Yıl 2012.
İnsanlığın teknolojik olarak her an yeni bir çağ atladığı yıllardayız. Ahir
zaman olarak da geçiyor bazı kaynaklarda… Dünyevi bilincin hat safhaya ulaştığı
bu dönemde elbette ki, hiçbir insan evlâdının her ne değer için olursa olsun
önüne topraktan yapılmış bir heykelcik dikerek önünde secde etmesini
bekleyemezsiniz. Ancak yine de bir yaratıcı arayışı içinde olan fıtrat, her an
kendinden daha büyük bir kuvvete yönelmek, sığınmak, istemek için arayışını
sürdürür;
Nefs ise her an
daha fazlasını istemek, üstelik acil, acele etmek güdüsüyle yaratılmıştır.
Haliyle şeytanın oyun parkı haline gelen bir dünyada, tanrıların da çağ atlaması
hiç de şaşılacak bir durum değildir.
Geçmişten küçük
bir hatırlatmada bulunmak istiyorum. Konuyla pek alâkalı olmasa da stratejik
benzerliklere dikkat çekeceğim. Birinci dünya savaşına kadar Türk ve İslam
İmparatorlukları’nın hemen hepsi doğrudan dış saldırılara maruz kalmış, ama
üstün savaş yetenekleri sayesinde tüm saldırılara göğüs gererek düşmanı pek çok
seferde bertaraf etmeyi başarmıştır. 19. Yüzyılın başlarında ise, dış güçler
olarak tarif ettiğimiz toplumlar kökten bir strateji değişikliği izleyerek,
içten çökertme programlarına başlamış ve inanılmaz bir hızla koca
imparatorlukları, temelini farelerin kemirip devirdiği bir bina enkazına
çevirmişlerdi. Dikkat edilirse, hala bizi dünya sahnesinden indiren bu güçlerin
arkalarından gitmeye çalışıyoruz.
Şimdi bunca
şeyi neden anlattım. Bir düşünelim. Yüzyıl evvel, kıt zekalı insanoğlunun
uygulamaya koyarak kendisini zihnen köleleştirdiği bir dünyada; korkunç
zekasından şüphe duyamadığımız şeytan, hala karşımıza kil putlar, güneş, ay ya
da bereket tanrısı heykelcikleri çıkararak “Bunlara Tapın” diyeceğini mi
sanıyorsunuz?
Hayır, efendim.
Oynanan oyun çok daha büyük ve karmaşık. Daha da kötüsü, artık dönemimizin “Modern
Tanrıları”, gizliler ve hiç de talep kâr değiller. Bu yüzden pek çok insan,
birisi gözlerine sokana kadar taptıkları yaratığın ne olduğunu anlayamıyor bile.
Peki neden
böyle oluyor? Yazının başında da söylediğim gibi, İnsanın yaratılış fıtratı,
yönelebileceği bir kudret ve güç kaynağı arıyor. Nefs ise, yapısı gereği bunu,
önüne gelen her güçlü kaynağa yöneltmeye çalışıyor.
Şimdi, cennet
yolundaki tekerimize çomak sokan nefsimizi A. Hulusi’nin kaleminden biraz
tanıyalım.
Nefs demek; bir insanın doğumu
ve büyüme aşamalarında astrolojik ve çevresel etkilerle o kişide bir bilinç
oluşmaya başlaması. Bu bilinç birikimine de “ben” diye ifade etmesidir.
"Ben" kavramı hep aynıdır, Ancak, o "ben"i
şartlanmalar nasıl oluşturmuşsa, öyle bir "ben" kabul ediyor.
Ve bu "ben" dediği "Nefs"i, şartlanmaları
dolayısıyla oluşan değer yargıları nedeniyle, neyi isterse onu yapmak istiyor. "Nefs", bilincinizin rengine bürünen, "ben" kelimesiyle işaret ettiğiniz soyut
varlığınızdır! Nefs"in var oluş hükmü, bilinç düzeyine
göre dilediğini yapmasıdır! Nefs"in istekleri diye bilinen şeylerse, ya
bedenin tabiatının gerektirdikleri, ya da şartlanmalarının getirdikleridir.
(Kaynak: A. Hulusi.)
Kısaca tapmanın da ne demek
olduğunu bilirsek konu daha net anlaşılacak ki o da; Tutku, sevgi ve saygıyla
bir şeye bağlanmak, kendisinden üstün kabul edip efendi edinmektir.
İnsan nefsinin ruhani boyutundaki özelliklerini biraz önce bahsetmiştik.
Hep daha fazlasını istemek, acele, egosu yüksek vs. Birazda nefsin bedensel
boyutundan bahsedelim.
Nefsin bedensel arzu ve istekleri; çağımızda tespit edilmiş insan bağırsağında
bulunan 2. beyin tarafından yönetildiğini, listeyi ise 1. beyne verip bunların
çok acil ihtiyaçlar şeklinde talepte bulunduğunu bilmemiz gerek. Dikkat edin bunlar
maddeye dönük ihtiyaçlardır.
Bildiğimiz 1. beyin ise iradenin ve insani nefsin merkezi konumundadır.
