8 Şubat 2016 Pazartesi

GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF (3)

https://www.youtube.com/watch?v=FbYehyQqJIo


GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF (2) den devam

P. – Hamdım – piştim – oldum.
M. – Evet, hamdım – piştim – oldum merhalelerini geçmiş bir insan. Eğer siz de fert olarak olma yolunda iseniz, olgunlaşmak istiyorsanız Hz. Mevlana ile ister istemez bir yerde yolunuz kesişir. ABD de Coleman Barks’ ın çevirisi ile Mevlana’nın şiirlerinin çok satan olması, kitap olması İncil’den sonra. Aslında Mevlana’nın söylediği sözlerin batı insanında da bir karşılığının bulunduğunu gösteriyor.
S. – İncil’ den sonra en çok satması, ne zaman oldu bu tarihi belli mi?
M. -  Bu sene de tekrarlandığına dair bir haber okudum. Bundan 6 yıl evvel Library of Congress’in açıklamasına göre İncil’den sonra en çok satan kitap oldu. Yalnız burada şöyle birt ayrıntı var, Mevlana’nın şiirlerinin çok çevirisi var İngilizce de bu değil. Coleman Barks’ın bir uyarlaması. Kendisinin İngilizce şiirleri olan bir şair. Onun uyarlaması en çok satan kitap oldu.
Şimdi Mevlana’nın yakalamış olduğu düzey evrensel bir düzey. Siz hangi devlete mensup olursanız olunuz içinizde bir dert varsa, ıstırap varsa, günlük koşuşturmalarınızı bir tarafa bırakarak isterseniz tirilyoner olun, isterseniz fabrikatör olun, isterseniz falanca siyasi partinin lideri olun sonuçta bir insansınız. İnsan olduğunuz zaman akşam eve gelip yattığınız zaman o insanı sıfatınızla yatıyorsunuz. İş adamı olarak değil, başbakan olarak değil, cumhurbaşkanı olarak değil, bir Allah’ın kulu olarak yatıyorsunuz. Dolayısıyla Hz. Mevlana’nın yakalamış olduğu o düzey, şiirlerini okuduğunuz zaman göreceksiniz o kadar samimi, o kadar içten bir ifade ki, siz onu okuduğunuz zaman kendinizi buluyorsunuz. Arjantin’den, Brezilya’dan bir yazar çıkıyor Paulo Coelho, bu metinleri okuyor, buradan bir eser meydana getiriyor simyacı adıyla. Simyacı romanı insiyatik bir romandır, okuyanları etkiler ve Mevlana’dan alınmadır.
P. – Ama kendisi de kabul ediyor bunu.
M. – Tabii ki itiraf ediyor, büyüklük göstergesi. Dolayısıyla Hz. Mevlana bizim maneviyat dünyamızı kuran, kurucu figürlerden birisidir. Sadece Hz. Mevlana değildir, bizim Anadolu İslâm’ının mayasında en önemli babalardan bir tanesidir. Baba tabirini burada aynı zamanda ben genetik anlamda da kullanıyorum. Yani maneviyat aynı zamanda döllenme olayıdır, maneviyat döllenme ile olur. Hz. Mevlana, H. Ahmed Yesevi’ler, Hz. Mevlana’lar, Yunus Emre ler, H. Bektaş Veli’ler, M. İbn. Arabi’ler bu toplumun toprağına o tohumları ekmiş kimselerdir. Tohum ekildiği zaman da onun mahsulü ardında gelir.
S. – Üstün körü bir Anadolu da gezmek bile size bunu hissettiriyor, benim gibi bunların dışında olan insan, H. Bektaş’a gittim, türbeyi gezdim, çıktıktan sonra hakikaten bu duygularla doluyor insan. Çünkü etrafta ki ortam, elektrik, o insanların tavrı, türbenin güzelliği size bunu hissettiriyor.
M. – Evet, aynı şey Hz. Mevlana’ya gelin Konya ya, türbenin girişinde şu yazı var. “Kâbetil-uşşâk bâşet in makam her ki nâkıs âmed. İnça şud tamam” Burası aşıklar diyarıdır, burası aşıkların buluşma yeridir, burası aşıkların kâbesidir, her kim buraya noksan olarak gelirse kâmil olarak gider.
Şimdi toplumda biz ekonomi de, siyasette olgun adam peşinde değil miyiz? Bugün batı da bile olgun insan, yetkin insan arayışları bulunmakta. Yani biz aslında tasavvufi İslâm ın çok uzantıları var onlara vaktimiz olmadı, onlara giremedik. Yani tekke den dışarıya çıkamadık bir türlü. Tekke den dışarıya yansımaları var tasavvufi İslâm ın ekonomiye tesiri var. Yani tasdavvufi İslâm la formatlanmış bir toplumda bunun ekonomik uzantıları var, politik uzantıları var. Osmanlı’nın siyaset felsefesi az evvel söyledim tasavvufi İslâm’a dayanıyordu. Sanat anlayışı hakeza.
P. – Bilim uzantısı var mı?
M. - Tabii ki size bir örnek vereyim, izleyicilerimiz bu söyleyeceğim şeyi hemen test edebilirler. İrsika, İstanbul da İslam kültür araştırma merkezi olarak İslâm konferansı örgütüne bağlı bir araştırma merkezidir, Yıldız sarayında bulunmakta, çok güzel bilimsel çalışmalar yapmaktadırlar İslâm medeniyeti üzerine. Oradan çıkan kitaplar içerisinde Osmanlı matematik literatürü, Osmanlı astronomi literatürü, Osmanlı kimya literatürü, Osmanlı Biyoloji literatürü gibi pozitif bilimler üzerine kitap yazmış Osmanlı aydınlarının bibriyogyası vardır, isimleri ve kitap adları. Sadece indeksine baksınlar yeter.
 Bakınız tasavvuf kitaplarını koyduk bir tarafa, dini kitaplar, fıkıh kitabı, hadis kitabı, tefsir kitabı gibi kitapları da koyduk bir tarafa, sırf pozitif kitaplara bakıyoruz. Bakıyoruz bir matematik risalesi yazılmış, kim? Ali en Nakşibendî. Bir kimya risalesi yazmış, kim? A. Er Rıfai. Gibi isimler görmekteyiz orada. Osmanlı da bir tasavvuf okuluna mensup insanların bilimsel faaliyetler yaptığını görmekteyiz. Kedi sevenler için pisi pisi tekkesi var biliyor musunuz?
P. – Bilmiyorum ama ben üye olabilirim J
M. – Konya da şeyh efendinin etrafı kedilerle dolu. Efendim botanik bahçesi halinde Muhammed Bağdadi isimli Edirneli bir şeyhin Edirne de tekkesi var, bahçesi tamamen değişik envai çeşit bitki soğanları ve bitki türlerinden meydana gelmiş. Çok değişik bu manada insan hayatının değişik yönlerini kuşatan tekke faaliyetleri görmekteyiz. Bunların içerisinde mesela Hz. Mevlana’nın mektebinden istifadeyle oluşturulmuş Mevlevihaneler var. Kırımdan Saray Bosna’ya, Tebriz’den Medine’ye kadar. Bunların her biri aynı zamanda musiki ve sanat eğitim merkezleri, sanat öğreten merkezler.
S. – Medine’de Mevlevihane var mı?
M. – Medine de de var,
S. - Onların çok hoş baktıklarını sanmıyorum.
M. – Son zamanlarda evet bakılmıyordu, ama her yerde bir yumuşama ister istemez var. Özellikle el kaide türü İslâm’ın düşünsel kökenleri belirli bir İslâm harici mantığına dayanıyor, onun mezhebi uzantılarına dayanıyor detaylarına çok girmek istemiyorum.
S. – Vahhabile mi?
M. – metrik bir islâm anlayışı olduğu için, yani sizi sakalınızın ölçüsü ile uğraşıldığında bu bir müddet sonra insanları da yormaya başladı, onların içerisinden de manevi İslâm’ı arayış başlamıştır. Yani, İslâm’ın salt bir hukuk kitabı olmadığını, hukuk yönünün %20 sini içerdiği ama %80 maneviyat olduğunun (farkına varıyorlar.), Maneviyatı olmadan bir insan ne kadar namaz kılsa yüz bin kere hacca gitse…
S. – Benim bir korkum var, bizim Anadolu da gelişen tatlı bir gelenek. Şimdi bu geleneği sizin metrik İslâm dediğiniz anlayışta ki insanlar reddetmeye bence öldürmeye çalışıyorlar. Bunu nasıl engelleyeceğiz. Yani o geleneği tekrar nasıl ayağa kaldırabiliriz.
M. – İşte burada bir paradox var, yani ülkemizde tercih edilen, yani kuruluş dönemimizde tercih edilen İslâm anlayışı biraz pozitivist bir anlayış olduğu için ister istemez bu tür İslâm’ın çıkmasına ve İslâm’ın şehirlerden köylere gitmesine vesile olmuştur. Bundan dolayı da tabii ki bir seviye düşmesi bunun doğal süreci olmuştur.  Osmanlı da ki İslâm ise şehirli, tasavvufi, yüksek kademeye hitap eden seviyeli bir İslâm’dır.
S – O İslâm’ı nasıl yakalayacağız, bir yolu var mıdır acaba?
M. – Yolu 1400 yıldır tecrübe edilen yol, yani yeni bir şey söylemeye gerek yok burada. Hz. Mevlanaların, M. İbn. Arabi’lerin, H. Bektaş Veli’lerin, Yunus Emre’lerin tesis etmiş oldukları yol.
S – Peki anladım.
