuma
İBN. SİNA'YA HAKSIZLIK ETMİŞİM.
Bundan önceki blogumda (Ben aydın olamam.) İbn. Sina’ kaynaklı "Bu "DİNSEL SEREMONİ" ler HALK İÇİNDİR... Bir dinin seremonilerini yerine getirmek halka emirdir... Ama AYDINLAR için böyle bir şey söz konusu değildir... Bir AYDIN, "AKLIYLA" tanrının varlığına varabilir... DÜŞÜNEREK TANRININ VARLIĞINA VARABİLEN AYDININ, dini seremonilere katılması saçmadır... AYDIN'ın, günde beş vakit namaz kılarak, oruç tutarak , içki içmeyerek vb. tanrının varlığını kabullendiğini göstermesine GEREK YOKTUR... AYDIN, AKIL YOLUYLA TANRININ VARLIĞINI ZATEN BULUR..." yazısını okuyunca araştırmadan, önyargılı davranarak neredeyse inançsız biri olarak tanıyordum.
Yanılmışım. İbn. Sina’nın “AYDIN'ın, günde beş vakit namaz kılarak, oruç tutarak , içki içmeyerek vb. Tanrının varlığını kabullendiğini göstermesine GEREK YOKTUR..” sözüne ulaşamadım. Fakat buna benzer bir tabire ulaştım. Deniyor ki; “Din; nefsi insaniyi şeytani bulanıklıklardan, beşeri hatıralardan süzmek ve temizlemek ve dünyaya ait kötü kin, nefret gibi niyetlerden, emel ve arzulardan yüz çevirmektir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri akidelerin yer etmesi, Peygamberler öldükten sonra bu akidelerin unutulmaması, pratiklerinin bir meleke haline gelmesi, İnsanlarda ahiret hayatı ile ilgili korku ve ümitlerin canlı tutulabilmesi için bazı yollar göstermesi gerekir. Bunlar devamlı bir şekilde Allah’ı ve ahireti hatırlatan pratiklerdir. Namaz gibi bir takım hareketler, oruç gibi bazı yasaklar şeklinde tezahür eden ibadetlerin yanında, hac ve cihad gibi dini yaymaya ve güçlendirmeye ait emirler bu faaliyetlerden sayılır.” Tüm bu özellikleri kendinde toplayan din’in ise, “Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği din.” Yani “İslam” olarak tanımlar.” (İbn. Sina, Namaz risalesi.)
Yine araştırmalarımda o devirde bazı Müslüman filozoflar arasında tasavvufi hareket ve davranışlarda, İslam'ın namaz ve diğer emirlerinin zorunlu yerine getirilmesinden kaçınmak gibi aşırı uçlara yönelimler olduğunu öğrendim. Bunlar çoğunlukla yunan filozofların (Aristo, Eflatun, Sokrat gibi.) etkilerinde kalarak rasyonalist felsefeye yöneldikleri ortaya çıktı. Salt akılla tanrıyı bulmanın mümkün olduğunu, dolayısıyla dinin zorunlu emirlerine uymanın ÜSTÜN AKIL’ lılara gerekmediği, bilimin iman faktöründen daha önemli olduğunu ileri sürmüşler.
Gazali işte bu noktada eleştiride bulunuyor. Bilimin bulgularının zaman içinde değişebileceğini vurgulayarak şüpheci bir yaklaşımda bulunuyor. Bu nedenle bilimin, kanıtlanması olanaksız bulunan temellere dayandığını, bunun için güvenilir olmadığını, bilimin bulgularını, dini dogmaların yerine konamayacağını savunur. Günümüzdeki bilimsel gelişmelere baktığımızda da bunu rahatlıkla görebiliyoruz. (Dalton’un Atom teorisi gibi).
