26 Aralık 2013 Perşembe

EBABİL KUŞU NEDİR ÖZELLİKLERİ NELERDİR.



Ebabil kuşu nedir? Ebabil kuşu tüm yaşamı boyuca uçan ve sadece üremek ve yavru beslemek için yere inen kainatın en gizemli kuş türlerinden birisidir. Birçoğunuz aslında ebabil kuşlarını biliyorsunuz. Halk dilinde bu kuşlara baharın habercisi denilmektedir. Sanırım bunu söyledikten sonra yazımıza konu olan kuşların hangi kuş olduğunu daha iyi anlamışsınızdır. Gelin ebabil kuşlarının hayatına birlikte göz atalım.

Ebabil kuşları görünüş itibariyle kırlangıçlara benzer. Hatta birçok kişi ebabil kuşlarıyla kırlangıçları karıştırmaktadırlar. Ebabil kuşları yapısal olarak kırlangıçlardan daha itidir. Kanatları daha çatallı ve kuyrukları daha uzundur. Ayrıca kırlangıçlar uçarken kanat çırpar.

Ebabil kuşlarının temel özelliği ise kanat çırpmadan uçmalarıdır yani uçma işlemini süzülerek gerçekleştirirler. Ebabil kuşları çok nadir yere ayak basarlar. Eğer bir ebabil kuşunu yerde gördüyseniz ya yem yemek için yere inmiştir ya da kendisine bir yuva arıyordur. Ebabil kuşları yuva olarak yüksek binaların çatılarının köşe noktalarını seçer. Diğer kuşlara göre çok hızlı ve ürkektirler. Bir canlı kendilerinden ne kadar küçük olursa olsun her daim ondan kaçmaya çalışırlar. Bu özellikleri de kimi kuş severler tarafından bu kuşlara korkak kuş denilmesine neden olmuştur.

Ebabil kuşlarının ortalama yaşam süresi 20 yıldır. Herhangi bir hastalığa yakalanmama ve ya vurulmama durumda bu süre zarfında hayatlarını devam ettirebilirler. Ebabil kuşları çok keskin bir göz yapısına sahiptir. Gündüzleri onları uçarken havada görmek neredeyse imkansızdır. Çünkü çok yüksek uçup yiyecek ararlar. 
Bazı kişiler ebabil kuşlarının uyku ihtiyacını bile gökyüzünde gerçekleştirdiğini söylemekte. Ancak bu durumun kanıtlanmış bir verisi bulunmamaktadır. Ebabil kuşlarına rastlamak istiyorsanız geceleri özellikle ilkbahar akşamlarında gelen kuş seslerini takip etmenizi tavsiye ederiz. (mukaddertoprak sorgu sitesi)

EBREHE’NİN FİL İLE KÂBEYE SALDIRDIĞININ VE HELAK OLDUĞUNUN HİKAYESİ.



Rivayet edenler der ki; bu Ebrehe’nin fil ile Mekke’yi yıkmaya varması şundan ötürüydü;

Necaşi Ebrehe’den memnun kalınca Yemen ilinde onu padişahlıkta bıraktı. Ebrehe bu habere çok sevindi, yoksullara sadaka dağıttı, ihsanlarda bulundu, kurbanlar kesti. Her şehirde kiliseler yaptırdı. Kendisi San’a şehrinde Necaşi adına bir kilise kurdu ki o diyarda ondan büyük bir bina yapılmamıştı. Sayısız mallar altınla o kilisenin süslenmesine harcandı. Öyle bir bina yapılmıştı ki görenler şaşkına dönerlerdi, insanoğlunun eli ile yapılmamış sanırlardı. Bu kilisenin yapılması tam dört yıl sürdü, bina tamamlanınca o kilisenin adını Kaliç koydular. Bu kilisenin ünü bütün dünyada duyuldu.

Ebrehe Kiliseyi tamamladıktan sonra Necaşî’ye bir mektup yazdı; “Yüce yaradan padişahımızın gönlüne rahmet yağdırdı, benim suçumu bağışladı. Ben de onun bu iyiliğine karşı şükran ve minnet alâmeti olarak padişah adına bir kilise yaptırdım ki gök kubbe altında onun gibisini ondan güzelini kimse yaptırmış değildir.” Dedi ve kilisenin bir resmini bir kağıda nakşettirdi, Necaşî’ye gönderdi.

Necaşî resmi görünce çok sevindi, Ebrehe’ye “Aferin” dedi. “Benim de hayrım olsun bu kiliseye” diyerek nakşı için renkli boyalar, altınlar ve lâtif, göz alıcı mermerler yolladı. Ebrehe’ye de Bizans vari kaftanlar sundu. Sonra Necaşî’ye bir mektup yazıp dedi ki; “Yemen ilinde güvenilir bir adamın varmış, senin adına bir yapı bir kilise yapmış ki cihan da yoktur. İnsana bundan daha yüce bir Fahir mi olur. Oranın bir ibadetgâhı ve kilise olmalı ki orada yüce Allah’a ibadet edilmeli. Hele yer yüzünde onun bir eşi daha bulunmamalıdır. Yapılacak iş Ebrehe’ye saygı ve sevgi göstermen ve o ili tamamıyla ona vermendir.

Necaşî de bu mektuptan çok memnun olup sevindi, şâd oldu. Ebreh’ye br name yolladı. Ona taltif ve tazimde bulundu, kaftan ve taç gönderdi kendi hizmetinden azad etti, onu Yemen’in tahtına özgür padişah yaptı.

Ebrehe’de o sevinçle Necaşî’ye bir yazı yazdı, şöyle dedi;

“İşitiyorum ki Arap taifesinin Mekke’de taştan yapılmış bir yapıları, evleri varmış ki ona “Yüce Allah’ın evi” derlermiş, Yılda bir kez o evi ziyaret eder ve hacda bulunurlarmış ve o evde yüce Allah’a ibadet ederlermiş. Benim bu Yemen’de yaptığım kilise ise ondan 1.000 kez yektir, büyüktür. Ben de Yemen bölgesinde ki halka emredeyim ki bu kiliseye gelsinler, hac da bulunsunlar, tavaf etsinler, kurbanlar kessinler. Arap taifesi o hacceyledikleri evi tavaftan vazgeçsinler, bu kiliseyi hacca gelsinler. Ta ki padişahımın evi dünyaya yadigâr olsun. ve böyle bir öğünüş böyle bir Fahir ebedi kalsın.”

Necaşî’nin gönlü bu mektupla çok hoş oldu Sonra Ebrehe de Yemen ilinde Arap, Yahudi, Hıristiyanların hepsine o kilise de ibadet etmelerine hükümler yazdı……….

…..Ebrehe Mekke’nin üzerine yürümek ve Kâbe’yi yıkmak ve Kinane oğullarından bir kişiyi sağ bırakmamak düşüncesindeydi.

Araplar da bir kişiyi Yemen’e o kiliseyi görmesi için Ebrehe’nin yanına yolladılar. O kişi kiliseyi görmüş, seyre başlamıştı. Yemenliler onu görüp Hıristiyan olmadığını anlayarak; “ Sen ne kişisin Burada işin ne) dediler. O Mekke’li de; “BenArap taifesindenim, oraya Yemen meliki’nin bir kilise yaptırmış olduğu haberi geldi. Onu göreyim hem de Arapları hac etmek için buraya getireyim diye geldim. Dedi.