M. - Toplumun kuşatılması içinde çok önemli, yani ülkemizde biliyorsunuz işte Türk – Kürt ayrımı veya doğulu batılı ayırımı veya işte zengin fakir ayırımı, sağ sol ayırımı gibi, İşte milliyetçi gençler, solcu gençler. Yani düşünebiliyor musunuz? Ben eşit gelir dağılımı istiyorum diye bir genci komünistler Moskova’ya demek suretiyle biz komünist dedik, dışladık, attık. Benim vatanıma na mahrem eli değmesin diyen bir milliyetçi genç, bir sağcı genç, ki samimi saf bir duygu bu- Bunu böyle dedi diye faşist dedik, ki faşizmle alakası olmayan bir şey. Temiz bir Anadolu delikanlısı vatanıma na mahrem eli değimesin diyor. Öbür tarafta dini özgürlükler olsun diyen bir İslâm’cı genç, buna da irticacı dedik.
Bazı ülkeler kendi fanatiklerine dahi sahip çıkıyorlar. Bugün İsrail’e gittiğiniz zaman İsrail’in fanatik Yahudilerinin yaşadığı mahalleler var. O mahallelerde, ben oraları gezdiğim zaman bir Yahudi arkadaşım düdüklü tencere benzetmesi yapmıştı bana sosyolog kendisi, çok enteresan. Mahmut bey dedi bir toplumda fanatikleri siz dışlarsanız radikalizme yol açarsınız, fanatiklerin dahi yaşayacağı bir alan açarsanız düdüklü tencere misali oranın havası çıkar ve kendi hayatlarını yaşarlar. Şabbat günü gittiğiniz zaman o mahalleye araba ile giremezsiniz, korna çalamazsınız. Ama kimse bunlara gerici dememekte, yuhalamamaktadır.
Abd de Amişler vardır. Amişler biliyorsunuz elektrik dahi kullanmazlar. Tv kullanmazlar, kağnı arabası ile dolaşıyorlar. Mekanik değil manuel yapılmış şeyler kullanırlar. Biz olsak bunlara gerici deriz, yobaz deriz. Neden? İşte bazı şeyleri vardır, şehir hayatından farklıdır ondan.
S – Amerikalılar demiyor ama oraya giden Türkler yine gerici diyorlar. Genetik galiba.
M. – Diyebilirler, genetik değil, belki de yüzyılın başında atılmış bir Fransız devrimi formatı var bizde. O formatın bir sorgulanması gerekiyor. Yani Stalinizmin sonuçları bu. Dünya da çok azaldı aslında, Sovyetler birliği bile terk etti, Arnavutluk terk etti.
S. – Biz terk edemiyoruz.
M. – K. Kore de var bazı yerlerde devam ediyor bu Stalinizst anlayış. Yani artık dini savaşılacak bir mekanizma değil, bu dinden nasıl istifade ederiz diyerek masaya oturmak lazım.
S. – Bu bölünmeye yakın olan, açık olan toplumu din mi bir arada tutacak?
M. – Dinin İslâm versiyonu, İslâm tasavvufu. Düşünebiliyor musunuz bugün Urfa Siverek’te Mevlevihane var. Siverek mevlevihanesinde musiki meşk edilirdi. Diyarbakır’da, hakkari’de Halidi dergâhları vardı. Bu dergâhlarda..!
S. – Geçmiş zaman kullanıyorsunuz kapandı mı?
M. – Evet yoklar hem kanuni hem değişik sebeplerden dolayı. Bunun analizini belki ilerde yapabiliriz.
P. – Yani Osmanlı’nın uyguladığını, orada birleştirici unsur olan İslâm tasavvufunun bugünde yine ama gerçekten de doğru yorumlanırsa, içselleştirilirse.
M. – Doğru yorumu var P hanım, siz o doğru yorumu kapatırsanız sahtelerin yolunu açmış olursunuz. Ben bu paradoksu çözmeye çalışıyorum. Aslında yardım diliyorum yani bazı yetkililerden. Hani halk tabiriyle bu ne perhiz bu ne lahana turşusu denen bir durum var ortada. Gerçekten siz hoşgörülü İslâm’ın oluşabileceği okulları kapatırsanız, radikal diye daha sonra sizi rahatsız edecek İslâm’ın önünü açmış olursunuz. Bunu anlamakta zorlanıyoruz. Zannediyorum mühendislerin projesi olduğu için nasıl ülkemizin doğu Anadolu problemi bir kangren haline geldi, yıllarca orada yaşayan, Osmanlı zamanında hiçbir zaman problemi olmayan, Kürt se Kürt olarak bilinen Kürt Mehmet ağa, Arnavut Recep ağa gibi sadece bir etnik takı olan bu isimler şeklindeydi.
Tabii ki bunun sebebi şudur aslında. Osmanlı da ki referanslar metafizik referanlardı, insanın kendini, devletin kendini tanımlarken kullandığı referanslar. Yeni yönetimde bu referanslar elimine edilip dışlanınca yerine ikame bir metafizik gerekiyordu. İkame metafizikte nasyonalizm de bulundu. Nasyonal kimlik, dini kimlik gibi algılandı. Osmanlı da Türküm demek farklı bir anlamdaydı, bu Rumeli de devam ediyor. Rumeli de Arnavut dahi Türküm der. Kafatası ölçümü değildir o farklı bir şeydir. Üsküp’te Türk ilmihali basılmıştır, açarsınız Türklüğün 1. Şartı kelime-i şehadet getirmek, yani İslâm demektir Türk.
Ama Cumhuriyetle beraber Türklük kelimesi metafizik anlamı dışlayıcı bir hale geldi. Yani ülkemizde Türk olmayan insanları rencide edici şeyler oluşmaya başladı. Yeniden inşa edildi, aslında bugün Türk milliyetçilerinin Türklük kavramı Osmanlı Türklüğü kavramı değildir. Yeni bir icattır bundan dolayı dışlayıcı olduğu için karşı tarafta refleks geliştirmeye başlamıştır. Eğer bir kürtçülük problemi varsa bu Türkçülüğün hediyesidir. Yani birbirini besleyen duruma gelmiş, bir kangren halinde birbirlerini itmektedirler ve bundan da toplumumuzun büyük kesimi rahatsız olmakta.
S. – Bu oluşumu Tasavvufa nasıl dahil edeceksiniz, var mı bunun çözümü?
M. – Tabii ki, Tasavvufta bir kere metafizik kardeşlik söz konusu, yani tekkeye gelene neden geldin diye sorulmaz diye bir tabir vardır, Hangi bahçenin gülüsün diye sorulurmuş. Yani sen hangi bahçede yetiştin evladım. Efendim ben Kürdüm, efendim ben Türküm, efendim ben şuralıyım denirse geç bunları derlermiş. Yani insan olmaktır esas olan. Bundan dolayıdır ki kabiliyet esaslı bir toplum formatlanıyor.
S. Sizi kızdıracak belki de ütopik değil mi bu?
M. – Yani ben realist olarak görüyorum çünkü bir şeyin ütopik olması tatbik edilmemiş olmasını getirir. Benim söylediğim şeyler tarihsel vakalar. Yani hiçbir zaman tatbik edilmemiş, tecrübe edilmemiş bir şey olsa evet, olma ihtimali var diye ütopik diyebilirdik.
P. – Yani hiçbir korkunuz yok mu şu dergâh, bu dergâh, biz daha uygunuz, biz daha iyiyiz, daha becerikliyiz şeklinde?
M. – Tabii ki rekabet olacaktır. Şunu söylemek istiyoruz ki yani yer yüzü hayatında rekabet her zaman vardı, yeryüzü hayatında güllük gülistanlık hiçbir zaman olmayacak, hiçbir siyasi parti yer yüzünü ister Türkiye olsun ister Amerika olsun sıfır sorunsuz hale getiremez. Yani bu insan tabiatına aykırıdır. Sorumlu olmayı kabul edeceğiz. Bir kere ve sorunları nasıl, yani krizi nasıl yöneteceğimizi bilmemiz lazım. Sorumsuzluk steril bir ortamda olur ki o yeryüzünde mümkün değildir. Dünya bile 23.5 derece yamuktur P. Hanım. Yani yamuklukta bile bir güzellik vardır aslında. Kaotik bir yapı içerisinde bir kozmos vardır bunu bilmek lazım. Yeryüzünü mükemmel hale getireceğim diyenler bir takım sahte mesihlerdir, bunların hiç birin projeleri gerçekleşmemiştir. Var olanı kabul etmek, bu varlığı içerisinde güzelliği bulup kardeşlik, birleştirici unsurları öne çıkarmaktır.
Bakın vaktimiz müsaade ederse size bir şey aktarayım. Ben zaman zaman tabii ki üniversite öğrencilik yıllarından sonra Beyazıt meydanına sahaflar kurulurdu, ikinci el kitapların satıldığı. Pazar günleri daha çok tezgâh kurulurdu. Kitap meraklısı olduğum için zaman zaman oraya çıktığımda bulduğum ve satın aldığım kitaplardan bir tanesi devrimci gencin marşları kitabıydı. Küçük bir sol grubun marşlar kitabı.
Kitabı açıyorsunuz başında enternasyonal marşı, ardından işte bir takım sosyalist devrimci marşlar, kitap küçük bir kitapçık yaklaşık ortalarından sonra seyyid Nesimi, efendim Kul Himmet, yani Tasavvuf  büyüklerinin sözleri deyişleri yer almakta.
S. Hangi sol grup acaba?
M. – Şimdi hatırlamıyorum ama kitapçık kütüphanemde var. Bir hafta on gün sonra gene çıktığımda bir başka kitapçık buldum. O kitapçıkta milliyetçi gençlerin, ülkücü gençlerin marş kitabıydı. İşte İstiklal marşı, ardından çırpınırdı karadeniz..! Yaklaşık böyle 3 – 5 mehter marşları vs. den sonra kitapçığın arkasından itibaren Hz. Mevlana dan Yunus Emre den, H. Ahmed Yesevi den deyişlerdi.
Üçüncü olarak İslâmcı gençlerin, akıncı gençlerin, hatta bu konuda bir makale yazmayı düşündüm ama bir türlü başlayamadım öyle kalmıştı. Akıncı gençlerin de en başta bir takım İslâmcı marşlar, ardından onlarda da Yunus Emre’lerin Tasavvufi deyişleri geliyor.