İbn. Sina felsefesini oluştururken sistemi; Yaradılış (evren), Ahiret, Peygamberlik ve Allah olarak dört temel üzerine oturtur. Allah dışında her şeyin yaratılan sınıfına girdiğini, Allah’ın varlığının zorunlu olduğunu, ahiretin varlığın hem başlangıç, hem de dönüş yeri olduğunu, Peygamberlerin ise, özgür iradeye sahip olmalarının yanı sıra, diğerlerinden farklı ve yüksek bir sezgiyle donatıldığını kabul eder. Dolayısıyla vahiylerin, bu akıl ve sezginin birleşiminden ortaya çıktığını savunur.
İbn. Sina bilginin ancak sezgi ile kazanılan, kesin ilkelerle sonuçlandırmak suretiyle elde edilir der. Ayrıca mantığın önemli olduğunu, bilgiye ulaşmada, sadece düşünce yetisinin etkin şekilde kullanılmasına yardımcı bir araç olarak açıklar.
İbn Sina, fiziksel kuramları, metafiziğin çıkış noktası olarak benimser. Ruhun bedenden ayrı olduğunu, basit algılardan akıl yürütmeye kadar birçok yetenekleri olduğunu açıklar.
Gazali ise bilimi, Dini ve Dünyevi olarak ikiye ayırır. Bilim sayesinde kazanılan bilgilerin yaratılan varlık aleminin anlaşılmasında aklın yardımcısı konumunda olduğunu, insanoğlunun küçük bir âlem olup, onun vücut yapısı üzerinde sadece hekimler değil, Allah’ı daha iyi bilme, yani marifete ulaşmak isteyenler tarafından da çalışılması gerektiğini savunur. İbn. Sina’yı eleştirirken; Yunan felsefesi karşısında taklitçi, teslimiyetçi ve pasif kaldıklarını, Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi filozofların sanki hiç hata yapmayan insanlar olarak tanımladığını söylüyordu.
İbn. Sina; Peygamberin öte dünyaya ait açıklamalarında niçin simgesel bir dil kullanmış olup, gerçekliğini açıkça göstermekten kaçındığını ve Yine Peygamberin açıklamalarında niçin buyruklar ve kulluk görevleriyle sınırlandırdığını, dünya hayatına ilişkin bir takım konuları, mesela, mal biriktirmeyi, bol bol yeme içmeyi mubah kılmıştı soruları üzerine de çalışmalar yapmıştır. Bu sorulara; insanların somutlaştırma gibi, Allah’ın en uzak olduğu şeylere inanmak gibi bir tehlikeye düşmelerine neden olabilirdi. Aynı zamanda ödül ve ceza hakkında da gerçek dışı bir takım batıl inançların doğmasına sebep olabilirdi der. Yine insanın mal biriktirme, bol bol yeme içme nedeniyle batıl şeylere yönelebilmeleri, Tanrı’dan yüz çevirebilme tehlikesi vardı diye açıklar. Dolayısıyla insanlardan namaz, oruç, hac, zekat ve benzeri yükümlülüklerden fazlasını beklemek mümkün olmadığı görüşüne varır.
O dönemin filozofları insanları avam, orta sınıf ve havas diye üç bölümde sınıflandırmışlar. Saf hakikati, seçkinler (havas) anlayabilir. Ancak halkın bunları anlayabilmesi için sembolik ifadeler kullanılabilir diye ileri sürmüşlerdir. Bu ayırımın ise kesin bir sınırı, ölçüsü olmadığı için sizler avamsınız, biz havasız gibi bir sınıflandırma objektif olamaz sonucuna ulamışlardır. Zaten bu nedenle Dinin emirleri konusunda ayırım söz konusu olmayacağı, peygamberler dahil tüm insanların sorumlu olması gerektiği açıklanmıştır.
İşte tüm bunlardan sonra sen şusun, ben buyum gibi söylemlerin kimse için geçerli olmayacağına, kendince herkesin aydın olduğuna, her şeyin en doğrusunu ancak Allah’ın bildiğine, ölüm ötesine geçildiğinde herkesin kendi doğru ve yanlışları ile yaşamına devam edeceğine inanıyorum. Ben inançlıyım diyen kişinin Kur’an ve hadisleri anlama yolunda ister İbn. Sina, ister Gazali, ister herhangi birinin görüşlerini kullanmalı, okuyup öğrenmeli, kendi görüşünü oluşturmalıdır diyorum. Kapasitem kadarıyla da ben böyle yapıyorum. Karanlık insan olmadığını, sadece kişinin kendisini kararttığını, bunun da sonucunu kendisinin yaşayacağını kabul ediyorum.