Bu haberi Ebrehe’ye bildirdiler. Ebrehe de; “ onu kiliseye alın her yerini ona gösterin, ona engel olmayın” dedi.

Arap vakta ki kilsienin içine girdi, orada bir şeyi gördü ki onu bütün ömründe görmemişti. Öyle lâtif resimler nakşolunmuş, öyle cevherle süslenmiş, hele o altın salipler ki kızıl yakutla ve incilerle zinetlenmiş olup altın zincirlerle asılmıştı. Süslenmesine o kadar çok mal harcanmıştı ki hesabı ve kararı hiçbir zaman hesap edilemezdi.

Mekke’li kişi kiliseyi böyle görünce şaşırdı kaldı. Sonra bir yerde durdu, çok ağladı gözyaşları döktü. Mabedin hizmetçilerinden izin diledi. “Beni bu gece burada bırakın, burada yatayım, ibadet edeyim.” Dedi. Onlarda izin verdiler. Oda kiliseyi sabaha kadar bomboş buldu. Büyük abdesti gelmiş ve necisini kilisenin mihrabına ve duvarlarına sürmüştü.

Sanah olunca bu kişi kapıcılardan izin istedi Kiliseden dışarı çıktı hemen o saat oradan kaçtı gitti. Yemen’li halk ibadet için kiliseye girince kilisenin içinin pislenmiş olduğunu gördüler. Hemen Ebrehe’ye haber verdiler.

O Arap ki buraya gelmişti kiliseye böyle böyle iş yapmış. Her halde Mekke halkı kilisemizi pislemek için bu kişiyi göndermiş olsalar gerek dediler.

Ebrehe bu haberi alınca kızdı; “Arapların o kutsal evini yıkmayınca ve viran etmeyince içini mırdarlıkla doldurmayınca geri dönmemeye yemin etti. Necaşî nin bir fili vardı Adı mamud’du he hangi orduda bulunursa o asker basılmaz, mağlup olmazdı, daima zafer kazanırdı Hem de Habeş ilinde ondan daha büyük, ondan daha gökçek daha güzel fik yoktu. Bütün filler ondan korkarlardı, ona daima yenik düşmüşlerdi. Habeş ülkesinde ne kadar fil varsa o mamud fili önlerinden yürür, öteki filler onun ardından yürürlerdi. Habeş fillerinde Ebrehe’nin 13 fili vardı ki onunla birlikte götürülmüşlerdi…….

…. Ebrehe’nin askerleri Mekke’ye yaklaşınca Mekke halkı toplandı. Mekke başkanı olan Abdulmuttalib’in önüne geldiler. O Muhammed Mustafa S.A.V) in dedesiydi. Ona; “Ya Abdülmuttalib dediler biz bu Ebrehe ile savaşamayız, işte geldi, Mekke’ye yetişti. Ne yapalım, nice edelim, halimiz nice olacaktır. Dediler.

Abdulmuttalib; “Yapılacak iş şudur Oğlumuzu ve kızımızı alalım, Mekke dağlarına dağılalım. Bu ev Yüce Allah’ın evidir, yine yüce Allah’a ısmarlayalım. O’nun gücü bizden artıktır. Gerekiyorsa evine düşmanları musallat etsin, onu yıktırsın. Gerekiyorsa onu saklasın. Düşmanı evinin üstünden kovsun hüküm onundur Ne dilerse onu işlesin. Dedi.

Onlar bu fikirde iken Ebrehe Mugammes’ten 5.000 er seçti, Mekke’nin üzerine gönderdi. Esved bin Matfur adında bir komutanı başlarına dikti ve ona; “Var Mekke’yi kuşat, dört yanını muhasara et, insandan hayvandan ne bulursan yakala, topla bana getir. Sakın Mekke’nin içine gireyim deme.

Esved Bin Matfur da Mekke’ye saldırdı. Attan deveden, koyundan, sığırdan ne buldu ise sürdü. Çobanlarını tutsak kıldı, hepsini Ebrehe’nin katına getirdi. Develerin arasında Abdulmuttalib’in de 200 devesi vardı.

Ebrehe; O çobanları ve tutsakları bana getirin dedi. Onlara;Mekke kavminin tedbirleri nedir diye sordu. Bizimle savaşa girişebilirler mi, yoksa aman mı dilerler diye sordu. Onlar da; Mekke kavminin tedbiri şehri padişaha teslim etmektir. Hiç cenk etmek niyetinde değiller. Abdulmuttalib onlara böyle öğüt vermiştir. Dediler.

Ebrehe’nin yanında  Hayyad adında Arap taifesinden bir bey vardı ona şu buyruğu verdi; “Hemen yürü var Mekke halkına şunları söyle;

Benim maksadım Mekke’lilerin kanlarını dökmek değildir. Benim buraya gelmekliğim bu evi yıkmak harap etmek içindir. Ben bu işi yapmaya and içmişimdir. Kendileri emin olsunlar, hiç korkmasınlar. Mallarından, davarlarından, oğullarından ve kızlarından ötürü korku duymasınlar.

Ebrehe bu buyruktan sonra da; Onların ulularını alş bana getir. Göreyim o ne sıfatta bir kişidir. Dedi. Hayyad Mekke’ye geldi Ebrehe’nin buyruğunu halka bildirdi Abdülmuttalib’i de aldı Ebrehe’nin katına getirdi. O gün bunların Ebrehe ordusuna getirilmesiyle akşam oldu. Ebrehe ile buluşulamadı. Abdülmuttalib o geceyi tutsak edilen Zünefer ve nüfeyl’in yanında geçirdi. Zünefer Abdülmuttalib’in dostu idi ona;Bana bir himmetin varmıdır ya Zünefer dedi. O da;

“ Benim elimde ne var ki ben bir tutsak kişiyim her  gün başımın korkusu içindeyim. Ebrehe’ye, ben bu sözü söyleyemem Ama şu fil bakıcıları ki ulu Mahmud adında ki filin hizmetkarlarıdırlar. Onlar padişahın sır sahipleridir Onların da bir büyükleri vardır, adına Enis derler, çok ta iyi kişidir. Hem de benim dostumdur. Ona senin halini ve Araplar içinde ki saygını Ebrehe’ye bildirmesini söyleyin. Ta ki Ebrehe de sana mertebene göre izzet ve saygı kılsın,dedi.

Abdülmuttalib çok ulu kişiydi halkı içinde ve bütün Arap taifesi arasında ondan daha saygın kişi yoktu. Çok ta öz ehliydi. Cömertlikte eşi benzeri yoktu. Ne zaman bir deve boğazlasa etini adem oğullarına üleştiridi. Devenin karnını bağırsaklarını dağlara taşıttırırdı Onları da kuşlara, yırtıcı hayvanlara  yedirirdi. Bundan ötürü onun bir lakabı da Mut’ıminnas-ı ves Siba yani insanları ve yırtıcı hayvanları tamlandırıcı demekti.

Zunefer o dostu olan Enis’i yanına çağırttı. Abdülmuttalib’i ona anlattı.

Sabah olunca Enis Abdülmuttalib’in kim olduğunu Ebrehe’ye bildirdi. Ebrehe de izin verdi Abdülmuttalib’i katına getirdiler. O da içeri girdi. Ebrehe tahtında oturmaktaydı Abdülmuttalib’i tahtının aşağısında oturmasına rıza göstermedi, tahtının üstünde kendi yanında oturmasına halktan çekindi hemen tahtından yere indi döşek üzerine oturdu.