Bakınız üç kesim de bir yerde buluşuyor. Muhteşem bir sinerji oluşturabilirdi eğer bu devletin, bu toplumun toplum mühendisleri, her kesime hitap ediyorum, siyasetçisi, askeriyesi, ilim adamı, zengin iş adamları toplumu bu barış ortamı üzerine formatlayabilselerdi sağ sol Kürt ayrımı olmazdı. Ortak zemin Türkiye de bulunamadığı için hala farklı sengmentler halindeyiz. Ortak zemin hala bir soru işareti.
S. – Ama Cumhuriyet ideolojisi bundan korkar.
M. – İşte o korkulduğu sürece, bu ortak zemin telaffuz edilmediği sürece cesaretle insanlar başka yerlerde buluşturmaya çalışıyorlar. O başka yerlere de insanlar gelmiyor. Mesela bir Kürt diyor ki benim şu şu şu esaslarım kabul edilmediği sürece ben bir Türkle masaya oturmam diyor.
S. Benim bir sorum olacak izin verirseniz, İslâmi tasavvufu çok güzel dinledim ve bir çok şeyi anladığımı da düşünüyorum bu konuşmalarımızdan. Ama ben kendim okuyarak ta bazı şeyleri altını çizerek öğrenmek isterim. Çok büyük önemli kitapları baştan sona okumak yerine bana şu kitabı oku sen çok şey öğreneceksin, veya Mevlana’yı öğrenmek için ban tavsiye edeceğiniz bir kitap var mı?
M. – Bu gidişle zannediyorum ABD de bunun hapı da çıkacak J sabah kahvaltısından sonra iki tane hap alınız J tabii bu mizahtı. Şöyle bir şey söyleyeyim, bir yanılsama bu. Bu vesile ile çok önemli bir soru sordunuz.
Kitap okuyarak bilgilenme süreci aslında geleneğe aykırıdır. Yani biz kitabın yanında insan faktörünü hep unuttuk. Esas olan insandır. Yani Hz. Peygamber olmadan Kur’an konuşamaz. Eğer böyle olmasaydı, Hz. Peygamber veya Peygamberler gönderilmezdi, Allah tabir caizse yukarıdan fasikül fasikül insanlara kitaplar gönderirdi ve okuyun, ne haliniz varsa görün denilirdi tabir caizse.
Oysaki kitap bir manuel’dir, kitap bu manada insanı anlatmak için gelmiştir. Yani kitap yürüyen bir insandır aslında. Peygamber olmazsa Kur’an konuşmaz sözünü tasavvufa da tatbik ettiğiniz zaman. Bazı arkadaşlarımız mesela Mevlana’nın Mesnevisini hediye etmek gibi. Ben 25 yıldır tasavvuf okutmuş bir akademisyen olarak kimseye Tasavvufi kitap hediye etmedim veya gidin şunu okuyun demedim.
S – Sınıfta ne okutuyorsunuz?
M. -  Kendime göre ders notlarım var, seçmeler yaparak veriyorum. Size şunu söyleyeceğim Tasavvufi metinler tıpkı diğer felsefi metinler gibi bir bilenle okunur. Eğer siz Eflatun’un diyaloglarını okumak istiyorsanız Eflatun’un dizinin dibine oturacaksınız, Eflatun size o diyaloglarda ne anlatmakta olduğunu açarak aktaracaktır.
S. Çok daha basit öğrenme ama benim mizacıma aykırı böyle bir şey yapmak.
M. – Mizacınızda aslında kendinizin de bir kitap olduğunu düşünürseniz size bir formatlama gerekiyor tabir caizse. Almış olduğunuz eğitim gereği batı formatında, bireyselciliğin öne çıktığı, akla fazla vurgunun yapıldığı bir yer. Ama bu sizi yormaya başlayacak yakında ister istemez.
S. Şu anda bile çok yorgunum.
M. – Çünkü kapasitenizi hakkı olmayan bir şekilde yormaya başladınız. Beyin soğanı çok fazla yorulmaya gelmez. Kitap okuma süreci, elinize fiziki bir maddeyi alarak göz ile beyin arasında bir irtibattır. Neden sonra gözler de yorulmaya başlıyor. Dolayısıyla bilgilenme salt kitapla değildir. Tasavvufi yolda mesela kitap bir bilene eşlik eden mahiyette bir şeydir.
P. Bir de anlam örtülü tasavvufta.
M. – Evet, o anlamın açılması gerekir. O açıdan mesela Mesnevi’yi verdiğiniz bir insana tasavvuf ilmini vermezseniz Mesneviyi okuduğu zaman yahu bu hikâye kitabı der. Kur’an da aynı şeyi söylüyor, Kur’an ı okuyan bazıları dediler ki bunlar esatirü’l-evveliyn, bunlar eskilerin hikâyeleridir.
S. – Ama onu açacak kitaplar var.
M. – Peygamber olmasaydı Kur’an açılmazdı.
S. – Şimdi benim için onları açacak kitaplar da var.
M. – Kitap kitabı açabilir, kitap zaten insandır, o kitabı açacak olan da insandır. Ben şimdi bunu söylerken hiçbir kitabı okumayın kastetmedim, benim de kitaplarım var gördüğünüz gibi ama tabii yayın evinin önemli bir sloganıdır, bütün kitaplar bir kitabı okumak içindir. Yani kitapların hepsi bir tanedir aslında ama okuduğumuz bütün ilimler o kitabı anlamak içindir. O kitaba da ümmül kitap denilir.
P. – Bu arada sizin kitaplarınız çok sorun oldu iyiki de benim kitaplarım var dediniz. Evvele yolculuk, bu harika bir kitap, ama basılır ve piyasa da bulunursa iyi olur ben çok zor buldum.
M – Yayınevine söyleyelim yani, çok ilgilenmedim, kitaplarımla pek ilgilenmiyorum.
S. – Siz çalışmalarınızı bir sayın bana
P. – Sufi ve Şiir var ki 2004 yılında yazarlar birliği tarafından yılın kitabı seçilmiş harika.
M. – Teşekkür ederim Sufi ve şiir naçizane tasavvufi dilde şiir neden kullanılır, düz yazıdan ziyade neden şiire başvurulur onun üzerine bir kitap.
S. – Böyle bir şeyi özetleyin desem bana kızar mısınız?
M. – Yani şöyle özetleyebiliriz eğer siz düz yazı ile her şeyi anlatmaya kalkarsanız bütün denizler mürekkep, bütün ağaçlar kalem olsa yazmakla bitiremezsiniz. Ondan dolayı Cenab-ı Allah bile Kur’an da geçen sözlerine ayet demiştir. Ayet hakikat değildir, ayet işaret demektir. Siz o işaretlere bakın buradan bunların hakikatine çıkın anlamına gelir. Dolayısıyla bazı peygamberler için şöyle söylenir, biz ona bir saife verdik. Bir saife de insanın aradığı her şey bulunmaktadır denilmek istemektedir. Bir insanın aradığı her şey bir saifede nasıl bulunur? Yani matematiksel olarak değil, sembolik olarak. O açıdan tasavvufta şiir sembolizme, remiz kullanmaya yatkın olduğu için şiirle söylemeyi tercih etmişlerdir. Mevlana Mesnevi’sinde anlattığı şeyleri düz yazıya dökseydi her halde 100 veya 1.000 cilt kitap olurdu. O açıdan tasavvufta şiir çok kullanılır, bir söz söylenilir 1.000 mana ifade eder. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misalinden örnekler verilir.
S. – Musiki de kullanılıyor değil mi?
M. – Tabii ki bakınız makamlar bilgisi tasavvufta ma o şey ki kame orada yani understanding karşılığıdır makam. Çünkü standing durmak demek, under bir şeyin altında durursanız oradasınız. Bu bilgiler çok enteresan. Yani ben kitap okuyarak bilgilendim diyemiyorsunuz. Oradaysanız bilirsiniz.
P. – Şimdi tabii bu farklı manalar da içeriyor olması bir kelimenin sembolik bir anlatımı, insanı daha fazla düşünmeye zorluyor ve belki yolculuğu da keyifli kılacaktır. Bu çok önemli ama şu yok mu birçok anlamı var ise yanlış yola da sapabilir insan, yanlış anlaşılmalara da yol açabilir.
M. – Tabii ki o açıdan bir bilenin sizi yönlendirmesi gerekir. Onun için tasavvufi kitap hediye edilmez.
S. – O zaman ben bu çalışmayı yapabilmem için tarikata mı girmek zorundayım, yolu böyle gözüküyor yani. Kendi alıştığım bildiğim gibi odama kapanıp kendi kendime çözemeyeceğim bunu.
M. – Hayır mesela M. İbn. Arabi der ki bizim getirdiğimiz, anlattığımız şeyleri merak eden kardeşlerimiz hiç olmazsa günde 8 sayfa bizim eserlerimizi okursa bu okuduğu şey ile kendinde bir merak uyandırır, içinde açılan o kıvılcım onu doğru yola doğru götürür der. Dolayısıyla formel bilgilenme, yani kitap okuyarak elde edilen bilgilenme dini eğitimde başlangıç düzeyidir. Yani şöyle bir benzetme yapalım.
Siz bir sultana gitmek için önce o sultanın sarayını sormak zorundasınız, işaret levhalarını okumak zorundasınız. Topkapı sarayına şuradan gidilir diye o işaret levhalarını okuyarak veya elinize bir turist rehberi kitapçığı alarak siz Topkapı sarayını önce satıhta ararsınız. Sonra kapıya gelirsiniz. Kapı da bekçiye niyetinizi bildirirsiniz içeri girmek istiyorum dersiniz. İçeri girmek için sizi bekletirler önce. Önce dış kapı vardır – Topkapı sarayının size sembolizmini anlatıyorum.- dış kapıdan deruna geçiş bir patikadır, ona biz yol diyoruz. İç kapıya giden yolda iç avluya gelindiğinde de sizi orada biraz bekletirler. Oraya kadar siz kendi iradenizle ve okumalarınızla geldiniz. Ama ondan sonrası kabuldür, kabul edilirseniz içeri alınırsınız.