Doğuşta sadece fıtri yetenekleri ile doğan insan kişilik karakterlerini
sonradan eğitim ve çevre faktörleri tarafından şekillenir. Bu aşamada kişiye
insanın bedenden ibaret olmadığı, sonsuz bir hayatı olduğunu bunun için nelere
dikkat etmesi gerektiği öğretilmemişse o kişi kendisini bedenden ibaret kabul
edeceği için nefs dediğimiz “ben” olgusunu tamamen dünyaya, maddeye
dönük bir kişilik şeklinde oluşturacaktır.
Heva ve hevesini tanrı edineni
gördün mü? (Furkan/43)
İçerik olarak çok dolu bir ayet
bu. Çoğu kendine dokundurmuyor tabii. Ama kaybedişe ne kadar yakın olduğumuzun
bir göstergesi. Öyle ki, Allah yolu dar bir köprü, dışarıda kalan tüm alan ise
uçurum.
Eski çizgi filmler vardır, denk
gelmişsinizdir belki. Çakal kuşu kovalar. Bulutla kaplı uçurumun kenarına
gelmiştir. Yürümeye devam eder. Bir süre sonra bulut dağılır ve çakal havada
durduğunu fark eder. Çırpınır ama sonunda kameraya el sallayarak kanyondan
aşağı uçuruma doğru düşmeye başlar. Klasik bir sahnedir.
Şu anki durumumuz da buna
benziyor. Yol ayağımızın altında bitse bile, nefsine zulmeden hakikat
bilgilerinden mahrum “ben”lik onu fark edemiyor. Bu sapkınlığı zevkle
izleyen şeytan ise, bulutlar dağıldığında başımıza gelecekleri düşünerek
eğleniyor.
Günümüzün
modern tanrıları; hem uzaklarda yaşayan, bize dokunmayan ak sakallı dede imajlı
figürler olarak karşımıza çıkıyor, hem de bizi gerçekten, Allah’tan ve
ibadetten uzaklaştıran tüm nefsi varlıklar olarak… Para… Cinsellik… Güç…
Güzellik… Makam… vs. vs…
Dolayısıyla
artık bunları başka varlıkların arkasına saklama ihtiyacımız da ortadan kalktı.
“Para için her şeyi yaparım.” “Bu kız için cehennemde yanmaya değer.”
“Güzelliğimi kaybetmemek için şeytanla bile pazarlık ederim.” Rutin
Hollywood kalıpları dostlar. Film izlemeyin demiyorum. Ama bir dahakine bu
gözle bakın, ne demek istediğimi anlayacaksınız.
Bazı
anlayışlar da kökende güzel başlayıp sonradan sapıtabiliyorlar. Mesela kuantum
düşünce olayı… “Duamı evrene
gönderiyorum. Evren bana istediğimi veriyor.” Bu şahsa istediğini veren
evren değil, aslında rabbinin Esma’sından istiyor. Zihni tıpkı bir yağmur
duasına çıkan köylü grubu gibi, odaklanıyor ve özünden çektiği nimeti hayata
geçiriyor. Buraya kadar bir problem yok. Ama “evrenden aldım” dediği
anda çok kötü batırıyor. Hani aylık maaşını veren patronuna, parayı aldıktan
sonra küfür etmeye benziyor.
Bazen de
tanrı fikri tamamen devreden çıkarılıp her şeyin tesadüflerden oluştuğunu
varsayan düşünceler vardır ki bunlar da aslına tesadüfü tanrı edinmiş kesim
olarak mevcuttur. Onlar daha da fena. Seni yaratan gücün bir boşluk olduğunu
fikrini ne fıtrat kabullenebilir, ne nefs. Ama doğru paketlenince, her şey
doğru görünebiliyor demek ki.
Bir
Hollywood dizisinden alıntı yapıyorum.
“Hayır. Siz…
Siz insanlar delisiniz. Eskiden tanrılara tapardınız. Ama bu!!! Putperestlik
böyle mi oldu? Ünlüler mi? Küçük köpekleri ve bronzlaştırıcı spreylerinden
başka neleri var? Eskiden kalıcı dinlere bağlıydınız. Şimdi ise, haftalık
tanrılarla geçiniyorsunuz.” Cümlesinin Paris Hilton tarafından söylenmiş olması
da ayrı bir ironi…
Demem o ki,
dostlar; elle tutulur, gözle görülür ve afiyetle yenilir tanrılar dönemi
kapandı. Nefs ve şeytan zamana adapte oldular. Bir zamanlar tenezzül
etmeyeceğimiz değerlerin köleleri hatta kulları olma tehlikesiyle yüz yüzeyiz.
Ne kadar çabuk toparlanıp ana köprüye dönersek o kadar çabuk kurtuluruz.
Unutulmaması
gereken önemli bir şey daha var. Her şeyi yaratan Allah bir düzene, bir
sisteme, bir hikmete göre yaratmıştır. Bu düzen ve sisteme Sünnetullah diyoruz.
Yaratılan her varlık bu yasalar içinde yaşamını sürdürür. Yaşamının zaman ve
zemin şartlarına göre değişmeyen yasalardır. Duygusallık, tesadüf, ihmal,
gözden kaçma, unutma, mazeret gibi etkilenmeler söz konusu bile değildir.
Rabbim
hepimizi, kendi nefsinin yarattığı bu tehlikeli tanrılardan korunarak, Allah’ın
yolunda dosdoğru ilerleyen kullarından eylesin.
Sağlıcakla
kalın.
Özgür Akar (Fiz. Öğrt.)