Allah herkesi doğrulara ulaşan onları yaşayan kullarından eylesin.
Her şey gönlünüzce olsun.
Yanılmışım. İbn. Sina’nın “AYDIN'ın, günde beş vakit namaz kılarak, oruç tutarak , içki içmeyerek vb. Tanrının varlığını kabullendiğini göstermesine GEREK YOKTUR..” sözüne ulaşamadım. Fakat buna benzer bir tabire ulaştım. Deniyor ki; “Din; nefsi insaniyi şeytani bulanıklıklardan, beşeri hatıralardan süzmek ve temizlemek ve dünyaya ait kötü kin, nefret gibi niyetlerden, emel ve arzulardan yüz çevirmektir. Peygamberlerin tebliğ ettikleri akidelerin yer etmesi, Peygamberler öldükten sonra bu akidelerin unutulmaması, pratiklerinin bir meleke haline gelmesi, İnsanlarda ahiret hayatı ile ilgili korku ve ümitlerin canlı tutulabilmesi için bazı yollar göstermesi gerekir. Bunlar devamlı bir şekilde Allah’ı ve ahireti hatırlatan pratiklerdir. Namaz gibi bir takım hareketler, oruç gibi bazı yasaklar şeklinde tezahür eden ibadetlerin yanında, hac ve cihad gibi dini yaymaya ve güçlendirmeye ait emirler bu faaliyetlerden sayılır.” Tüm bu özellikleri kendinde toplayan din’in ise, “Hz.Muhammed’in tebliğ ettiği din.” Yani “İslam” olarak tanımlar.” (İbn. Sina, Namaz risalesi.)
Yine araştırmalarımda o devirde bazı Müslüman filozoflar arasında tasavvufi hareket ve davranışlarda, İslam'ın namaz ve diğer emirlerinin zorunlu yerine getirilmesinden kaçınmak gibi aşırı uçlara yönelimler olduğunu öğrendim. Bunlar çoğunlukla yunan filozofların (Aristo, Eflatun, Sokrat gibi.) etkilerinde kalarak rasyonalist felsefeye yöneldikleri ortaya çıktı. Salt akılla tanrıyı bulmanın mümkün olduğunu, dolayısıyla dinin zorunlu emirlerine uymanın ÜSTÜN AKIL’ lılara gerekmediği, bilimin iman faktöründen daha önemli olduğunu ileri sürmüşler.
Gazali işte bu noktada eleştiride bulunuyor. Bilimin bulgularının zaman içinde değişebileceğini vurgulayarak şüpheci bir yaklaşımda bulunuyor. Bu nedenle bilimin, kanıtlanması olanaksız bulunan temellere dayandığını, bunun için güvenilir olmadığını, bilimin bulgularını, dini dogmaların yerine konamayacağını savunur. Günümüzdeki bilimsel gelişmelere baktığımızda da bunu rahatlıkla görebiliyoruz. (Dalton’un Atom teorisi gibi).
İbn. Sina felsefesini oluştururken sistemi; Yaradılış (evren), Ahiret, Peygamberlik ve Allah olarak dört temel üzerine oturtur. Allah dışında her şeyin yaratılan sınıfına girdiğini, Allah’ın varlığının zorunlu olduğunu, ahiretin varlığın hem başlangıç, hem de dönüş yeri olduğunu, Peygamberlerin ise, özgür iradeye sahip olmalarının yanı sıra, diğerlerinden farklı ve yüksek bir sezgiyle donatıldığını kabul eder. Dolayısıyla vahiylerin, bu akıl ve sezginin birleşiminden ortaya çıktığını savunur.
İbn. Sina bilginin ancak sezgi ile kazanılan, kesin ilkelerle sonuçlandırmak suretiyle elde edilir der. Ayrıca mantığın önemli olduğunu, bilgiye ulaşmada, sadece düşünce yetisinin etkin şekilde kullanılmasına yardımcı bir araç olarak açıklar.