Sonra Abdülmuttalib geldi Ebrehe ona izzetler ve saygılar gösterdi, yanına aldı, ona nazar kıldı. Boyunu posunu, şeklini ve şemailini yakından gördü, çok beğendi. Abdülmuttalib’in duru ve vakarı Ebrehe’ye çok hoş geldi, tercümanına;

Onunla konuş sözlerini duyayım dedi. Abdül muttalib konuşurken onun sözlerinde ki açıklığı ve muhabbeti yakından gördü. O zaman Kâbe’yi yıkmaya ve onun hürmetine gerek kâbeyi ve gerekse Mekke şehrini viran etmeye karar verdi.

Tercüman kişiye; “Sor bakalım bu kişi benden ne istiyor “dedi. “her ne diliyorsa onu şimdiden kabul eyledim”.

Bu sözleri tercüman Abdülmttalib’e bildirdi O da; “Dileğim şudur ki dünkü gün 200 devemi sürmüş götürmüşlerdi onları bana geri versinler.” Dedi.

Ebrehe Abdülmuttalib’den bu sözleri işitince üzüldü ve; “Ne yazık ki bu kişinin şekil ve şemailine göre aklı yokmuş, tedbiri kötüymüş. Ben kudret ve kuvvetimle bunların kâbesini yıkmaya geldim, dünyada bunların öğünüşü bu Kâbe iledir onu viran etmek kastımdı. Oysa ben umardım ki benden bu Kâbe’yi viran etmemekliğimi itsiye idi. Onun hatırı için onu yıkmayayım. Kâbe’yi ona bağışlayayım, askerlerimi geri döndürüp gideyim Kıyamete kadar da Kâbe’yi kurtarmak ona Fahir onur vereydi. Oysa o benden Kâbe’ye hizmeti bir yana bırakıp 200 devesini istiyor. Ey kişi ben bu Kâbe’yi sana bağışlayıp gitseydim senin nice 200 deve kazancın olurdu. Asıl gereklisini bilmiyorsun.” Dedi.

Tercüman bunları Abdülmuttalib’e söyledi Abdülmuttalib de şu cevabı verdi. “Bu ev benim değildir. Onun sahibi vardır ki evini saklamasını bilir. Benim korumama ihtiyacı yoktur. Dilerse saklasın dilerse yıktırsın benim bu arada sözüm yoktur. Ancak ben develerimi isterim. Melik; Hemen develerimi geri verilsin” dedi.

Ebrehe de buyurdu ki “Abdülmuttalib’e 200 devesini geri verin”. Develerini geri verdiler. O da develerini aldı sürüp Mekke’ye geldi. Abdülmuttalip o zaman Mekke halkına; “Varın dağılın, dağlara kaçın dedi Bu kutsal evi sahibine ısmarlayın, şehirden gidin.

Mekke halkı da karısını kızanını alıpMekke dağlarına kaçıp gittiler Abdülmttalib’de çocuklarını aldı Hira dağına gitti. Vakta ki o gün geldi, sabaha erildi Mina yakınında kondu Mekke’nin halinden haber sordu Ona;Halk dağıldı gitti, şehirde kimse kalmadı dediler. Ebrehe o zaman buyruk salarak;

“O mahmud filini ve öteki filleri Mekke’ye sürünüz Kâbe yıkılsın harab edilsin. Mekke şehrini de yıkınız” dedi. Ama kimseye ziyan verilmeden. Oradan gidilsin.

Mahmud fili Mekke’ye yönelince harem sınırına gelince bir adım daha adım atmadı, yerinde durdu. Ne kadar uğraşıp onu döğdüler, başına vurdularsa da çare olup ileri gitmedi. O durunca da öteki filler de yerlerinde durdular.

Sonra yüce Allah Ebabil kuşlarına emreyledi, deniz kıyısına indiler her birisi üçer parça balçık aldılar, ağırlıkları mercimek kadardı. İki tanesini iki ayağı ile bir tanesini de burunları ile götürüyorlardı. Hava boşluğunda Ebrehe’nin askerlerinin üstüne gelince Yüce Allah’ın emri ile Cehennemden bir parça yalın (ateş) belirdi, o balçık parçalarına dokundu onları taş haline getirdi. Ebabil kuşları da o taşlar henüz kızgın iken her taşı bir kâfirin tepesine bıraktılar. Bu taşlar o anda kime dokundu ise gövdesini ateş sardı, vücutları kabardı, etleri parça parça oldu, etleri yere döküldü.

Ebrehe’nin ordusu o hale geldi ki her asker kendi başının çaresine düştü, kimi öldü, kimisi dağıldı, kaçtı. Kaçanlarında kimisi yolda öldü, kimisi Yemen’e vardı orada öldü. Ancak başına taş düşmeyenler canlarını kurtarabilmişlerdi.

Ebrehe’nin de başına bir ebabil kuşu taşı indi. Gövdesi şişti Yemen’e gelinceye kadar acı çekti Oraya gelince gövdesi parça parça olarak can verdi. O filler yine geriye dönüp kaçtılar Onları Yüce Allah sakladı böylece selamet buldular kurtuldular.

Abdülmuttalib’e ve Mekke kavmine bu hal haber verildi yine hepsi Allah’ın evi olan Beytullah’a geldiler. Herkes yerli yerinde karar kıldı. Bu olaydan dolayıAbdulmyttalib’in Arap içinde hürmeti ve izzeti arttı. Kâbe’ninAllah’ın evi olduğu iyice bilinip anlaşıldı ki ona kötü niyette bulunanı Hak Teala helak eder. Bundan ötürü Abdulmuttalib’e manevi kazancı da bol oldu. (Tarih-i Taberi-Ebu Cafer Muhammed bin Cerir’üt Taberi Cilt 2/531-540)

