GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF (2)
den devam
P. – Hamdım – piştim – oldum.
M. – Evet, hamdım – piştim – oldum merhalelerini geçmiş bir insan. Eğer
siz de fert olarak olma yolunda iseniz, olgunlaşmak istiyorsanız Hz. Mevlana
ile ister istemez bir yerde yolunuz kesişir. ABD de Coleman Barks’ ın
çevirisi ile Mevlana’nın şiirlerinin çok satan olması, kitap olması İncil’den
sonra. Aslında Mevlana’nın söylediği sözlerin batı insanında da bir
karşılığının bulunduğunu gösteriyor.
S. – İncil’ den sonra en çok satması,
ne zaman oldu bu tarihi belli mi?
M. - Bu sene de tekrarlandığına dair bir haber
okudum. Bundan 6 yıl evvel Library of Congress’in
açıklamasına göre İncil’den sonra en çok satan kitap oldu. Yalnız burada şöyle
birt ayrıntı var, Mevlana’nın şiirlerinin çok çevirisi var İngilizce de bu
değil. Coleman Barks’ın bir uyarlaması. Kendisinin İngilizce şiirleri olan bir
şair. Onun uyarlaması en çok satan kitap oldu.
Şimdi Mevlana’nın yakalamış
olduğu düzey evrensel bir düzey. Siz hangi devlete mensup olursanız olunuz
içinizde bir dert varsa, ıstırap varsa, günlük koşuşturmalarınızı bir tarafa
bırakarak isterseniz tirilyoner olun, isterseniz fabrikatör olun, isterseniz
falanca siyasi partinin lideri olun sonuçta bir insansınız. İnsan olduğunuz
zaman akşam eve gelip yattığınız zaman o insanı sıfatınızla yatıyorsunuz. İş
adamı olarak değil, başbakan olarak değil, cumhurbaşkanı olarak değil, bir
Allah’ın kulu olarak yatıyorsunuz. Dolayısıyla Hz. Mevlana’nın yakalamış olduğu
o düzey, şiirlerini okuduğunuz zaman göreceksiniz o kadar samimi, o kadar içten
bir ifade ki, siz onu okuduğunuz zaman kendinizi buluyorsunuz. Arjantin’den,
Brezilya’dan bir yazar çıkıyor Paulo Coelho, bu metinleri okuyor, buradan bir
eser meydana getiriyor simyacı adıyla. Simyacı romanı insiyatik bir romandır,
okuyanları etkiler ve Mevlana’dan alınmadır.
P. – Ama kendisi de kabul ediyor
bunu.
M. – Tabii ki itiraf ediyor,
büyüklük göstergesi. Dolayısıyla Hz. Mevlana bizim maneviyat dünyamızı kuran,
kurucu figürlerden birisidir. Sadece Hz. Mevlana değildir, bizim Anadolu
İslâm’ının mayasında en önemli babalardan bir tanesidir. Baba tabirini burada
aynı zamanda ben genetik anlamda da kullanıyorum. Yani maneviyat aynı zamanda
döllenme olayıdır, maneviyat döllenme ile olur. Hz. Mevlana, H. Ahmed
Yesevi’ler, Hz. Mevlana’lar, Yunus Emre ler, H. Bektaş Veli’ler, M. İbn. Arabi’ler
bu toplumun toprağına o tohumları ekmiş kimselerdir. Tohum ekildiği zaman da
onun mahsulü ardında gelir.
S. – Üstün körü bir Anadolu da
gezmek bile size bunu hissettiriyor, benim gibi bunların dışında olan insan, H.
Bektaş’a gittim, türbeyi gezdim, çıktıktan sonra hakikaten bu duygularla
doluyor insan. Çünkü etrafta ki ortam, elektrik, o insanların tavrı, türbenin
güzelliği size bunu hissettiriyor.