İbn Sina, fiziksel kuramları, metafiziğin çıkış noktası olarak benimser. Ruhun bedenden ayrı olduğunu, basit algılardan akıl yürütmeye kadar birçok yetenekleri olduğunu açıklar.
Gazali ise bilimi, Dini ve Dünyevi olarak ikiye ayırır. Bilim sayesinde kazanılan bilgilerin yaratılan varlık aleminin anlaşılmasında aklın yardımcısı konumunda olduğunu, insanoğlunun küçük bir âlem olup, onun vücut yapısı üzerinde sadece hekimler değil, Allah’ı daha iyi bilme, yani marifete ulaşmak isteyenler tarafından da çalışılması gerektiğini savunur. İbn. Sina’yı eleştirirken; Yunan felsefesi karşısında taklitçi, teslimiyetçi ve pasif kaldıklarını, Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi filozofların sanki hiç hata yapmayan insanlar olarak tanımladığını söylüyordu.
İbn. Sina; Peygamberin öte dünyaya ait açıklamalarında niçin simgesel bir dil kullanmış olup, gerçekliğini açıkça göstermekten kaçındığını ve Yine Peygamberin açıklamalarında niçin buyruklar ve kulluk görevleriyle sınırlandırdığını, dünya hayatına ilişkin bir takım konuları, mesela, mal biriktirmeyi, bol bol yeme içmeyi mubah kılmıştı soruları üzerine de çalışmalar yapmıştır. Bu sorulara; insanların somutlaştırma gibi, Allah’ın en uzak olduğu şeylere inanmak gibi bir tehlikeye düşmelerine neden olabilirdi. Aynı zamanda ödül ve ceza hakkında da gerçek dışı bir takım batıl inançların doğmasına sebep olabilirdi der. Yine insanın mal biriktirme, bol bol yeme içme nedeniyle batıl şeylere yönelebilmeleri, Tanrı’dan yüz çevirebilme tehlikesi vardı diye açıklar. Dolayısıyla insanlardan namaz, oruç, hac, zekat ve benzeri yükümlülüklerden fazlasını beklemek mümkün olmadığı görüşüne varır.
O dönemin filozofları insanları avam, orta sınıf ve havas diye üç bölümde sınıflandırmışlar. Saf hakikati, seçkinler (havas) anlayabilir. Ancak halkın bunları anlayabilmesi için sembolik ifadeler kullanılabilir diye ileri sürmüşlerdir. Bu ayırımın ise kesin bir sınırı, ölçüsü olmadığı için sizler avamsınız, biz havasız gibi bir sınıflandırma objektif olamaz sonucuna ulamışlardır. Zaten bu nedenle Dinin emirleri konusunda ayırım söz konusu olmayacağı, peygamberler dahil tüm insanların sorumlu olması gerektiği açıklanmıştır.
İşte tüm bunlardan sonra sen şusun, ben buyum gibi söylemlerin kimse için geçerli olmayacağına, kendince herkesin aydın olduğuna, her şeyin en doğrusunu ancak Allah’ın bildiğine, ölüm ötesine geçildiğinde herkesin kendi doğru ve yanlışları ile yaşamına devam edeceğine inanıyorum. Ben inançlıyım diyen kişinin Kur’an ve hadisleri anlama yolunda ister İbn. Sina, ister Gazali, ister herhangi birinin görüşlerini kullanmalı, okuyup öğrenmeli, kendi görüşünü oluşturmalıdır diyorum. Kapasitem kadarıyla da ben böyle yapıyorum. Karanlık insan olmadığını, sadece kişinin kendisini kararttığını, bunun da sonucunu kendisinin yaşayacağını kabul ediyorum.
Allah herkesi doğrulara ulaşan onları yaşayan kullarından eylesin.
Her şey gönlünüzce olsun.
5 Haziran 2009 Cuma
BEN AYDIN OLAMAM.!