17 Aralık 2013 Salı

MALIN AFETLERİ



Malın Âfetleri; Bunlar da dinî ve dünyevî olmak üzere iki kısımdır: Dinî âfetler üç gruptur:
Birincisi; Günahlara sevk etmesidir. Çünkü şehvetler çok değişiktir. Âcizlik ve imkânsızlık bazen kişi ile günah arasına perde olarak gerilir. Nitekim 'bulmamak, masum kalmaktandır' denilmiştir. İnsanoğlu günahın bir çeşidinden ümitsiz olduğu zaman, artık ona karşı şehveti kabarmaz. Günaha muktedir olduğunu hissettiği zaman nefis kendisini dürter. Mal da kudretin bir çeşididir ve günaha davet edici karakteri insanı dürter. Eğer kişi onun isteğini yaparsa helâk olur. Eğer sabrederse, sıkıntıya girer; zira yapma gücü olduğu halde sabretmek daha zordur. Zenginlik fitnesi fakirlik fitnesinden daha büyüktür.
İkincisi; Mubahlara dalmaya (ve israfa kaçmaya) sürükler. Bu ise malın âfetlerinin başlangıcıdır. Bu bakımdan mal sahibinin arpa ekmeği yemeye, yamalı elbise giymeye, yemeklerin lezzetlilerini bırakmaya, Hz. Süleyman'ın (a.s) zenginliği terk ettiği gibi terk etmeye gücü ne zaman yetebilir?
Öyle ise mal sahibinin en güzel durumu (kendisine göre) dünya ile lezzetlenmek, nefsini buna alıştırmaktır. Öyle ki dünya ile lezzetlenmek, onun yanında normal bir âdet haline gelir. Dünya zevklerinden uzak duramayacak bir duruma gelir!
Dünyanın bir kısmı kendisini, diğer bir kısmına çeker. İnsan bu zevklere alıştığı zaman, bazen helâl kazanç ile bunlara ulaşma imkânından yoksun olur. Dolayısıyla şüphelilere dalar! Maddî durumunu düzeltip, dünya lezzetlerine nail olmak için riyakârlık, yağcılık, yalan, nifak ve diğer rezil şeylere yeltenir; zira malı çok olan bir kimsenin halka ihtiyacı çok olur. Halka ihtiyacı olan bir kimse ise, elbette onlara münafıklık yapmak, onların rızasını kazanmak için Allah'a isyan etmek mecburiyetinde kalır.
Eğer insan bilfiil lezzetlere başlamaktan ibaret olan birinci âfetten kurtulursa, bu ikinci âfetten kurtulamaz. Düşmanlık ve dostluk da halka olan ihtiyaçtan doğar. Bu ihtiyaçtan haset, kin, riya, gurur, yalan, kovuculuk, gıybet, kalp ve dile mahsus olan diğer günahlar neşet eder! Bu günahların diğer azalara sirayet etmesinden de insan kurtulamaz. Bütün bunlar malın uğursuzluğundan, onu korumak ve çoğaltmak ihtiyacından doğar.
Üçüncüsü; Öyle bir beladır ki hiç kimse bu beladan kurtulamaz, Şöyle ki, malı koruyup çoğaltmak insanoğlunu Allah'ın zikrinden alıkoyar. İnsanı Allah'ın zikrinden alıkoyan her şey zarardır ve bunun için de Hz. İsa (a.s) şöyle demiştir:
-Malda üç âfet vardır; biri helâlinden kazanmamaktır.
-Helâlinden kazanırsa diğer âfet nedir?
-Hakkı olmayan yere sarf etmektir!
-Hakkı olan yere sarf edilirse diğer âfet nedir?
-Bu takdirde de malı korumak ve geliştirmek kendisini
Allah'ın zikrinden alıkoyar!
İşte müzmin hastalık budur. Çünkü ibâdetlerin temeli, beyni ve sırrı Allah'ın zikrini ve azametini düşünmektir. Bu ise, her şey den boş olan bir kalp ister. Gayri menkulün sahibi ise sabah akşam çiftçi ile mücadele edeceğini, hesaba tutulacağını, ortaklarla münakaşa edeceğini, su ve sınır meselelerinde münazaa edeceğini, vergi hususunda devlet memurlarıyla uğraşacağını, tamirde ücretlilerin kusur gösterdiği şeyler hususunda münakaşaya tutuşacağını, çiftçilerin hainlik yapıp çaldıkları için, onlarla mücadele edeceğini düşünür.
Ticaret sahibi, ortağının hıyanetini kârı kendisine alacağını, çalışmaktaki kusurluluğunu ve malı zayi edeceğini düşünür. Koyun sahibi de bunun gibi şeyler düşünür. Diğer mal sahipleri de bu tür şeyler düşünür.
Oysa insanoğlunun düşüncesi, parayı nereye sarf edeceği nasıl koruyacağı, birisi ona muttali olursa ne olacağı ve halkın oradan tamahlarını nasıl keseceği hususunda durmadan düşünür. Dünya için düşünmenin sonu gelmez. Günlük nafakasını bulan bir kimse, bütün bunlardan emin ve salimdir.
İşte dünyevî âfetlerin özeti bunlardır. Hele mal sahiplerinin dünyada çektikleri korku, üzüntü, gam; haset edicileri defetmek hususundaki yorgunluk, malın kazanılması korunması hususundaki zorluklar da cabası! Onlarda durum bu iken, malın panzehiri; nafakasını ondan almak, kalanını hayrat yollarına sarf etmektir. Bundan başkası zehir ve âfettir. Allah Teâlâ'nın selâmetini, lütuf ve keremiyle güzel yardımını talep ediyoruz. Allah her şeye kâdirdir. (İ. Gazali- İhya)

26 Mart 2013 Salı

Hz. Ali (k.v.) Nin Malik Ibn-i Eşter Gönderdiği Emirname



Allah'ın kulu Emîrü-l-Mü'minîn Ali'nin, Mısır'a vali ta'yîn etdiği Mâlîk İbni'l-Hârisi Eşterî'ye emri şudur:



"Vergisini tahsîl etmek, düşmana karşı cihâd açmak, halka sulh ve selâmet temîn etmek, kendisine teslîm edilen bilâdı i'mâr etmek için vali nasbetdiğimiz Mâlik İbni'l Harisi Eşterî'ye, Allah'a ittikayı (ya'ni evâmir-i ilâhiyyeye ta'zimkâr, mahlûk-ı Hudâ'ya karşı şefakatkâr olmayı), Kitâbında emrettiği farzlara ve sünnetlere tamamıyla ittiba' etmeyi emrederim. Onlar öyle feraiz ve sünendir ki:



Hiçbir kimse ona tâbi olup sımsıkı sarılmadıkça hayatta saâdet yüzü görmez; ve onlardan soyunmadıkça da katiyen olup hüsran-ı edebî gayyasına düşmez. Ve sana, Allah'a elin ile, kalbin ile, dilin ile yardımda bulunmalı (yani, Allah ile olmanı, hızbullah'da bulunmanı) emrediyorum. Zira vücûdü ile mevcûd, sıfâtı ile mûhit, esmâsı ile malûm, ef'âli ile zâhir, âsârı ile meşhûd olan Zât-ı Zülcelâl, kendisine ağırlayana izzet verip aziz kılacağını tekeffül ediyor.



Keza sana bir de nefsini, şehevâta saldırdıkça tepelemeni ( o nefis ki ruhun bineğidir) isyân edip serkeşlik ettikçe dizginlerini çekmeni emrediyorum. Zira nefis devamlı fenalığa âmirdir. Yalnız Allah'ın merhametine uğraşın da muhafaza edilmiş olsun. Sonra, ey Mâlik! Bilmiş ol ki:



Ben seni öyle memleketlere vali nasbetdim ve gönderdim ki, senden evvel oralarda birçok hükümetler hüküm sürdü, adâlet yaptı, zulmetti...



Sen vaktiyle onları seyrediyordun. İdare tarzlarını tahlil edip icraatını bakıp görüyordun. İşte şimdi halk; sen nasıl valilerin icraatını gözetliyordun ise, onlar da senin icraatına bakacaklar. Sen nasıl onlar hakkında söylüyorsan onlar da şimdi senin hakkında söyleyecekler.