M. – Evet, aynı şey Hz.
Mevlana’ya gelin Konya ya, türbenin girişinde şu yazı var. “Kâbetil-uşşâk bâşet
in makam her ki nâkıs âmed. İnça şud tamam” Burası aşıklar diyarıdır, burası
aşıkların buluşma yeridir, burası aşıkların kâbesidir, her kim buraya noksan
olarak gelirse kâmil olarak gider.
Şimdi toplumda biz ekonomi de,
siyasette olgun adam peşinde değil miyiz? Bugün batı da bile olgun insan,
yetkin insan arayışları bulunmakta. Yani biz aslında tasavvufi İslâm ın çok
uzantıları var onlara vaktimiz olmadı, onlara giremedik. Yani tekke den
dışarıya çıkamadık bir türlü. Tekke den dışarıya yansımaları var tasavvufi
İslâm ın ekonomiye tesiri var. Yani tasdavvufi İslâm la formatlanmış bir
toplumda bunun ekonomik uzantıları var, politik uzantıları var. Osmanlı’nın
siyaset felsefesi az evvel söyledim tasavvufi İslâm’a dayanıyordu. Sanat
anlayışı hakeza.
P. – Bilim uzantısı var mı?
M. - Tabii ki size bir örnek
vereyim, izleyicilerimiz bu söyleyeceğim şeyi hemen test edebilirler. İrsika,
İstanbul da İslam kültür araştırma merkezi olarak İslâm konferansı örgütüne
bağlı bir araştırma merkezidir, Yıldız sarayında bulunmakta, çok güzel bilimsel
çalışmalar yapmaktadırlar İslâm medeniyeti üzerine. Oradan çıkan kitaplar
içerisinde Osmanlı matematik literatürü, Osmanlı astronomi literatürü, Osmanlı
kimya literatürü, Osmanlı Biyoloji literatürü gibi pozitif bilimler üzerine
kitap yazmış Osmanlı aydınlarının bibriyogyası vardır, isimleri ve kitap
adları. Sadece indeksine baksınlar yeter.
Bakınız tasavvuf kitaplarını koyduk bir
tarafa, dini kitaplar, fıkıh kitabı, hadis kitabı, tefsir kitabı gibi kitapları
da koyduk bir tarafa, sırf pozitif kitaplara bakıyoruz. Bakıyoruz bir matematik
risalesi yazılmış, kim? Ali en Nakşibendî. Bir kimya risalesi yazmış, kim? A.
Er Rıfai. Gibi isimler görmekteyiz orada. Osmanlı da bir tasavvuf okuluna
mensup insanların bilimsel faaliyetler yaptığını görmekteyiz. Kedi sevenler
için pisi pisi tekkesi var biliyor musunuz?
P. – Bilmiyorum ama ben üye
olabilirim J
M. – Konya da şeyh efendinin
etrafı kedilerle dolu. Efendim botanik bahçesi halinde Muhammed Bağdadi isimli
Edirneli bir şeyhin Edirne de tekkesi var, bahçesi tamamen değişik envai çeşit
bitki soğanları ve bitki türlerinden meydana gelmiş. Çok değişik bu manada
insan hayatının değişik yönlerini kuşatan tekke faaliyetleri görmekteyiz. Bunların
içerisinde mesela Hz. Mevlana’nın mektebinden istifadeyle oluşturulmuş
Mevlevihaneler var. Kırımdan Saray Bosna’ya, Tebriz’den Medine’ye kadar.
Bunların her biri aynı zamanda musiki ve sanat eğitim merkezleri, sanat öğreten
merkezler.
S. – Medine’de Mevlevihane var
mı?
M. – Medine de de var,
S. - Onların çok hoş
baktıklarını sanmıyorum.
M. – Son zamanlarda evet
bakılmıyordu, ama her yerde bir yumuşama ister istemez var. Özellikle el kaide
türü İslâm’ın düşünsel kökenleri belirli bir İslâm harici mantığına dayanıyor,
onun mezhebi uzantılarına dayanıyor detaylarına çok girmek istemiyorum.