Samimiyetle söylüyorum ben, tarif edildiği gibi AYDIN olamam..! Çünkü aşağıda ki tarife hiç uygun biri değilim.
Bir yazıda okudum, İbn. Sina kaynaklı bir tarif…! "Bu "DİNSEL SEREMONİ" ler HALK İÇİNDİR... Bir dinin seremonilerini yerine getirmek halka emirdir... Ama AYDINLAR için böyle bir şey söz konusu değildir... Bir AYDIN, "AKLIYLA" tanrının varlığına varabilir... DÜŞÜNEREK TANRININ VARLIĞINA VARABİLEN AYDININ, dini seremonilere katılması saçmadır... AYDIN'ın, günde beş vakit namaz kılarak, oruç tutarak , içki içmeyerek vb. tanrının varlığını kabullendiğini göstermesine GEREK YOKTUR... AYDIN, AKIL YOLUYLA TANRININ VARLIĞINI ZATEN BULUR..."
Bu anlamda şahsen aydın olabilme ihtimalim yok. Bu sözü söyleyen, ister dine inansın, ister inanmasın, hangi devirde yaşarsa yaşasın, ne kadar bilgili olursa olsun, onun görüşüne inanmam söz konusu olamaz. Çünkü;
Ben din kavramının felsefi bir kavram olduğunu düşünmüyorum. Din olgusunu GERÇEK BİR DÜZENİN, SİSTEMİN varlığı, tanımı olarak kabul ediyorum. Bu sistemin dışına çıkılmadığı sürece sistemin kurallarına göre davranmanın daha akılcı olacağını, sınırı aşmanın ise ancak, “Ben” lik hissinin yok olması ile mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Ben, “Aydın” olarak Allah Resulünü tanıyor, örnek alıyor, kabul ediyor, Kuran’ı da bu düzenin, sistemin SOMUT kullanma kılavuzu olduğuna inanıyorum. Yaptığım ibadet çalışmalarını, zihnimde yarattığım hayali bir tanrıya yaranmak, yahut tanrıya varmak için değil, bizzat ihtiyacım olduğunu düşündüğüm için yapıyorum. Bana göre zaten her varlık ister istemez ona dönecektir. İnsan hayatının sonsuz olduğuna, bunun da farklı formatlarda sürdüğüne, yaşanacak her yeni sürecin, kişinin öncesinde gerçekleştirmiş olduğu davranışların sonuçları ile şekilleneceğine inanıyorum. Aracınıza binip kontağı açtığınızda, otomobilin işlevi gibi.
Bu dünya yaşamında yemek, içmek, solumak ne anlama geliyorsa, Namaz, oruç, zekat, haç, gibi ibadetler de bence aynı anlama gelmektedir.
Felsefe, uzmanı olduğum bir alan değil. Şahsen fazla gerek de duymuyorum. Hayatı, somut deliller ve mantık kapasitemle düşünmeye çalışıyorum. Fakat tabii ki bana somut delil olarak görünen şeyler, (Kuran ve peygamber) kimilerine hayali gelebilir. Bunu yadırgamıyorum da… Sadece aklıma takılan; Ne, neden, niçin, nasıl sorularını, bu çerçevede çözmeye çalışıyorum.
Benim dünyamda Allah’ı sorgulamak yoktur ve bana göre Kuran’ı sorgulamak da tastamam bu anlama geliyor. Bunu yapamam. Ancak öncelikle yazılanları doğru algılayıp algılamadığıma, ardından da en doğru olanı bulmam gerektiğine inanırım. Tıpkı yeni aldığınız bir makinenin kullanma kılavuzunu araştırmak gibi. En ufak sıkıntıda makinedeki olası eksikliği bulmaya çalışmak değil; Kılavuzu doğru okumuş musunuz onu sorgulamak gerektiği gibi. İşin içinden çıkamazsanız da servisi ararsınız. Ben de bunu yapıyorum. Servis olarak da Allah Resulü ve onun paralelindeki alimleri uygun buluyorum. Ne de olsa yukarıda tarif edilmiş olan “Halk”tan bir kişiyim.