Binâenaleyh kimlerin sâlih olduğu, yine Allah'ın kendi kullarının ağzından söylettiği sözlerle bilinir. O halde hemen senin için, biriktireceğin sevimli zahîre, "amel-i sâlih zahîresi" olsun. Onun için hevesatına mahkûm olma, ona hâkim bulun.
Sonra, sana helâl olmayan şeylerde nefsine karşı gayet hasis ol. Çünki nefsin; ister hoşlanıp zevk aldığı, ister istemeyip zevk almadığı şeylerde ona hasis olmak, onun hakkında adil'den başka bir şey değildir. Ve şuna dikkat et:



Kalbinde raiyye için geniş merhamet ve muhabbet duyguları besle, onları lûtf ile karşıla. Katiyen o zavallıları, fırsat bilip de kendilerini yutmayı ganimet bilen yırtıcı bir canavar kesilme. Zira onlar iki sınıftan ibarettir:



1.Ya dinde kardeşin,



2. Ya hilkatte bir eşindir.



Kendilerinden hatâ sâdır olabilir, bazı ârızalar zuhûr edebilir. Gerek hatâ ile, gerek kaste makrûn olarak işledikleri suçlardan dolayı ellerinden tutarak doğru yola getirmek mümkündür. Nasıl sen Allah'ın, senin günâhından vazgeçip affetmesini istersen, sen de onları affını sâyesi altına al. Çünkü sen onların fevkinde bulunuyorsun. Emr-i vilâyeti sana verip vali yapan da senin fevkinde bulunuyor. Noksan sıfattan münezzeh olan Allah ise seni vali nasbedenin fevkinde bulunuyor ve kullarının, işini hakkıyla görmesini istiyor, seni onlarla imtihân ediyor.



Dikkat et! Olmaya ki Allah ile harbe girip de kendini Allah'ın gadabına siper yapma. Zira ne O'nun inkikamına dayanacak kadar kuvvet ve kudretin var, ve ne de afv ve merhametinden müstağnî olabilirsin. Hele hiçbir afvinden dolayı katiyen pişmân olma. Sakın verdiğin hiçbir azaptan dolayı da sevinme. Halletmek imkânını bulamadığın bir bâdireye koşma.



Sonra: " Ben kuvvet, kudret sahibiyim, emrederim, elbette itâat ederler" deme. Zira o tavır, o hâl kalbi eskitir, fesâda verir ve neticede dini zaafa uğratır. Bunun neticesi de felâkete koşmaktır. Eğer muktezâ-i beşeriyet ve gaflet, elindeki kudret ve salâhiyet sana bir ululuk , bir hiss-i azamet getirirse; hemen fevkinde Allah'ın melekûtunun azametine bak. O geniş kudretin saltanatına nazar et. Senin kendine gücünün yetmediği şeylerde o Allah'ın sana karşı nasıl kadir olduğunu iyi düşün. Bu tefekkür, senin yükseklerde gezen nazarını yere indirmeğe kâfidir.



Evet, onu yere indirir, haşmetini giderir, seni terk eden aklını başına getirir. Sakın sakın, Allah ile büyüklük yarışına kalkışma! Dikkat et, kibriyâ-i ceberûtunda O'na benzemeye özenme! O öyle bir Allah’tır ki; her kahredici rezili zelil, her kendini beğenen mütekebbiri perişân eder de bırakır.

Hakka karşı munsif ol. Ne kendin hakkında, ne seninle hususiyetleri olanlar hakkında, ne de ra'yen hakkında (ayrı muamele yapma). Allah'a ve Allah'ın kullarına karşı hiçbir vakit adaletten ayrılma. Eğer ayrılırsan zulmetmiş olursun. Binâen'aleyh Allah'ın kullarına zulmedenin, ibadullah tarafından davâcısı doğrudan doğruya Allah’tır. Allah da birisine hasım oldu mu , o kimsenin bütün dayanakları çürük, bütün hüccetleri bâtıl olur. Hem ölünceye kadar yâhut tevbe edip kabûl ettirinceye kadar Allah ile ilân-ı harp etmiş olur.

İyi bil ki: Dünyada zulüm kadar Allah'ın lûtfunu değiştirip, kahrını ta'cil edecek bir şey yoktur.Zira muhakkak Cenâb-ı Hak, mazlumların âh u enînini işitiyor, zâlimleri elbette nazar-ı celâli ile gözetliyor.

İşte yapacağın işlerin için öyle insan seçmelisin ki: Raiyyenin memnûn olup râzı olacağı, hak hususunda ifrata, tefrite gitmeyen, adâleti her yerde seri', umumun teveccühünü kazanabilecek kimse olsun. Sebebi ise ekseriyetin hoşnutsuzluğu, birkaç kimsenin rızâsını hükümsüz bırakır.

Şahısların gadabı ise, ekseriyet içinde hiç olur gider. (Onun için umumu tutabilecek adamları seç, iş başına getir )
Her vali için hâssa takımı kadar balâlı bir şey yoktur. Bunlar iyi günlerde daima yükü ağır, felaketli zamanlarda yardımı az, adaletten hiç hoşlanmaz, istemekten asla bıkmaz, verildiği zaman katiyen şükretmez, verilmezse olur olmaz şeyle savrulmaz, felâkete hiç sabretmeyen kimselerdir.



Hulâsa, raiyyeden hiç kimse bunlar kadar valiye ağırlık veren yoktur. Bunlar İslâm'ın birliğini bozarlar. Halbuki İslâm'da esas birliktir, topluluktur, yekvücut olmaktır. Düşmana karşı korunulacak silâh da odur. Binâenaleyh senin samimiyetin, muhabbetin, meylin daima âmme-i ümmete olmalı! Ve en ziyade nefret edeceğin, yanına sokmayıp uzaklandıracağın kimseler; halkın kusurlarını, ayıplarını araştıranlardır. Bu ahlakta olan kimseleri yanından uzaklaştır. Zira nâs'ın öyle ayıpları olur ki; onların örtülmesi herkesten daha ziyade valiye yakışır.



İşte onun için bu ayıpların sana gizli kalanlarını sakın açmaya çalışma! Eşeleme! Senin hakkın; ancak muttali' olduklarını temizlemek, ıslâh etmekten ibarettir. Muttali' olmadıkların hakkında hükmü Allah verir.



Hem sen raiyyenin ayıbını gücün yettiği kadar ört ki; Allah da senin, raiyyene karşı meydâna çıkmasını istemediğin şeyleri örtsün.



İnsanlar üzerindeki bütün kin ukdelerini bırak. Seni intikama sürükleyecek bağları kopar. Sıhhati sence iyi belli olmayan şeylerin hepsi hakkında anlamamış gibi ol. Ötekini berikini ta'n edip dedikodu yapan kimsenin sözüne hemen çarpılma, çabucak inanma. O, ne kadar sûret-i haktan gözükse, saf davransa da o kadar dessasdır.



Çok dikkat et! Seni; zarurete düşersin diye yapacağın hayrı önleyecek hasîsi yanına uğratma. Keza yapacağın büyük işler için çalışmanı, kararını sarsacak korkağı yanına sokma. Zulme saptıracak, ihtirâsı hoş gösterecek harîsi katiyen yanına alma, bu gibilerle meclis-i meşveret kurma! Çünkü bu sıfatlar; gerek buhl olsun, gerek ihtirâs olsun öyle fena huylardır ki; Allah'a su'-i zan bu tabiatlarla olur. Yani Allah'a su'-i zan bu sıfatları bir araya toplar.



Dikkat et! Sana müşavir olanların en fenası; senden evvel edepsizlerin dostu, vezîri olanlarla beraber çalışıp, edepsizlik ve fenalıklara ortak olanlardır. Bunlara dikkat et, hiçbir suretle kendine mahrem ittihaz etme. Zira canîlere yardım edenler, ancak zalemeye yâr olabilirler. Binâenaleyh sen öyle adam seçeceksin ki: Hiçbir vakit zâlime zulmünde yardım etmeyeni, günahkâra günâhını işlemesinde hiçbir suretle kolaylık göstermeyeni olacak! İdare, tedbir hususundaki muvaffakıyeti, ötekilerin re'yü tedbirine üstün olacak. İşte böyle adam seçeceksin.