P. – Bu arada şimdi sizi konuk etmişken İbn. Arabi’den bahsetmemek olmaz. Tabii çok ayıp oldu, yani son dakikalarımıza bu kaldı. Apayrı bir konu başlığı bu İbn. Arabi ve sizin uzmanlık alanınız. Burada kısaca bir değinmek istiyorum çünkü izleyicilerimizden de uzmanlık alanına ne zaman gireceksiniz bu mevzuya diye soranlar oldu. Ama elbette bir genelden özele geçmemiz gerekiyordu ancak vakit geldi.
M. – M. İbn. Arabi bu bahsetmiş olduğumuz ilmin, yani İslam tasavvufu denilen ilmin kurucu figürlerinden önemli bir tanesi. Biz Hz. Mevlana dan bahsettik, Yunus Emre den bahsettik. Aslında her bir şahıs üzerine 4 – 5 program yapılabilir. Bir Niyazi Mısri üzerine 5 program yapılabilir, onun şiirlerinden örnekler verilebilir.
M. İbn. Arabi denilen zat, bugün İspanya’nın Mursiye denilen kentinde doğmuş, daha sonra Anadolu’ya gelmiş. Konya da bulunmuş, Malatya da 10 yıl yaşamış birisi, Şam’da vefat etmiş türbesi Şam’da dır. Osmanlı Devlet ricali ile M. İbn. Arabi arasında doğrusal irtibat vardır. Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden dönüşte Şam’a gelerek M. İbn. Arabinin kaybolmuş kabrinin bulunması için yanında ki âlimlere görev vermiştir ve bu kabir bulunmuştur. Bulunduktan sonra da üzerine bir tekke, bir aşhane, bir medrese, bir cami yani bir külliye yapılmasını emretmiştir.
S. – Yavuz Sultan Selim’in tüm tarihte çok önemli rolü var. Buradaki konuşmalarımızdan da daha önceki programlarda diyorum. Kutsal emanetlerin çoğunu o getirmiş, Onu yönlendiren bir hoca var değil mi?
M. – Tabii ki M. İbn. Arabi’ye çok özel bir önem veriyor, kabrini özel arattırıyor. Eserlerini Osmanlıca ya tercüme edilmesi için çaba sarf ettiriyor.
Burada tabii işin siyasi tarafına da girmemiz gerekiyor. Orada bir İran, daha doğrusu Safevi Osmanlı rekabeti var. Yani İran Türk rekabeti coğrafidir Irki değildir.
S. – Hala var.
M. – Yok şu anki dönemle Safevi Osmanlı rekabeti, neticede iki Türk boyudur biliyorsunuz. Dolayısıyla bir etnik savaş diyemeyiz. Bugün İran Türk rekabeti farklı olabilir. Son zamanlarda o makas bayağı daralmıştır. Karşılıklı hükümetlerin birbirleri ile irtibatında. Yoksa İran çok zengin bir coğrafya, çok zengin kültüre sahip. Osmanlıda da Tebriz ve havalisinden yüzlerce, hatta Horasan tarafından yüzlerce Arif, sanatçı, bilim adamı Fatih Sultan Mehmed’in isteği ile İstanbul’a davet edilmişlerdir. Dolayısıyla İran sanatıyla Osmanlı sanatı arasında bu irfan köprüsü çok önemlidir. Farsça Osmanlı da Mevlevihanelerde öğretilirdi.
Osmanlı da bir alim lingorank olarak 3 dili bilmek zoırundaydı. Osmanlıca yani Türkçe, Arapça ve Farsça. Aynı alim düz yazı, bilimsel eser yazacağı zaman Arapça yazardı, aynı alim şiir yazacaksa Farsça yazardı. Aynı kişi emir verecekse, ticari anlaşma yapacaksa Osmanlıca yapacaktı. Çünkü emir kipleri çok güçlüdür Türkçe de.
P. – İbn. Arabi’ye dönecek olursak bir de Mevlana ile karşılaşmaları var o doğru mu? Mevlana daha çocuk..!
M. – Tarihi kayıtlarda ispatlanmış bir şey değildir ama bir menkıbedir o, menkıbe olarak bilinir. İbn. Arabi ile Mevlana arasında 44 yaş fark vardır, İbn. Arabi 44 yaş yaşlıdır. İbn. Arabi’nin yedi yüz küsür yazdığı eser var, bu çok önemli. Bu eserlerden bir tanesi kişiye özel, hediye ettiği Tunus’ta Mehdevi isimli arkadaşına hediye ediyor, 37 cilttir. Yani 37 cilt bir kitap yazıyorsunuz ve o arkadaşınıza hediye ediyorsunuz ve çekip gidiyorsunuz bir daha kitabı düşünmüyorsunuz bile çok enteresan.
S. – Bunun anlamı nedir yani niye yapılır böyle bir şey?
M. – O kişilerin kitap yazış üslupları çok enteresan, yani af buyurun tabirleri hamile kalarak kitap yazıyorlar.
P. Yani doğuruyor bu benim çocuğum gibi, ama insan evladının peşinden koşmaz mı?
M. – Sahibine bırakıyorlar, sahibi onu çekip çeviriyor. Kitapların çoğu da zaten mecrasını buluyor. Diyor ki bu eserlerde açılan düzeye siz ihtimam gösterirseniz sahipleniyorsunuz. İhtimam göstermezseniz yakıyorsunuz ve sonuçlarına da katlanıyorsunuz.
P. – Ya da belki o kadar güveniyor ki eserinin kuvvetine, dolayısıyla hangi ele geçerse geçsin onu kirletemeyecek ya da değerini düşüremeyecek.
M. – Evet, en önemli eseri Fütuhat’ı Mekkiye, yani Mekke fetihleri anlamına geliyor. Kâbe de murakabe esnasında Kâbe nin içinden genç bir adam çıkıp geliyor, diyor ki ben Kâbe nin hakikatiyim, sana Kâbe’nin sırlarını anlatacağım ve 560 bölüm bilgi aktarıyor. Buna işte hamile kalma süreci diyoruz. Ondan sonra diyor ki; Muhiddin sana bu bilgiler yüklendi, şimdi sen bunları kâğıda dök. Yani tabir çaizse printout almak, yazmak daha sonra.
P. – Bir de galiba transa geçiyormuş değil mi yazarken.
M. – Birçok arifin yazış şekli o şekilde. Yardımcısı var Abdullah Bedr Habeşi. Diyor ki bir gün sabah namazından sonra kendisi murakabede iken, modern tabir ile söyleyelim hani bilimsel olsun; Meditasyonda iken, Murakabe denince anlaşılmıyor nedense ama bu meditasyondur.
Sabah namazından sonra o aydınlık ışıma vaktinde murakabede iken, meditasyonda iken “Çabuk yetiş kâğıt kalem getir Abdullah” diye içeri bağırıyor
S. – Tam doğurma anı.
M. – Evet, Abdullah Bedr Habeşi diyor ki ben kâğıt kalemi getirdiğim zaman hiç kâğıt kaleme bakmadı otowriting denilen bir sistem bu. Başladı yazmaya, Kâğıdın sonuna geldiği zaman ben o kâğıdı çekip elinin altına öbür kâğıdı koyuyordum.
S. – Ürkütücü bir görünüm yani.
M. – 14 – 15 sayfa kadar yazdıktan sonra boncuk boncuk terlemişti, tıpkı doğum yapmış bir hanım gibi terini sildim ve uykuya daldı diyor. Yaklaşık yarım saat uyuduktan sonra uyandı ve dedi ki Abdullah ne yazmışım bir getir bakayım. Getirdim ve baktı imlasını düzeltmeye başladı. Çünkü o halde iken insan imlası devrik olabiliyor.
S. – İçine bir ruh girmiş gibi yani.
M. – Bir ruh girmiş gibi değil ruh zaten var, edebiyat gayesiyle trans halinde yazılan şeyler edebi kaygılarla yazılmadığı için imla kuralları devrik olabiliyor, cümle bozuk olabiliyor. Mesela Hz. Mevlana’nın şiirlerinde de bazen vezin bozuktur.
P. Mevlana ile karşılaşmalarını bir anlatır mısınız ne olur.
M. – Yine Rivayet o ki menkıbeye göre Hz. Mevlana’nın 5 yıl süren Şam’da medrese eğitimi vardı gençlik zamanlarında. Yani 20 veya 15 – 16 yaş civarında. Rivayet o ki o esnada Şam’da bulunan M. İbn. Arabi Alim, Arif bir insan olarak Hz. Mevlana’nın babasıyla beraber geldiğini görür ve der ki, -Babası da büyük bir alimdir Hz. Mevlana’nın biliyorsunuz.- “Şu hale bakınız bir okyanus, bir gölün veya bir denizin arkasında yürüyor.” Böyle bir söz söylediği rivayet edilir. Yani rivayet o ki Hz. Mevlana’nın babasının ilmi bir deniz büyüklüğünde veya büyük bir göl büyüklüğünde, oysa ki onun çocuğu olan Hz. Mevlana’nın ilmi babasından çok daha ileri bir okyanus büyüklüğünde.
Böyle bir sözü İbn. Arabi söylemiş mi söylememiş mi bilemiyoruz. Bizim Ariflere çok sözler nispet edilir. Bunlar bilimsel manada tarih ilmi, tasavvuf ilmi araştırmalarıyla doğrulanması gerekir. İbn. Arabi’ye mesela az evvel söylediğim. Gibi Y. Sultan Selim Şam’da İbn. Arabi’nin kabrini bulun emrini verdiğinde rivayet o ki, mesela bu da çok enteresan. Kabir kazılır bir mezar taşı çıkar, o mezar taşının üzerinde şöyle bir şiir yazar. “İza dehale sinu fişşin, iza zeheret kabri Muhyiddin” sin, şına girdiğinde Muhiddin’in kabri açığa çıkacak. Sin Selimdir, şın Şam’dır. Yani, benim kabrim kaybolacak ama bir gün Selim Şam’a girdiğinde benim kabrim açığa çıkacak diyerek onun kerameti bir daha görüldüğü söylenir.
Dinlemesi çok güzel, güzel bir menkıbe ama gerçekten böyle bir şey olmuş mu tabii ki, bilemiyoruz, bizim kayıtlarımızda yer almıyor. Yani Tarihi kayıtlarda yer almıyor. Menkıbevi anlatımda bunlar menkıbe olduğu söylenmek koşuluyla anlatılabilir mahsuru yoktur. (Videonun sonu.)

GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF (2)

https://www.youtube.com/watch?v=FbYehyQqJIo


(GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF -1. den devam)

P. - Sizin evvele yolculuk kitabınızda vermiş olduğunuz bir cevap beni çok etkiledi. Yine Sadık Yağsızuçanlar size sormuş diyor ki; “O semavi sofra kalktı mı sizce?” diye soruyor ve siz de şöyle bir cevap veriyorsunuz; “Allah’ın velileri olmazsa yer yüzü devam edemez, vardırlar ama belki bizim aradığımız yerlerde değillerdir. Biz belki bir veliyi camide imam olarak arıyoruzdur, belki biz veliyi bir tekkede, bir dergâhta şeyh olarak hayal ediyoruzdur. Oysaki belki bir caminin tuvalet bekçisidir. Az evvel söylediğim gibi bir kabristanın bekçisidir belki. Belki şöyledir, belki, böyledir bilemiyoruz. Mamafi onunla beraber şunu da unutmamamız gerekiyor, yaşadığımız dönem ikindi vaktidir, asr vaktidir.

M. – İmam da olabilir ;)

P. – Tabii olabilir, ama işte insan o yola girdikten sonra aynı nokta da buluşur muyuz diyoruz ya, o aslında evet belki alınan eğitimle, ya da gönül gözünün açılmasıyla alakalı bir şey ama sizin dediğiniz gibi insanları o şekilde ayırmamak gerekiyor, belki sizin hiç ummadığınız sıfatta karşınıza çıkan kişi sizin gönül olarak, kalp olarak çok önünüzde, bu bence çok etkileyici.

M. – Doğru. Eğer verebilirseniz, enjekte edebilirseniz o aşk o kişiyi öyle bir kaplar ki, öbür işler onun gözünde yavaşlamaya başlar. Buna biz Şuttar yolu deniyor yani Tarîk-i Şuttar, Tarîk-i Ahyar diye teknik tabirle eski şeylerdir.

P. – Özür dilerim, şunu merak ettim illaki birinin o öğretilerle beni işlemesi mi gerekiyor, mesela ben belki bir dağ başında, çok az insanın yaşadığı bir köyde doğmuş bir insan olsaydım o kapasitem olamaz mıydı? Yani kendi kendime ben bazı şeyleri, o soruları kafamda, işte kendimi dinleyerek bulamaz mıydım, o noktaya gelemez miydim?

M. – Öncelikle şunu kabul etmek lazım. Ağlamayana emzik verilmez tabiriyle önce sizin bir talip olmanız lazım. Tasavvufun ilk mertebesinin adı talipliktir. Yani istiyor olmak. Siz istemediğiniz sürece kimse size bir şey veremez. Öncelikle bu eksikliğin idrakinde olmak zaten her şeyin başıdır. Tasavvuf der ki ben arıyorum, yani men dakka dukka, kapıyı çalarsanız açılır, çalmayana kapı açılmaz. Siz isterseniz dağın başında olun, ister yalnız yaşayın, inzivada yaşayın veya bir topluluk içinde yaşayın, bu eksikliği kendi üzerinizde hissettiğiniz anda film başlıyor. O zaman ister istemez kapı kapıyı açıyor, kapı kapıyı açıyor ve bir bilen veya bir bilenler karşınıza çıkabiliyor. Siz dağın başında yaşarken eğer araba kullanmak isterseniz elbet ya birilerine bakarak öğrenirsiniz ya bir abiniz, bir bileniniz, daha evvel araba kullanmış birisi size şoförlük öğretecektir. Öyle değil mi yani tabii bir süreç. Eğitim de bir bilenden bazı şeyler öğreniyor olmak çok tabii bir süreçtir.

Maneviyat ta aynen bu şekildedir, yani dini ilimlerde de siz birisinden, bir bilenden, bir öğretmenden bir şeyler almanız gerekir. Bunun değişik adları vardır, günümüzde buna spritüel koç diyor bazıları. Ama klasikte geleneğimizde bunların adları var.

P. – Mesela o spritüel koç tarikat şeyhi olabiliyor mu?

M. – Yani olabilir, aslında tarihte bu manada geleneksel ekole bağlıyım dolayısıyla tabirleri yerinde kullanmamız gerekir. Spritüel koç kavramı batıdan ithal yeni bir tabir. Şimdi benim bir mürşidim var ve mürşidim bana bir zikir esması verdi onu çekiyorum derse birisi ve bu kişi de ünlü bir kişi ise bu kötü bir şeydir ve dışlanır. Ama aynı kişi cümleyi şöyle kurarsa benim bazı manevi ihtiyaçlarım için, pardon yanlış söyledim, spritüel ihtiyaçlarım için spritüel koçum var. Ona gidiyorum bana mantra veriyor denildiğinde bu çok bilimsel, çok aydın bir şey olmakta. Ama fonksiyonel, işlevsel baktığımız zaman aynı şeydir, tabirler farklıdır, aynı şeydir.

S. – Şimdi Tarikat dendiği zaman şöyle bir cümleniz var sizin. Şu anda dış dünyada tarikat bağlantısı olmayan bir devlet yok gibidir. Çok iddialı bir laf değil mi bu?

M. – Evet oldukça iddialı. Tarikatı kelime üzerinde duralım yol demek, order. Devlet imparatorluk düzeyine çıkmışsa, ki imparatorluk kolay kolay elde ediliyor değildir. Siyaset felsefesinde emperial düzeye çıkmak şüphesiz bazı şeyler gerekiyor. Askeri güç gerektirdiği gibi, ekonomik güç gerektirdiği gibi felsefi entelektüel birikim de gerektirir. Bağlı bulundukları dinin o en üst rafine düzeyi olan order düzeyine çıkmış olan yapılar vardır. Bunların detay ve dökümlerini bu program kaldırmayabilir ama ABD kuruluşu ve günümüzde masonluğun rolü diye sırf internete girin binlerce doküman bulabilirsiniz. Komşu ülkelerimizde buna dair yapılar bulunmaktadır. Yani ezoterik yapılar ve politika arasında çok yakın irtibatlar vardır. İngiltere de, Almanya da, yani bilim çevrelerinin bağlı bulunduğu localar vardır ama adı tarikat değildir.

S. – Bizde var mı?

M. – Tabii ki, biliyoruz, medyadan takip ediyoruz ülkemizde açık localar bulunmaktadır, en meşhuru masonluk olarak bilinir. Ama masonluğun haricinde de bilinmeyen çok marjinal gruplar vardır. Mesela Rose Croix vardır Türkiye de yani bunlar 3 – 5 kişiden ibaretler ama aslında şöyle söyleyeyim İslâm dışı birçok tarikat aktiftir. 30. 11. 1925 te Tekke ve zaviyeler kanunu çıkmasıyla beraber İslâm tasavvufu yasaklanmıştır. Bu aynı zamanda bir boşluğu beraberinde getirmiştir.

S. – İslâm tasavvufu dediler mi yasaklamada?

M. – Pardon İslâm tasavvuf okulları olan tekkeler yasaklanmıştır.

P. – peki bu arada kurunun yanında yaş ta yandı mı?

M.- Tabii ki, yani şöyle bir şey söyleyeyim size 30.11.1925 te İstanbul’un nüfusu 600.000 civarıydı. Açık kayıtlı tekke sayısı 400 civarı, kayıtlı olmayan ev dergâhlar var, yani zengin bir kişi boğazdaki konağını dergâh olarak kullanıyor diyelim. Bunlarla beraber 450 ye çıkıyor. Bunu İstanbul nüfusuna çarptığımız zaman İstanbul’un Müslüman nüfusunun %90 ının bir şekilde bir tekkeyle irtibatlı olduğunu görüyoruz.

Galata mevlevihanesi, yeni kapı mevlevihanesi; sanat adamlarının devam ettiği yerler. Hasan Ali Yücel’in doğduğu yer yeni kapı mevlevihanesi. Hasan Ali Yücel gibi insanların yetiştiği yerler, sanatçılar, işte Nazım Hikmet bile dededinin şeyh olarak bulunduğu Halep mevlevihanesinde yetişti.

S. – Tasavvufun yelpazesinde bu tür yerleri nereye koyabiliriz, ne diyebiliriz onlara? Mesela Bektaşiliğe mi yakındır onlar, yani bu insanların çıktığı yerler.

M. – Hepsi değişik değişiktir yani şu an belki çetelesini tutmak ve adlarını vermek ne kadar uygundur bilmiyoruz ama yazar, çizer, düşünür veya iş dünyasından bir çok insanımızın dedesi denildiği zaman birisinin dedesinin Gelibolu mevlevihanesinin şeyhi olduğunu, bir diğerinin un kapanında ki Rıfai tekkesinin şeyhi olduğunu yani bunları biliyoruz. Kendileri de itiraf ediyorlar, söylüyorlar. Yani her birinin belirli tekkelerin çocukları oldukları biliniyor.

S. – O tür bağlantıları günümüze getiremedik değil mi, onlar çözüldü.

M. – İşte, bir kırılma oldu, kırılma olmasıyla beraber tabii ki ister istemez bir dejenerasyon süreci başladı, böylece ortalık sahtekârlara kaldı. Biliyorsunuz 30 kasımdan sonra tekkelerin kapatılmasıyla beraber benzer şey 1917 ekim devriminde de oldu malumunuzdur. Yani biz din ve dini müesseselerinin kökünü kazıdık denildi 1917 ekim Bolşevik devriminde. Kiliseler kapatıldı, havralar kapatıldı, camiler kapatıldı. Ama din yeraltına indi ve Sovyetler birliği üfürükçü doldu.

Benzer süreç bizde de oldu. Aslında cumhuriyetin kurucularının belki de ilk dönemin bir tür açmazı bu. Yani söylem itibarıyle ne diyorlardı? Biz dini fanatizmin önüne geçmek için  bu devrimleri yapıyoruz. Fakat filozofik olarak baktığımız zaman İslâm da tarih boyunca her zaman fanatizmle mücadele etmiş olan yön İslâm tasavvufuydu.

S. – Yani nasıl biraz daha açar mısınız?

M. – Yani İslâm tasavvufu, sufilik veya dinin fanatik boyutuyla,ü işte Hallacı Mansurlar, Cüneydi Bağdadiler, Mevlanaların yetiştiği bir ekol olarak İslâm’ın daha hoş görülü bir yönünü temsil ettiği için İslâm tasavvuf ekolleri olan tekkelerin kapatılması bir bakıma aynı zamanda bir açmazı beraberinde getirdi.