İşte ben din kavramını, bu şekilde kabul ediyorum. Bütün çabam, dünya sonrasındaki yaşamımı, kendimce en iyi hale getirmek içindir. Yoksa yaptıklarımın, Allah’a ne bir katkı sağlayacak olduğunu, ne de ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için değil.
Yaratıcının, insana verdiği “BEN” dediğimiz RUH, ŞUUR KİMLİĞİMİZ maddesel bir yapılanma değil, Manevi dediğimiz ancak akılla tanımlayabileceğimiz bir yapıdır. Ulaştığım tüm bilgiler; bu manevi yapının sonsuz olduğunu ve ölüm ötesine geçtikten sonra da fiilen yaşamaya devam edeceğini işaret ediyor..
Aydın kişi olarak örnek aldığım Allah Resulü; “İnsan ne kadar büyük, ne kadar alim olursa olsun; ŞAYET İNANIYORSA önerilen çalışmaları yapmak zorundadır.” diyor. Bizzat kendisi de yapıyor. Üstelik Allah’a en yakın kişi olduğunu bildiğimiz halde.
İşte tüm bu din kavramına bakış açım, benim tarif edildiği gibi AYDIN olabilme şansımı tamamen yok ediyor. Basit bir kişi olduğum için zaaflarım ve korkularım var. Evet Allah’tan korkuyorum. O tüm açıklamaları önerileri bana ilettiği halde yanlış yaparak kendime zarar vermekten korkuyorum. Yani benim için KESİN DOĞRULAR O’nun bildirdikleri, Resulünün açıkladıklarıdır. Bu kadar çok güvenmemin nedeni de bugüne kadar onların aleyhinde somut bir yanlışlık tespiti olmayışıdır.
Görünüşe göre bir türlü yukarıda tarif edilen “AYDIN” sınıfına giremeyeceğim. Ne yapalım beni de böyle HALKTAN BİRİ olarak kabul edin.
Her şey gönlünüzce olsun.
Resim; http://img.blogcu.com/uploads/ismailyigit_PS_black_sheep.jpg den alıntıdır.
Bir yazıda okudum, İbn. Sina kaynaklı bir tarif…! "Bu "DİNSEL SEREMONİ" ler HALK İÇİNDİR... Bir dinin seremonilerini yerine getirmek halka emirdir... Ama AYDINLAR için böyle bir şey söz konusu değildir... Bir AYDIN, "AKLIYLA" tanrının varlığına varabilir... DÜŞÜNEREK TANRININ VARLIĞINA VARABİLEN AYDININ, dini seremonilere katılması saçmadır... AYDIN'ın, günde beş vakit namaz kılarak, oruç tutarak , içki içmeyerek vb. tanrının varlığını kabullendiğini göstermesine GEREK YOKTUR... AYDIN, AKIL YOLUYLA TANRININ VARLIĞINI ZATEN BULUR..."
Bu anlamda şahsen aydın olabilme ihtimalim yok. Bu sözü söyleyen, ister dine inansın, ister inanmasın, hangi devirde yaşarsa yaşasın, ne kadar bilgili olursa olsun, onun görüşüne inanmam söz konusu olamaz. Çünkü;
Ben din kavramının felsefi bir kavram olduğunu düşünmüyorum. Din olgusunu GERÇEK BİR DÜZENİN, SİSTEMİN varlığı, tanımı olarak kabul ediyorum. Bu sistemin dışına çıkılmadığı sürece sistemin kurallarına göre davranmanın daha akılcı olacağını, sınırı aşmanın ise ancak, “Ben” lik hissinin yok olması ile mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Ben, “Aydın” olarak Allah Resulünü tanıyor, örnek alıyor, kabul ediyor, Kuran’ı da bu düzenin, sistemin SOMUT kullanma kılavuzu olduğuna inanıyorum. Yaptığım ibadet çalışmalarını, zihnimde yarattığım hayali bir tanrıya yaranmak, yahut tanrıya varmak için değil, bizzat ihtiyacım olduğunu düşündüğüm için yapıyorum. Bana göre zaten her varlık ister istemez ona dönecektir. İnsan hayatının sonsuz olduğuna, bunun da farklı formatlarda sürdüğüne, yaşanacak her yeni sürecin, kişinin öncesinde gerçekleştirmiş olduğu davranışların sonuçları ile şekilleneceğine inanıyorum. Aracınıza binip kontağı açtığınızda, otomobilin işlevi gibi.