 

10 Şubat 2013 Pazar

DUHAN HAKKINDA;












































        Sodom ve Gomora’ya ve bütün ovaya baktı. Yerden, tüten bir ocak gibi duman yükseliyordu.

Kutsal Ruh`un Gelişi/19)



        Allahu Alem..!

18 Ocak 2013 Cuma

MELEK KAVRAMI



Bir bilenden daha iyi bir bilen vardır. Bunun doğru olduğunu “Melek” kavramı üzerinde yoğunlaştığımda fark ettim. (Kendisinin Ahmed Hulusi olarak anılmasına müsaade ettiği için o hitapla hitap ediyorum.) Ahmed Hulusi gerçekten konu üzerinde yoğunlaşmış ve ledünni bir bilgiye kavuşmuş olduğunu gördüğüm için sizinle burada bazı bilgilerini paylaşırken bazı ilaveler ile tekrar etmek istiyorum.



Ruh-u Muhammedî ya da Ruh-u Âzam  ismiyle işaret edilen orijin (Köken, başlangıç, kaynak) ilk varlıktan O’nun ilminde-O’nun enerjisiyle-kudretiyle meydana gelmiş nur yapılı varlıklardır. Işık kuantlarından yani Nur’dan var olmuştur.



“Melek” kelimesi” ,melk”ten gelir ki , “güç, kuvve” anlamınadır.” ALLAH”ın kuvvede mevcut özelliklerinin-esmâsının-açığa çıkması ile oluşan birimler anlamınadır.

Bu itibarla; Melekler, “ALLAH” Rasûlleridir! (Hizmetkârlarıdır)



Melâike varlığını “ALLAH”ın “Esmâ-ül Hüsnâ”sından alır! “ALLAH”’ın isimleri  yani Esmâ-ül Hüsnâ,(güzel isimler) mânâlarını ortaya koymaya başladığı anda oluşan mânâ varlıklar “melek” adını alır.



“Melek” ler de insanlar  gibi “esmâ terkipleri”dirler!..Tek bir ismin açığa çıktığı birimler değil!… (Havas ilmiyle meşgul olanlar her bir ismin hizmetkar olan meleğin adını bulurlar. Başına “Ya” sonuna “il” ekler isim bulunur. “İl” İbranicede “Allah” demektir.) Yani, “melek” denen varlıklar da ana yapılarının mâhiyeti itibariyle “ALLAH” isimlerinin bir bileşimidirler. Ne var ki, bileşimlerinde bir veya bir kaç ismin mânâsı büyük ağırlıklı olarak açığa çıkmaktadır. Belirli çok çok yüksek frekanslardır, titreşimlerdir! ( ve yazılımlardır.)



Melekler aslında, orijin yapı olarak sûretsiz ve şekilsiz varlıklardır. Ancak meleğin, işlevi ve bağlantılı bir frekansı vardır!  Ve bu titreşimlerin ihtiva ettiği anlamlar söz konusudur. (Bu kısımda onları bilgisayarın yazılımları da olarak düşünebiliriz.)



İnsan bedeninde nasıl bir karaciğer, canlı ve bilinçli olarak yapısının özelliklerini ve gereğini ortaya koyuyorsa; ve öte yandan bedeninin diğer organlarıyla da birleşerek, beden dediğimiz üst yapıyı oluşturuyorsa; ve bu bedenden de beden üstü bir varlık olan “İNSAN ŞUURU-BİLİNCİ” meydana geliyorsa; aynı biçimde atomaltı ve atomüstü boyutun kendine özgü canlı-şuurlu varlıklarından oluşan sistemik, galaktik ve galaksiler bileşiği “CANLI BİLİNÇ SAHİBİ” özgün varlıklar da sözkonusudur ki, bunların da dini terminolojideki adı “MELEK”lerdir!



Melekler nur yapılıdır. Bunu bugünkü dille ifade etmek gerekirse, enerji kökenlidir diyebiliriz. Her şey enerjiden meydana gelmiştir dendiği zaman, burada bahsedilen enerjidir!

Enerji ,”ALLAH”ın “kudret” vasfının kuvveden fiile çıkması halindeki adıdır. Yani “Nur”dur.



”Nur”diye bahsedilen şey “salt enerji”dir. Bu bilinçli enerji (kudret),-kozmik bilinç- evrende var olan her şeyi kendisinden meydana getirmiştir.



Bir diğer ifade ile, bu kâinatta var olan her şey, O “RUH” adlı meleğin gücünden “O”nun ilmiyle meydana gelmiştir!

Varlıkların tüm nesneler, yani kesitsel algılama araçları ile algılayabildiğimiz veya algılayamadığımız; tespit edemediğimiz ama akıl yollu varlığını kabul ettiğimiz bütün varlıklar, gerçekte hep meleklerin varlığından ibarettir. Çünkü, evrende var olan her şey “enerji”den meydana gelmiştir. Yani, “nur”dan meydana gelmiştir.



Esasen yaşamda var olan her şey, “CAN”lılığını ve “BİLİNCİNİ” bahsetmekte olduğumuz “MELEK”lerden alır.

Kâinatta yaygın ve de evrenin hammaddesi varlıklar da “MELEK”ler.



“MELEK” denilen varlıkların yapısının ana cevheri, foton türlerinden bir yapıdır. “NURÂNİ”dir yapıları. Hatta bir diğer ifade ile şöyle izaha çalışayım.



Biz sayısız türden ışınları incelerken, aslında “Melek”lerin orijin yapısını incelemekteyiz ve bunun bilincinde değiliz!..

Bilgisayar kelimesiyle işaret ettiğimiz yapının varlığındaki atomlar ve ışık kuantları, nasıl bir boyutsal derinlik ve öze işaret ediyorsa; “insan” veya “hayvan” veya “cin” dendiğinde de, onların alt yapısını oluşturan öze, cevhere, alt yapıya “MELEK” denir.



Bu yüzdendir ki, insan ve cin ve hayvan denilen tüm varlıkların orijini tümüyle meleklerdir. Meleklerin varlığı da “nur”dur; Dolayısıyla, meleklerden meydana gelmemiş hiç bir şey yoktur! Atomüstü boyutun tüm birimleri gerçekte “melek” diye anlatılmak istenen boyut  varlıklarıdır.



“İnsan” denen varlığın aslı, orijini de melektir. İnsanlar, Cennete (oradaki yaşama uyarlanmış) melekî yapıya dönüşmüş olarak gireceklerdir.



“Genetik yapı” dahi bir melek kökenli yapıdır. (Yazılımlar)

Cin veya bunların insanları saptırıcı türü olan şeytanların, iblis’in orijin hammaddesi de melektir!



(Hacker: “Bilgisayar ve haberleşme teknolojileri konusunda bilgi sahibi olan, bilgisayar programlama alanında standardın üzerinde beceriye sahip bulunan ve böylece ileri düzeyde yazılımlar geliştiren ve onları kullanabilen kişi” olarak tanımlanır. Hacker, yetenekli ve zeki bir bilgisayar kurdudur. Gerçek yeteneği ise bilgisayar güvenliği ve mantıksal programlama üzerinedir.