S. – Bunu yapmak politik bir hata değil mi?

M. – Tarihçilerin söylediği, en son Ali İnalcık hocanın sözünü hatırlıyorum; İyi niyetli bir hata olarak söylenmiştir.

P. – Yani demek istiyorsunuz ki Osmanlı İmparatorluğunu bir arada tutan, birleştiren güçtü bu.

M. – Evet, çok enteresan Din de hiçbir ekol yoktur ki toplumun sınıfsal olarak veya etnik olarak her kesimini kuşatabilsin. Yani düşünebiliyor musunuz siz güreşe meraklı bir gençsiniz sizin pehlivanlar tekkesi var. Gidiyorsunuz şeyh efendi pehlivan ve onunla beraber güreş tutuyorsunuz ama aynı zamanda manevi eğitim alıyorsunuz. Siz Okçuluğa meraklısınız ok meydanında, ki Nişantaşı da onun karşılığıdır, ok meydanı tekkesine gidiyorsunuz, orada okçular tekkesinde ok talimi yapıyorsunuz.

Bakınız Din sadece fıkıh kitabı okumaktan çıkıyor artık hayatın içerisinde yer alıyor. Bu açıdan tasavvuf önemli bir filtredir. Yani tasavvuf İslâm dinini topluma indirgeme de ve yaymada en önemli filtre olarak görülmüştür.

Sanat dallarına gelelim, sizin bir oğlunuz var, istiyorsunuz ki demirci olsun, iyi bir demir ustası olsun. Bir demirciliğe götürüyorsunuz teslim ediyorsunuz oğlunuzu çırak olarak. Ustanın yanında çalışmaya başlıyor ham bir demiri potada, ateşte eriterek buradan mızrak ucu, bıçak, çatal vs. neyse bunun yapılma sanatını öğreniyor. Onu öğrendiği zaman kendisine kalfalık veriliyor, ardından da ustalık, şet kuşatılıyor. Şet kuşatıldığı zaman ustası ona diyor ki; Evladım bak ben sana dışta bir sanat öğrettim. Ama bu sanatı öğretirken ben sana içte de, iç sanatını öğrettim. O nedir biliyor musun? Şu görmüş olduğun demir kütlesi var ya aslında bizim nefsimiz. Biz de böyle kütle olarak kaldığımız sürece, yontulmamış olarak kaldığımız sürece bizden hiçbir şey olmaz. Ya kaldırım taşı olur ya da başka bir şey. Ama biz eğer işlenirsek bizden bakınız işlenmek suretiyle bir şey ortaya çıkar. İşte dışsal olarak öğretilen bu zanaatın yanında bir de manevi sanat öğretiliyordu fütüvvet teşkilatında.

Siz musikiye meraklısınız, musiki kulağınız var. Mevlevihaneye gidiyordunuz, Mevlevi ayininde din musiki ile beraber bir cümbüş haline geliyor. Din hayatınızda cünbüş haline gelebiliyor. Yok siz dini ilimlere meraklısınız, fıkıh ve hadiste ilerlemek istiyorsanız Nakşibendi tekkesine gidiyorsunuz, oraya mensup oluyorsunuz. Sizin askeriye tarafınız var, silahlı kuvvetlere mensupsunuz, seyfiyye denen bir gruba mensupsunuz, H. Bektaş veli ocağına mensup olabiliyorsunuz.

S. – T.S.K. nin de bununla bir bağlantısı var mı?

M. – Tabii ki TSK. Veya Türkiye cumhuriyetinde şu anki müesseseleri birden bire kurulmuş şeyler değil, her biri mesela Beşiktaş kulübünün kuruluş tarihi 1903, Cumhuriyetin kuruluşu 1923.. demek ki Polis teşkilatı, üniversitelerimiz, TSK, bunlar hepsinde geriye doğru gidildiği zaman bir kuruluş tarihleri var.

S. – Bektaşilikle mi bağlantılı TSK.

M. – Yani TSK nin yapısal olarak, kültürel olarak baktığımız zaman Bektaşi ocağından alınmış, zaten peygamber ocağı denilmesinin de sembolizmi buraya dayanıyor. TSK eğitimi marshall Foch denen eğitim maneviyat okullarında çok önemlidir. Maneviyat okullarında bir kişi peygamberin zamanında çok çetin geçen bir savaş olmuştur Bedir savaşı. O bedir savaşında o kadar zor bir savaş olmuştur ki çok Müslüman şehit olmuştur, geriye kalanlar gazidir. Medine ye doğru dönerlerken Peygamberimiz diyor ki, aslında şu an biz çok küçük bir savaştan dönüyoruz, esas büyük savaş önümüzde deyince Arkadaşları şaşırıyorlar. Nasıl olur yani bundan daha büyük savaş olabilir mi ya ResulAllah deyince. Olabilir, bizim nefsimizle, kendimizle, o iç savaşımızdır. İç savaş dış savaştan çok daha önemli.

Şimdi iç savaşla dış savaş beraber yapıldığı yerlere maneviyat ocakları askeri ocaklar deniyor. Alp eren kültürü Anadolu da Alplik ve erenliği beraber bir arada getirebilmek bu açıdan hem Anadolu’nun hem balkanların fethinde çok önemli bir rol oynamıştır.

Derviş savaşçı tipi vardı eskiden. Tabii ki silah önemli bir şeydir ancak sembolizmde insan vücudunun pazı kısmını temsil etmektedir, beyni ve aklı temsil etmemektedir. Eğer siz ona kalpte katarsanız ortay, Batı literatüründe özellikle savaşçı şövalye tipi çıkar. Bizim şövalye tipimiz kayboldu. İşte Battal gaziler gibi.

S. - Bu tarikatla bağlantılar koptuktan sonra mı kayboldu?

M. – Maneviyat ocaklarımızla bağlantılıydı. Mesela TSK da çavuş tabiri, yüzbaşı tabiri bunların hepsi tekke tabiridir. Yani zikir başında olan kişiye çavuş denir. Oradan H. Bektaş Veli dergâhından alınma tabirlerdir bunların her biri. Ve her mesleğin piri vardır.

S. – Atatürk te bunu biliyordu çünkü kurtuluş savaşına girmeden önce H. Bektaş’a gidip türbede bir süre kalmış.

M. – Tabii ki, bizim geleneğimizde her mesleğin piri ulurdu ve o pir, yani o üstada bir saygı duyularak o tören başlardı. Eğer siz terziyseniz terzilerin piri İdris AS. dı ve bu mesleği ilk icat eden kullanan o olduğu için manevi olarak ona bir selâm göndererek işe başlamanız bereket getirirdi.

Silahlı kuvvetlerinde bu manada Hz. Hamza’ya, peygamberin amcası olan ve pehlivanlık tarafı da olan kişiye, bazen Hz. Ali’ye, bazen de daha yakın bir tarihten H. Bektaş Veli’ye referansla gönderilirdi. O açıdan tabii ki o zaman silahlı kuvvetlerde spritüal bir yapı, manevi bir yapı olurdu. Zaten tarihimizde son dönemlere kadar veli paşalar vardı. En önemli mezhebi şarihlerden bir tanesi Abidin paşadır, Abidin Dino nun dedesidir. Ankara valisidir, aynı zamanda paşadır. Yani paşa olup yani silahlı kuvvetler mensubu olup maneviyat üzerine çalışmalar yapmış tarihte, günümüzde çok önemli insanlar bulunmaktadır.

S. – Demin bahsettik ya Davinci şifresinde bahsedilen gül haç kardeşliği, şimdi bu bizdeki bağlantılar kopunca doğan boşluğu doldurmak için bu örgütler mi gelmiş acaba.

M. – Şimdi efendim, tabii ki siz bir tarafı kapattığınız zaman bir diğer tarafa otomatik olarak gel demiş oluyorsunuz. Evren boşluk kaldırmaz.

S. – Ne amaçla geliyorlar?

M. – Boşluğu doldurmak üzere. Geliyorlar dediğim geldiler bile.

S. – Siyasi bir amaçları mı var?

M. – Bazılarının tabii ki var.

P. – Örneğin Kürt sorununun bu şekilde Osmanlı örneğinde olduğu gibi halledilebileceğini düşünüyor musunuz?

M. – Tabii ki, mesela doğu Anadolu da Şıhlar denilen, biz bazı politik sebeplerden dolayı bu maneviyat ocaklarını kapayınca doğu Anadolu da bazı aşiretler arasında ki sürtüşmelerde, efendim kişiler arasında ki husumetlerde, arazi anlaşmazlıklarında bu kanaat önderleri denilen şeyhler çok büyük rol oynamıştı toplumsal barışı sağlamak üzere. Doğu Anadolu da ve başka bölgelerde olan Allah dostlarının yanlarına giderek insanlar onlardan aracılık talep ederlerdi. Yani şu sorunumuzu hallet veya ben fakirim demek suretiyle o fakir kişiye para verilirdi. Tekke çorbası denilen bir tabir vardır, fakirler doyurulurdu.

Bu yapılar kapatılınca ister istemez boşluk kaldırmaz misali ortam başka örgütlere yer açıldı.

S. – Bu gül haç kardeşliği şeytana tapmaz mıydı?

M. – Şöyle söyleyeyim batı kaynaklı ezoterik tarikatların kökenlerinde haçlı seferleri aracılığı ile Antakya ve lazkiye, Suriye, Lübnan havalisine gelen batılıların İslâm tarikatlarını orada görerek onlardan modelleri alarak bu akımları kurduğu kendi kitaplarında yazılmaktadır. Yani bugün hospitaryel tarikatı ki Rodos, ardından Malta’ya giden bu tarikatın kökenlerinde bizim tasavvuf geleneğimiz de Darüş-şifalar, ki tekkelerde şeyh efendi aynı zamanda şifacılıkta da bulunurdu. Her şeyh değil, bazı şeyhlerin böyle yetenekleri olurdu ve insanlara şifa verirlerdi. O hasta hane felsefesi Hospital kavramının gelişmesini sağlamıştır batıda. Bugün dahi batıda saaltın veya tedavi denilen şey seküler bir olay değildir. “Hasta” batıda veya hasta hane kavramı çok seküler ve ticari bir meta değildi. Oh ne güzel hasta geldi bize şimdi biz bunu nasıl söğüşleyeceğiz diye bakılmıyordu. Hasta; düşmüş muhtaç bir insandı ve belki de hayatının son günlerini yaşayan bu insana nasıl yardımcı olabiliriz diye dini olarak bakıldığından dolayı Hasta haneler her zaman dini, vakıfların ve tarikatların denetiminde olmuştur.