Bu dünya yaşamında yemek, içmek, solumak ne anlama geliyorsa, Namaz, oruç, zekat, haç, gibi ibadetler de bence aynı anlama gelmektedir.
Felsefe, uzmanı olduğum bir alan değil. Şahsen fazla gerek de duymuyorum. Hayatı, somut deliller ve mantık kapasitemle düşünmeye çalışıyorum. Fakat tabii ki bana somut delil olarak görünen şeyler, (Kuran ve peygamber) kimilerine hayali gelebilir. Bunu yadırgamıyorum da… Sadece aklıma takılan; Ne, neden, niçin, nasıl sorularını, bu çerçevede çözmeye çalışıyorum.
Benim dünyamda Allah’ı sorgulamak yoktur ve bana göre Kuran’ı sorgulamak da tastamam bu anlama geliyor. Bunu yapamam. Ancak öncelikle yazılanları doğru algılayıp algılamadığıma, ardından da en doğru olanı bulmam gerektiğine inanırım. Tıpkı yeni aldığınız bir makinenin kullanma kılavuzunu araştırmak gibi. En ufak sıkıntıda makinedeki olası eksikliği bulmaya çalışmak değil; Kılavuzu doğru okumuş musunuz onu sorgulamak gerektiği gibi. İşin içinden çıkamazsanız da servisi ararsınız. Ben de bunu yapıyorum. Servis olarak da Allah Resulü ve onun paralelindeki alimleri uygun buluyorum. Ne de olsa yukarıda tarif edilmiş olan “Halk”tan bir kişiyim.
İşte ben din kavramını, bu şekilde kabul ediyorum. Bütün çabam, dünya sonrasındaki yaşamımı, kendimce en iyi hale getirmek içindir. Yoksa yaptıklarımın, Allah’a ne bir katkı sağlayacak olduğunu, ne de ihtiyacı olduğunu düşündüğüm için değil.
Yaratıcının, insana verdiği “BEN” dediğimiz RUH, ŞUUR KİMLİĞİMİZ maddesel bir yapılanma değil, Manevi dediğimiz ancak akılla tanımlayabileceğimiz bir yapıdır. Ulaştığım tüm bilgiler; bu manevi yapının sonsuz olduğunu ve ölüm ötesine geçtikten sonra da fiilen yaşamaya devam edeceğini işaret ediyor..
Aydın kişi olarak örnek aldığım Allah Resulü; “İnsan ne kadar büyük, ne kadar alim olursa olsun; ŞAYET İNANIYORSA önerilen çalışmaları yapmak zorundadır.” diyor. Bizzat kendisi de yapıyor. Üstelik Allah’a en yakın kişi olduğunu bildiğimiz halde.
İşte tüm bu din kavramına bakış açım, benim tarif edildiği gibi AYDIN olabilme şansımı tamamen yok ediyor. Basit bir kişi olduğum için zaaflarım ve korkularım var. Evet Allah’tan korkuyorum. O tüm açıklamaları önerileri bana ilettiği halde yanlış yaparak kendime zarar vermekten korkuyorum. Yani benim için KESİN DOĞRULAR O’nun bildirdikleri, Resulünün açıkladıklarıdır. Bu kadar çok güvenmemin nedeni de bugüne kadar onların aleyhinde somut bir yanlışlık tespiti olmayışıdır.
Görünüşe göre bir türlü yukarıda tarif edilen “AYDIN” sınıfına giremeyeceğim. Ne yapalım beni de böyle HALKTAN BİRİ olarak kabul edin.
Her şey gönlünüzce olsun.
Resim; http://img.blogcu.com/uploads/ismailyigit_PS_black_sheep.jpg den alıntıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)