S. – Vahhabile mi?
M. – metrik bir islâm anlayışı
olduğu için, yani sizi sakalınızın ölçüsü ile uğraşıldığında bu bir müddet
sonra insanları da yormaya başladı, onların içerisinden de manevi İslâm’ı
arayış başlamıştır. Yani, İslâm’ın salt bir hukuk kitabı olmadığını, hukuk
yönünün %20 sini içerdiği ama %80 maneviyat olduğunun (farkına varıyorlar.), Maneviyatı
olmadan bir insan ne kadar namaz kılsa yüz bin kere hacca gitse…
S. – Benim bir korkum var, bizim
Anadolu da gelişen tatlı bir gelenek. Şimdi bu geleneği sizin metrik İslâm
dediğiniz anlayışta ki insanlar reddetmeye bence öldürmeye çalışıyorlar. Bunu
nasıl engelleyeceğiz. Yani o geleneği tekrar nasıl ayağa kaldırabiliriz.
M. – İşte burada bir paradox
var, yani ülkemizde tercih edilen, yani kuruluş dönemimizde tercih edilen İslâm
anlayışı biraz pozitivist bir anlayış olduğu için ister istemez bu tür İslâm’ın
çıkmasına ve İslâm’ın şehirlerden köylere gitmesine vesile olmuştur. Bundan
dolayı da tabii ki bir seviye düşmesi bunun doğal süreci olmuştur. Osmanlı da ki İslâm ise şehirli, tasavvufi,
yüksek kademeye hitap eden seviyeli bir İslâm’dır.
S – O İslâm’ı nasıl
yakalayacağız, bir yolu var mıdır acaba?
M. – Yolu 1400 yıldır tecrübe
edilen yol, yani yeni bir şey söylemeye gerek yok burada. Hz. Mevlanaların, M.
İbn. Arabi’lerin, H. Bektaş Veli’lerin, Yunus Emre’lerin tesis etmiş oldukları
yol.
S – Peki anladım.
M. - Toplumun kuşatılması içinde
çok önemli, yani ülkemizde biliyorsunuz işte Türk – Kürt ayrımı veya doğulu
batılı ayırımı veya işte zengin fakir ayırımı, sağ sol ayırımı gibi, İşte
milliyetçi gençler, solcu gençler. Yani düşünebiliyor musunuz? Ben eşit gelir
dağılımı istiyorum diye bir genci komünistler Moskova’ya demek suretiyle biz
komünist dedik, dışladık, attık. Benim vatanıma na mahrem eli değmesin diyen
bir milliyetçi genç, bir sağcı genç, ki samimi saf bir duygu bu- Bunu böyle
dedi diye faşist dedik, ki faşizmle alakası olmayan bir şey. Temiz bir Anadolu
delikanlısı vatanıma na mahrem eli değimesin diyor. Öbür tarafta dini
özgürlükler olsun diyen bir İslâm’cı genç, buna da irticacı dedik.
Bazı ülkeler kendi fanatiklerine
dahi sahip çıkıyorlar. Bugün İsrail’e gittiğiniz zaman İsrail’in fanatik
Yahudilerinin yaşadığı mahalleler var. O mahallelerde, ben oraları gezdiğim zaman
bir Yahudi arkadaşım düdüklü tencere benzetmesi yapmıştı bana sosyolog kendisi,
çok enteresan. Mahmut bey dedi bir toplumda fanatikleri siz dışlarsanız
radikalizme yol açarsınız, fanatiklerin dahi yaşayacağı bir alan açarsanız
düdüklü tencere misali oranın havası çıkar ve kendi hayatlarını yaşarlar.
Şabbat günü gittiğiniz zaman o mahalleye araba ile giremezsiniz, korna
çalamazsınız. Ama kimse bunlara gerici dememekte, yuhalamamaktadır.
Abd de Amişler vardır. Amişler
biliyorsunuz elektrik dahi kullanmazlar. Tv kullanmazlar, kağnı arabası ile
dolaşıyorlar. Mekanik değil manuel yapılmış şeyler kullanırlar. Biz olsak
bunlara gerici deriz, yobaz deriz. Neden? İşte bazı şeyleri vardır, şehir
hayatından farklıdır ondan.