Hacker kavramının nasıl Türkçeleştirileceği konusundaki karmaşa dışında, bu kavramın evrensel boyuttaki anlamı da gerçek bir muammadır. Değişik sözlüklerde bu kavram hakkında bazı ortak ifadeler olsa da, bu konuda tam anlamıyla bir mutabakata varılmış değildir. Bilgisayar programcılığı alanında, bir hacker bir exploit’e bir dizi düzeltme uygulama ya da var olan kodları kullanma yoluyla bir amaca ulaşan ya da onu ‘kıran’ bir programcıdır. Bazıları için, hacker sözcüğünün olumsuz bir çağrışımı vardır ve sistem “kıran” gibi çirkin, verimsiz ve kaba saba programcılık görevlerini yapan kişileri anımsatır.)



Cehennem varlıkları olup “zebâni” adıyla tanınanlar da “melek”tir! Maddenin aslı melektir! “Melek” dendiği zaman iki tür yapı anlayacağız;



Birinci tür yapı; Evren`de ve içinde bulunduğumuz sistemde var olan her şeyi meydana getiren, bu günkü tanımıyla, kuantsal kökenle açığa çıkan yapıdır.  “Melk” kökünden gelen melek, kuvvet, enerji yapı anlamındadır.

Bildiğimiz gibi enerjinin yoğunlaşması ile kuantlar, mezonlar, nötrinolar, nötronlar. elektron, pozitron, atom ve atom bileşiklerinden, atom moleküllerinden oluşan maddeler.

Evet!. Biz, her hangi bir madde, dediğimiz zaman, bu madde, beş duyu verilerine göre, maddedir! Yani, “görece (izâfi) madde”dir!



Bugün modern bilim tespit etmiştir ki, gerçekte madde diye bir şey yoktur!. Beş duyu dolayısıyla, biz maddenin var olduğuna hüküm veriyoruz.. Oysa gerçekte, evrende var olan her şey, çeşitli dalga boylarındaki manalardan ibarettir.

Her ne kadar 1900`lerin başına kadar, koyu bir maddecilik, “madde vardır, ötesi yoktur” görüşü hâkim olsa da, dünya üzerinde, 1910`lardan, 1920`lerden, bilim dünyasında başlayarak günümüze gelen bilim seviyesi artık, madde diye bir şeyin var olmadığını, sadece, bizim beş duyumuzun maddeyi bize var gösterdiğini, esasında madde denilen her şeyin atomlardan ve atomların da ışık kuantlarından, çeşitli dalga boylarından var olduğunu gösterdi.



İşte var olan; Dünya üzerinde ve Evrende var olan her şeyin meleklerden meydana gelmesi demek, bu dalgasal yapı ve atom altı boyutun, ışınlarından ve kuantsal enerjiden meydana gelmesi demektir.



Yalnız, burada çok önemli bir husus var. Burayı hiç bir zaman gözden kaçırmamak gerekir. En azından, olaya basit bir şekilde baktığımız zaman, evrenin tüm katmanlarında, boyutlarda geçerli olan bir “sistem” görüyoruz.



Her boyutun, her katmanın kendine has bir “sistemi ve düzeni” var!. (Bir bilgisayar gibi yazılımı vardır.)

Kısaca, evrende kaos yok, kargaşa, karmaşa yok!. Belki, sistemin ve düzenin getirdiği, gerekçesini henüz fark edemediğimiz lokalize kaoslar var; ya da bize öyle geliyor ki gerçekte o da sistemin bir parçası! Her şey bir sistem içinde doğuyor, büyüyor, ölüyor!. Yok olmuyor, bir başka şekle dönüşüyor!. “Yok” olmuyor, yani, yok olma diye bir şey evrende yok!. Çünkü zaten “yok”tan var olmuş ve aslı yok olan, hiç bir zaman “var” olmadı ki, “yok” olsun!. Bu da bir sistemin sonucu; sistem ise bir bilincin ifadesi.



Maalesef, batı bilim dünyasının çok iyi bildiği bu gerçekleri, henüz Türkiye`de bilen adam sayısı parmakla gösteriliyor. Ve, Bugün ilim, artık Batı`dan geliyor. Güneş dünyaya batıdan doğuyor(!).



Şu anda biz, “madde var” diyoruz! Bilim dünyası diyor ki:

“Madde diye bir şey yok, bu gözle gördüğümüz, içinde yaşadığımız her şey bizim hayâlimizden, şuurumuzun oluşturduğu hayâlden ibarettir!”



Bu varlıkta gördüğümüz her şey, enerjiden, enerjinin yoğunlaşması ile meydana geldiğine göre, demek ki bu varlıkta olan her şey, dinî tâbirle meleklerden meydana gelmiştir! Her şeyin aslı melektir! Cüz`i mânâda, zerresel mânâda, senin şu vücudun, trilyonlar kere trilyonlarca meleklerden meydana geldiği gibi, çeşitli katmanların yoğunlaşması ile meydana gelen ayrı melekler vardır. Bunu şöyle izah edelim:



Sizin vücudunuz, sayısız hücrelerden meydana gelmiştir. Bu hücreler değişik terkipler şeklinde bileşimler meydana getirerek, bir karaciğeri, bir kalbi, bir mideyi, bir beyni meydana getirmiştir. Karaciğerin görevi ayrıdır, karaciğerin kendine has bir bilinci vardır. O bilincin meydana getirdiği karaciğerin bir çalışma sistemi vardır. Kalp böyle, beyin böyle, mide böyle… Her bir organın kendine has bir bilinci vardır.



Ama, bizim beynimizde oluşan bilinç, buralardaki bu bilinç türlerini algılayamaz. (Yazılım) Çünkü onu algılamak için, gerekli açılıma, gerekli kapasiteye sahip değildir. Bunu, basit olarak şöyle izah edelim:



Gözünüz, şu sehpayı görür; ama şu odada, şu salonda boşluğa baktığı zaman bir şey görmez. Hâlbuki şu odada, şu anda belki milyonlarca ses ve milyonlarca görüntü dalgası var.

Ancak bu odada mevcut olan milyonlarca ses ve görüntüyü, ancak o dalgaların dalga boyuna ayarlı, bir televizyon veya radyo ile tespit edebiliriz!



O dalga boylarını kulağımız ve gözümüz almaz!. Çünkü gözümüz, santimetrenin on binde dördü ile on binde yedisi arasındaki dalga boylarını alabilecek kapasite ile kayıtlıdır, sınırlıdır.



Kulağımız ise, 16 ile 16.000 hertz arasındaki dalgaları alabilme kapasitesiyle sınırlı ve kayıtlıdır! Bu ikisi arasında çeşitli mânâlar ihtiva eden, milyarlar ve milyarlarla dalga boyu var olmasına rağmen, biz bunlardan gâfil yaşıyoruz…

Burada şu hususa dikkat etmeliyiz!



Biz, ilkel bir şartlanma sonucu olarak, sadece beş duyu verilerini var kabul edip, beş duyunun tespit edemediği verileri yok sayıyoruz! Gözle göremediğimizi inkâr ediyoruz!

Bundan yüz sene öncesine kadar böyle düşünülebilirdi; ancak günümüzde bu tür fikirler geçersiz sayılmaktadır!. Çünkü, göremediğimiz bir çok şeyin var olduğunu kesinlikle biliyoruz artık.