S. – Tarikat bağlantısı olmayan devlet yok dedik. Bu Haç gülaç kardeşliğin dış devletlerle bağlantısı var mı?

M. – Tabii ki bunların teknik detaylarına burada ne kadar girebiliriz bilmiyorum ama her bir tarikatın, bu batı medyasında da çıktı. Yani Fransız locasıyla İngiltere locası arasında ki farklardan dolayı işte falanca iş anlaşması imzalanamadı denildi. İşte ABD de ki bazı locaların lobi faaliyetleri aracılığı ile ne kadar etkili olduğu konuşuldu. Ortadox kilisesini ve bu manada sayabiliriz. Çok güçlü sprütiel bir akımdır ortadox kilisesi. Yani salt bir kilise faaliyeti olarak görmeyiniz. Ortadox kilisesini de tabir caizse bir tarikatvari olarak düşündüğümüz zaman, işte Sırbistan, Rusya, Pan ortadox ülkeleri içerisinde ki uluslar arası ilişkiler de, Devletler arasında ki ilişkilerdeki rolünü çok sıfırlayamazsınız, çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Yani mesela Sümene manastırında yakın zamanda tekrar ayin yapıldı ve buna teşekkür mesajlarını komşu ülkemiz Yunanis’tan dan en üst siyasi mercilerden geldi. Olan şey aslında çok tabii bir olaydı. Yani, Osmanlı zamanında ayin yapılıyordu.

S. – Bölgemizde, kuzeyde, yani Karadeniz civarında güç çatışması var Rusya ile ve bu da onun bir parçası oldu bu Ortadox kilisesi.

M. – İster istemez, yani uluslar arası ilişkiler salt ekonomik parametrelerle, veya salt politik parametrelerle uluslar arası siyaseti, dünya siyasetini anlamak için salt siyasal bilgiler terminolojisi yeterli değildir. Dinleri bilmemiz gerekir, dini mücadeleleri bilmemiz gerekir, inanç tarihini iyi bilmek gerekir, tarikatlar tarihini iyi bilmek gerekir. Bu sadece İslam Tarikatları için değildir. İslâm tarikatları bizim kendi kültürümüz, tarihimiz üzerinde ki rolünü bilmemiz gerekir. Yani çok katmanlı, çok boyutlu bir analiz yapmamız gerekir. Bu açıdan maalesef ülkemizde ki kısmen bazı siyasetçiler, bazı köşe yazarları, bazı bilim adamları bu tür ilişkileri salt ekonomik parametrelerle çözmeye çalışmaktadır ki çok zayıf kalınmaktadır.

Osmanlı tarihini de tabii ki Marksist tarihçilik anlayışının şeyi olarak Osmanlı tarihini de son zamanlara kadar salt iktisat tarihi verileri ile inceleyen çalışmalar öne geçti. İşte barkanların yaklaşımları ve diğerleri. Ama H. İnalcık hocanın son dört beş yıldır itiraf ettiği bir şey. Biz Osmanlı zihniyet dünyasını, o paradigmasının arka planında yatan tasavvufi İslâm’ı incelemeyi ihmal etmişiz diye itiraf etmiştir.

P. – Osmanlı da ki tasavvufun yeri bunu bir öğrenelim sizden, bir de padişahların çevrelerinde Veli diye tarif ettiğiniz insanları bulunduruyorlardı ve onlardan da akıl alıyorlardı.

M. – Şimdi efendim siyaset ve velayet irtibatıdır bu, yani Osmanlı devleti tabii ki Selçuklu devletini bir devamı olarak kurulduğunu da bilmek gerek. Bir defa devlet kurucuları modernlik öncesi dönemlerde her şeyi kutsal gördüklerinden dolayı insan hayatı kutsal, toprak kutsal, gökyüzü kutsal. Her şeyi kutsal olarak gördüklerinden dolayı devlet anlayışının da kutsal devlet anlayışı üzerine kurmalıydılar. Profan bir devlet anlayışı, çok mekanik bir devlet anlayışı yoktu.

Dolayısıyla Osmanlı sultanı bir sultanlık yaparken mes’uliyet aldığı inancında idi. Bunun hesabını vereceği inancında idi. Yani geleneksel siyaset mekanizmasında ben şu ihaleden ne kadar para alırım anlayışı ile siyasete girilmiyordu, siyaset yapılmıyordu. Siyasetten kaçılıyordu hatta. Çünkü mutlu hayatım bozulacak inancı vardı. Halifelerden bir tanesi Ömer Bin Abdülaziz halife seçildiği günün sabahı hanımına demiştir ki, istesen ben seni boşayabilirim veya sen beni boşa. Neden? Artık ben seninle ilgilenemem. Neden? Halife seçildim halkın sorunlarıyla o kadar fazla ilgilenmek zorundayım ki seni ihmal edebilirim. Bakınız bu anlayış tabii ki farklı bir anlayıştır.

Şimdi Siyaset erbabının yanında her zaman bir bilen, nefesi güçlü insanlar bulunmaktaydı ve o insanlar siyasete girmiyorlardı ama dualarıyla destek veriyorlardı. Bu yapı bütün geleneksel imparatorluk anlayışlarında bulunmaktaydı. Hinduizm de Brahmanlar Kşatriya itribatı. Brahmanlar, din adamları, ruhban sınıfı devletin bekası için dua ediyorlar.

S. – Çok etkilendik değil mi Hindu geleneğinden?

M. – Yani, etkilendiğimiz de etkilediğimiz kısımlarda var o da bilinmiyor. Yani hinduizmi İslâm tasavvufunun etkilemesi suretiyle bir din çıkmıştır ortaya biliyor musunuz? Sekizim (sekiz aşamalı kutsal yol) İslâm tasavvufunu Hinduizme olan tesiri neticesinde ortaya çıkmış bir dindir. Bu Uzun bir konu geri dönelim.

Mesela ilk Osmanlıda Osman gazi, Orhan gazilere baktığımız zaman yanlarında geyikli baba gibi, şeyh Edebali gibi bilge kişiler bulunmakta. Önemli bir isim var burada Davudü’l kayseri. İznik Medreseleri baş müderrisi. Tekke şeyhi demedim bakınız. Medrese baş müderrisi, günümüz tabiriyle konuşursak rektör, yani üniversitenin başında ki kişi. Bu kişinin yazdığı kitaplardan bir tanesi füsüsü’l Hikem şerhi. F. Hikem Muhiddin Arabi’nin o İslâm arifinin en zorlu metinlerinden bir tanesi, bir maneviyat kitabı. Bu medrese de okutuluyor.

İşte Osmanlı medreselerinde ders müfredatı içerisinde manevi ilimler de bulunduğu için, ki Çivizade ailesi gelinceye kadar bu formattaydı. Zahir ilimler öğretilirdi ama onun yanında manevi ilimler de öğretilirdi.

P. – Dediniz ki padişahların çevresinde de çok önemli zatlar vardı ve biri de F. S. Mehmet’in yanında olan Akşemseddin ve hatta rivayet edilir ki şöyle bir hikâye yaşanıyor. 2. Murad H. Bayram Veli’yi çağırıyor o da Akşemseddin ile birlikte geliyor. O zaman diyor ki, İstanbul’un alındığını görmek ne sana ne bana nasip olacak, şurada yatan bebek ile –ki F.S. Mehmet oluyor- Akşemseddine nasip olacak diyor ve hakikaten de öyle oluyor. Çok ilginç değil mi?

M. – Tabii ki, biz bu tür anlatımlara menkıbeler diyoruz. Menkıbeler çok önemlidir, yani mitolojik anlatım. Bunlar hakikat olarak gerçekleşmiş veya gerçekleşmemiş, yani Tarih ilmi ile menkıbevi anlatım arasında bazen paralellikler vardır, bazen de pozitif tarihçilikte ayrılabilir. Ancak bir yapıyı tarihte meşrulaştırmak açısından bu tür menkıbevi anlatımların önemi çok barizdir, belirgindir.

Şimdi Osmanlı devletinin kurucuları ve daha sonra ki sultanların İslâm sufileri ile, velileriyle olan doğrudan irtibatı o kadar önemlidir ki, bakınız Osmanlı da bir sultan, sultanlığını Eyüp sultan camii nin orada taklidi- seyf denilen bir kuşak töreni vardır yani kılıç kuşatma töreninde nakinü’l eşraf Osmanlı seyyidlerinin lideri. Yani Hz. Peygamberin soyundan gelen en üst kimsenin huzurunda diz çökerek. Biz batı tarihinde Kral Artur’un işte Merlin’in irtibatlarını biliyoruz. Ama kendi tarihimizde olan şeyleri bilmiyoruz. Neden bunların filmi yapılmıyor, romanları yazılmıyor, veya yapılırsa çok dülkarize edilerek yapılıyor, yapılmasaydı daha iyi olurdu denilecek şekilde yapılıyor.

Eyüp Sultan da bir Alim’in önünde diz çöküyor ve o alim, Seyyid, kendisine kılıç kuşattıktan sonra sultanlığı meşru hale geliyor. Bu sembolizm çok önemlidir. Bu sembolizm, maneviyat rütbesini ben veriyorum sana. Bakınız modern zamanlarla geleneksel zaman arasında ki fark çok önemli. Günümüzde ki siyasetçiler toplumun her tarafına öyle hâkim haline geldiler ki yegane belirleyici siyasetçi oldu. Oysaki geleneksel yapıda belirleyici ilim adamıydı, âlimdi. Siyasetçi niyabeten, vekâleten yani biz o âlimlerin vekili olarak, sayesinde varız. Siz bizi nefesinizle, dualarınızla, ilminizle bize yardımcı olunuz. Biz sizin pratisyenleriniziz yaklaşımıyla hareket edilirdi.