Kesinlikle, tutamadığımız birçok şeyin, var olduğunu biliyoruz! Duyamadığımız pek çok şeyin mevcûdiyetinden haberimiz var; ne çare ki, bunlarla iletişim kurma imkanımız yok!

Din bize, 1400 sene öncesinden, Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın ağzı ile bu gerçeği sanki şöyle haber veriyor:



“Sizin, hücresel yapılı bir bedene sahip olmanız gibi; ışınsal bedenli yapıyla meydana gelmiş cinlerin var olması gibi; bunun ötesinde, ışık kuantlarından, yani Nur`dan var olmuş melekler de vardır! Ki, evrende, bünyesinde bunları barındırmayan, bunların varlığından meydana gelmemiş hiç bir nesne yoktur!



Evrende var olan her birim-nokta, bu ışık kuantlarından meydana gelmiştir. Yani, meleklerden meydana gelmiştir! Ve bunlar, evrendeki mutlak bilinçten gelen bir şekilde, yapısal özelliklerine göre bilinçli birimlerdir!





SONUÇ



Ahmed Hulusi’nin “melek tarifi” içine ilave kıldığımız “Bilgisayar Yazılımı- Genetik Kod” için şu bilgileri hatırlayalım.

[Bilgisayarlar üzerlerinde çalışan yazılımlar olmadan sadece dijital yığındırlar. Dijital devrelere hayat veren ve kullanıma hazır hale getiren teknoloji yazılımdır. Kısacası bilgisayarı kullanılabilir yapan yazılımdır.



Yazılım, bilgisayar sistemleri üzerinde çeşitli işlemleri ve fonksiyonları yerine getirmek üzere düzenlenmiş komutlar düzenidir. Yazılım soyut bir üründür, elle dokunulup, gözle görülmez, tadılmaz, koku vermez. Ürün olarak ele alındığında ölçülmesi ve değerlendirilmesi zordur ve kişiye bir bakışta fikir vermez. Üründeki hatalar ürün kullanılırken bile fark edilemeyecek kadar sanaldır. Buna rağmen çok önemli ve vazgeçilmez işlemler yapar.



Yazılım kompleks ve karmaşık bir üründür. Birkaç satırdan oluşabildiği gibi milyonlarca satırdan da oluşabilir. Üzerinde birçok parametre, statü, değişken, programlama dillerine has kodlar barındırır. Uzman bir göz ile bakılmadığında karmaşık harf dizileri olarak algılanır. Diğer taraftan yazılım esnek bir üründür.



Yazılım ürünü fabrikasyon bir ürün değildir. Tekrarı azdır, her yeni proje başlı başına yeni bir iştir. Her ne kadar mümkün olduğu kadar koyulan kurallar, modeller ve yazılım geliştirme araçları kullanımları ile standart geliştirmeler yapılmaya çalışılsa ve çoğu zaman bir takım halinde yazılım geliştirilse de yazılım kişisel bir üründür.



Aynı yazılım ürünü iki farklı kişi tarafından farklı şekillerde geliştirilebilir. Her iki ürünün çıktıları aynı olsa dahi riskleri, zayıf noktaları ve güçlü yönleri farklılık gösterir. Tüm bunlar ölçülmesi zor bir ürünü karşımıza getirmektedir.



Yazılım doğası gereği gösterdiği farklılıklar kendine has kalite modellerinin geliştirilmesini de beraberinde getirmiştir.] (Reşit ALTUN, Yazılımda Kalite Kontrol Ve  Bir Uygulama ,  Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İşletme Anabilim Dalı Sayısal Yöntemler Bilim Dalı , Yüksek Lisans Tezi-254276, İstanbul, 2010, s.3-4)



[1948 yılında, ENİAC adındaki, elektrik ile çalışan ilk bilgisayar yapıldığında 30 ton ağırlığında idi ve bugün cebimize koyduğumuz bir hesap makinasının yaptığı işleri bile yapamıyordu.



Silikonun ve mikroçiplerin bulunmasıyla bilgisayarların hacimleri hızla küçülmüş, işlem hızları artmış ve çok büyük bilgi bankaları kurulmuştur. Bu sayede, birçok giriş ünitesi yoluyla veri tabanlarında depolanan bilgiler istenildiğinde görüntülenmekte, değişiklikler, eklemeler ve silmeler yapılabilmektedir. Bu fonksiyonların yanında, üretilen ve depolanan bilgiler, elektronik yollarla çeşitli adreslere aktarılabilmekte ve bilginin çoğalmasına yardımcı olmaktadır.





Oysa en güzel şekilde yaratılan insanın biyolojik fonksiyonlarının yanında, beyin fonksiyonları ve kayıt sistemleri öyle ideal çalışmaktadır ki, göz, kulak, burun, deri gibi ünitelerden sürekli bilgi depolanmaktadır. Doğumumuzdan, hatta ana rahminden başlayan kayıt işlemi, ölünceye kadar devam etmekte ve bütün bu bilgiler beynimiz içinde nohut tanesi büyüklüğünde bir et parçasında saklanmaktadır.



Hafızamız öylesine büyük bir kapasiteye sahiptir ki, sesler, renkler, görüntüler, ısılar, kokular hülasa çevremizden gelen bütün girdiler kayıtlanmakta, hem içtimai hem de biyolojik hayatımızı yönlendirmektedir. Bilgisayar teknolojisi bugün kokuları henüz kayıt ettirememektedir, fakat insan gibi harikulade bir modelin varlığı bu alandaki çalışmalara örnek hedef olmaya devam edecektir.



Göz, kulak, burun, dil gibi organlarımızdan -bir saniyesini dahi kaçırmadan gelen bilgiler, hafızamızda defter-i amalimizin eksiksiz kayıtlarıdır. Hatta günlük hayatımızı paylaştığımız eşimiz, dostumuz veya mesai arkadaşlarımızın hafızalarına aldıkları kayıtların şahsımızla ilgili bölümlerini de “şahit kayıtlar” olarak değerlendirmek lazımdır.



Bilgisayarların hafızalarında saklanan bilgileri istediğimiz zaman ekrana veya yazıcılar vasıtasıyla kâğıda aktarabildiğimizi düşünürsek, ömrümüz süreğince hafızamızda toplanıp saklanan bilgilerle hesaba çekileceğimiz çok daha rahat anlaşılabilir.



Toprakta çürüyen bedenimizle birlikte, süper bilgisayar beyinlerimiz ve hafızalarımız da yok olmaktadır. Ancak bütün ömrü hayatımızda bizi terk etmediğine inandığımız nurani varlıkların kayıtları ve şahitlikleri yanında, ruhumuzu teslim ederken hafızalarımızdaki kayıtların muhafaza edilmesi ve daha sonra da, defter-i amal olarak, elimize verilmesi maksadıyla, vazifeli melekler tarafından alınabileceği de düşünülmelidir.



 “Kitap (ortaya) konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: “Vah bize, bu kitap da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her (yaptığımız) şeyi sayıp döküyor!” dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez.” (Kehf, 49)] ( Bilgisayarlar Ve Şahit Kayıtlar-Yrd. Doç. Dr Şemseddin SEÇİLMİŞ)



Rasûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem bulunduğu günün şart ve bilgilerine uygun olabilecek uygunlukta ifade ettiği “melek” kavramının ne kadar kapsamlı olduğunu yeni yeni anlamaktayız. Bu nedenle “melekler” in hakikati üzerinde çokta kesin bir bilgiye sahip olmadığımız anlaşılmaktadır.