Dolayısıyla bu bütünlük yani maneviyat ve maddi güç, maddi iktidar, manevi otorite. İktidarda otorite yoktur yani maneviyat erbabındadır otorite. Siyaset erbabında otorite olamaz. Siyaset erbabı icracıdırlar. Yapısal olarak geleneksel siyaset formasyonu bu şekildeydi. Ondan dolayı derlerdi ki, okuyacağım şu beyit Kanuni gibi bir kişi. Diyor ki; Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş, bunu söylediği zaman 3 kıtada olan bir imparatorluktan bahsediyoruz. Dünya padişahı olmak bir basit işmiş, bir kuru kavga imiş, hepisinden eyice bir veliye bende olmak imiş. Yani bir Allah dostunun, bir bilgenin mektebine bağlı olmak hepsinden üstün bir sultanlıkmış diyerek gerçek sultanlığın maneviyat alanında olduğunu, zahirde ki sultanlığın ise küçük ve basit bir iş olduğunu anlatır.

Bu yaklaşımla bakıldığı zaman İmparatorluk tabii ki farklı bir mecra da, daha maneviyata önem veren mecrada ilerlemiş. Onun  üzerine sizinle röportajın başında sormuş olduğunuz niye Osmanlı’ya doğru, Anadolu ya doğru Ariflerin, Alimlerin girişi söz konusu. İltifat gördükleri için, baş tacı edildikleri için. Yani siz 5 milyon Euro verirseniz Brezilyada köyde bile futbolcu kalmaz hepsi Türkiye ye gelebilir, zaten geliyorlar da.

Benzer süreç Osmanlı zamanında sanatçıya ve ilim adamlarına yapılırken günümüzde de farklı kesimlere yapılmaktadırlar. Yani aynı şey devam ediyor, kulvar değişti.

S. – Değişmesi normal değil mi modernleşmenin bir sonucu. Bütün dünya da olmuştur bir tek  bizde olmadı.

M. – Modernleşmeyle beraber bu oluştu, tabii bunun sonucu da yaşanacaktır. Yani her şeyin bir sonucu vardır, bunun sonucuna da katlanmak gerekiyor. Yani yanlış anlaşılmasın ben de spor yapmış birisiyim, spor bir pratiktir, yapılmalıdır. Spor ve maneviyat irtibatı bakımından vaktimiz olsa konuşuruz. Pehlivanlar tekkesi dedik, okçular tekkesi dedik, çok örnekleri var bunlarla ilgili, ama bu başka bir konu. Ama siz bilgi düzeyi, bilgi sahibi olabilmek epistemik bir sürece sahip olabilmeyi Arif olabilmeyi esas alırsınız, spor burada bir araçtır.

Günümüzde ise modernitenin yaptığı en büyük hata insanın önünde ki gerçek amaçları tahtından indirip yerine araçları amaç yapmak sürecini getirdi. Bundan dolayı bugün futbol salt bir spor değildir, bugün futbol bir ritüeldir, bir ayindir, forması vardır, cübbesi vardır, sarığı vardır, teşbihi vardır., aynı zikir gibi davulu vardır. Arkadaş grubunuzla gidersiniz, hatta maça gidenlerin çoğu maç kaç kaç bilmez bile orada o zikir halindedir cem halindedir çünkü. İster istemez bakınız ikame değerlerdir.

Sonuç itibarıyla siz bir tarafta ilim faaliyeti içerisinde ikna olsa idiniz bilgilenip aydınlanacaktınız, kendinizi tanıma yolunda ilerleyecektiniz, o arada da spor sizin yaptığınız bir pratik olacaktı. Ama siz bunu vermediğiniz zaman kitleye o kitle bu ihtiyacını, bu arayışını, cevabı olmayan yerde arayacaktır. Oraya doğru bir yönlendirme de bulunacaktır. Modernitenin sorunu buradadır.

S. – Sizden ricam bana sufizmi anlatır mısınız birazcık, çünkü batıda, batı ülkelerinde bizim bölgemize yönelik sufizm konusunda son zamanlarda ilgi, makaleler, kitaplar, konferanslar yapılıyor. Niye bu ilgi var?

M. – Şimdi özellikle yani 11 eylül hadisesinden sonra radikal islâm denilen İslâm’ın, veya bu tarz anlayışa sahip bazı gençlerin temsil ettiği İslâm anlayışı bir çok Müslüman’ı da rahatsız etti. Tabii ki bir çok Müslüman’ı rahatsız etmiştir demek o Müslümanların dünya da batı empaeryalizminin yapıp ettiği zulüme cevapları yok anlamına da gelmez. Yani Müslüman dünyadan emperyalizme cevap sadece el kaide den değildir ve bu aslında el kaidenin cevabı biraz manipüle edilmiş cevaptır. Yani bizim yorumumuza göre bu tarz bir İslâm anlayışı aslında bir fidbecttir, yani geri dönüşümdür. Siz bir tür sert ideoloji uygularsınız ve bu ideoloji ile bir taraftan siz maneviyat ocaklarını kapatırsınız. Bugün islâm dünyasının bir çok yerinde yasaktır maneviyat çalışmaları. O İslâm dinini salt bir politik ideoloji haline,

S. – Bizde yasak mı?

M. – 30 kasım 1925 te çıkarılan tekke ve zaviyeler kanunu ile tasavvufi pratik yapılan okul açmak yasaktır. Avrupa birliğine giriş süreci içinde düşlünce özgürlüğü, din özgürlüğü bağlamında tartışılması gerekli olan bir konudur bu. Ancak tabii devrim kanunları içerisinde yer aldığı için untouchable, yani dokunulamazlar içerisindedir, bir soru işaretidir bu. Bunun artıları vardır eksileri vardır. Daha evvel de söylediğim gibi cumhuriyet döneminin kurucularının felsefesinde fanatik İslâm’la mücadele etmenin en güzel yolu olan tekkelerin kapatılması bir hata idi, aynı zamanda bir paradoksu da beraberinde getirdi.

P. – O zaman öyle bir dönemdi ki, orada onu ayırt edecek zaman yoktu. Hızlıca hareket etmek gerekiyordu ve en pratik yöntem olan bu denendi.

M. – Bilgi düzeyinde hiyerarşi de pazı karşılığı olan askeri bilimler, mühendislik biliminin alt dalıdır. Mühendislik ilimleri akli ve kalbi ilimlerden değildir. Matematikseldir ve mühendislik ilminin bir alt dalı olan askeri bilimlere mensup olan birisinin toplumsal ve filozofik alanlarda söz söylemesi böyle problemlere yol açar.

P. – Peki bu sultan Selim’in de dergâhları kapattığı söylenir?

M. – Bazı dergâhları evet, dergâhlar denildiği zaman yani 400-450 tane dergâh oluşuyor, ister istemez belli sorunları olan yerler ıslah edilebilir veya kapatılabilir, o konjoktüreldir, külli bir kapatma başka bir şeydir.

P. – Peki Atatürk Mevlevi hanelerine dokundu mu?

M. – Tartışmalı bir konu ama seyyanen yani bütün bu tekke ve zaviyeler kanunu çıktığında hepsi buna dahildir.

P. – Az önce padişahlardan bahsediyoruz ve yanında ki velilerden. Akşemseddin demiştik F. Sultan Mehmet’in de rüyalarını Akşemseddin’e yorumlattığı söylenir. Bu doğru mudur, tabii tasavvufta rüyanın da yeri çok önemli.

M. – Rüya nedir, hakikat nedir, yani belki şu an biz bir rüya görüyoruz yani işin nereden baktığınızla ilgili bir şeydir bu. Yani şu an biz uyanığız ve rüya uyuduğumuz zaman gördüklerimizdir. Bu aslında nereden baktığınıza göre değişir. Ama peygamberimiz çok farklı bir şey söylüyor. Bu da tasavvufi bir sözdür. Az evvel söyledik peygamberimizin hayatından fıkıh mezhepleri yoktu tasavvuf adı da yoktu ama peygamberin hayatı tasavvufi bir hayattır. Oradan baktığınız zaman tasavvufun çıkmaması, yani bugün gelse Hz. Peygamber ve aynı hayatı yaşasa ister istemez tasavvuf doğar.

Kırk gün Hira mağarası diye bir yere çıkıyor. Bakınız bu anlatılmaz. Bugün bizim diyanet formasyonunuz içerisinde tasavvufi, manevi bilimlere yer ayrılmamıştır maalesef. Yani çok özür dileyerek söylüyorum cami imamlarımız hutbelerinde ne Mevlana dan, ne Yunus Emre den beyit okuyamazlar, okumazlar.

S. – Okuyamamaları yasak mı?

M. – Hayır o eğitim verilmediği için kendilerine. Ancak münferit olarak bireysel olarak o imam efendi eğer meraklıysa bu konulara alıp okuyabilmektedirler. Onun için manevi hayatta da rüyaların izlenmesi diye bir şey vardır. Sizin rüyalarınızda bazı işaretler vardır, o işaretleri kendiniz takip edebiliyorsanız ne ala, edemiyorsanız bir bilene soruyorsunuz. Onun için sultanlar, siyaset erbabı rüyalarını te’vil ettirirlerdi, çünkü rüyalar muallaktadır, askıdadır. Gören kişi o eğer önemli bir rüya ise ağzından telaffuz etmediği sürece o askıda durur. Telaffuz etmesiyle beraber vücut bulur.

P. – Hem Osmanlı da tasavvuf hem bu rüyalar meselesii hem tabii tüm bunları konuşurken Mevlana’yı, Şems’i konuşmadan olmaz. Bunlarla devam edelim.

M. – Bunun için ayrı bir program gerekir.

P. – Öyle de Tasavvufta aşk, Mevlana’dan mutlaka bahsetmemiz gerekiyor, Mesnevi den bahsetmemiz gerekiyor. Bir çok dile çevrildi, bir çok entellektüeli peşinden sürükledi. Hatta çok popüler olan çok satan kitaplarda onun izinden gidildiğini görüyoruz, onun etkilerini görüyoruz. Tabii bunun altında yatan genel kültür, o olgunluk neyin neticesiydi, bunu bize anlatır mısınız?.

M. – Hz. Mevlana’yı okursanız, mesnevisini, divan-ı kebirini, fihi ma fih’i, bütün eserlerini okursanız yanık bir insan kokusu alırsınız oradan, yanan bir insan var orada. (Devam ediyor)