S – Amerikalılar demiyor ama
oraya giden Türkler yine gerici diyorlar. Genetik galiba.
M. – Diyebilirler, genetik
değil, belki de yüzyılın başında atılmış bir Fransız devrimi formatı var bizde.
O formatın bir sorgulanması gerekiyor. Yani Stalinizmin sonuçları bu. Dünya da
çok azaldı aslında, Sovyetler birliği bile terk etti, Arnavutluk terk etti.
S. – Biz terk edemiyoruz.
M. – K. Kore de var bazı
yerlerde devam ediyor bu Stalinizst anlayış. Yani artık dini savaşılacak bir
mekanizma değil, bu dinden nasıl istifade ederiz diyerek masaya oturmak lazım.
S. – Bu bölünmeye yakın olan,
açık olan toplumu din mi bir arada tutacak?
M. – Dinin İslâm versiyonu,
İslâm tasavvufu. Düşünebiliyor musunuz bugün Urfa Siverek’te Mevlevihane var.
Siverek mevlevihanesinde musiki meşk edilirdi. Diyarbakır’da, hakkari’de Halidi
dergâhları vardı. Bu dergâhlarda..!
S. – Geçmiş zaman
kullanıyorsunuz kapandı mı?
M. – Evet yoklar hem kanuni hem
değişik sebeplerden dolayı. Bunun analizini belki ilerde yapabiliriz.
P. – Yani Osmanlı’nın
uyguladığını, orada birleştirici unsur olan İslâm tasavvufunun bugünde yine ama
gerçekten de doğru yorumlanırsa, içselleştirilirse.
M. – Doğru yorumu var P hanım,
siz o doğru yorumu kapatırsanız sahtelerin yolunu açmış olursunuz. Ben bu
paradoksu çözmeye çalışıyorum. Aslında yardım diliyorum yani bazı
yetkililerden. Hani halk tabiriyle bu ne perhiz bu ne lahana turşusu denen bir
durum var ortada. Gerçekten siz hoşgörülü İslâm’ın oluşabileceği okulları
kapatırsanız, radikal diye daha sonra sizi rahatsız edecek İslâm’ın önünü açmış
olursunuz. Bunu anlamakta zorlanıyoruz. Zannediyorum mühendislerin projesi
olduğu için nasıl ülkemizin doğu Anadolu problemi bir kangren haline geldi, yıllarca
orada yaşayan, Osmanlı zamanında hiçbir zaman problemi olmayan, Kürt se Kürt
olarak bilinen Kürt Mehmet ağa, Arnavut Recep ağa gibi sadece bir etnik takı
olan bu isimler şeklindeydi.
Tabii ki bunun sebebi şudur
aslında. Osmanlı da ki referanslar metafizik referanlardı, insanın kendini,
devletin kendini tanımlarken kullandığı referanslar. Yeni yönetimde bu
referanslar elimine edilip dışlanınca yerine ikame bir metafizik gerekiyordu.
İkame metafizikte nasyonalizm de bulundu. Nasyonal kimlik, dini kimlik gibi
algılandı. Osmanlı da Türküm demek farklı bir anlamdaydı, bu Rumeli de devam
ediyor. Rumeli de Arnavut dahi Türküm der. Kafatası ölçümü değildir o farklı
bir şeydir. Üsküp’te Türk ilmihali basılmıştır, açarsınız Türklüğün 1. Şartı
kelime-i şehadet getirmek, yani İslâm demektir Türk.
Ama Cumhuriyetle beraber Türklük
kelimesi metafizik anlamı dışlayıcı bir hale geldi. Yani ülkemizde Türk olmayan
insanları rencide edici şeyler oluşmaya başladı. Yeniden inşa edildi, aslında
bugün Türk milliyetçilerinin Türklük kavramı Osmanlı Türklüğü kavramı değildir.
Yeni bir icattır bundan dolayı dışlayıcı olduğu için karşı tarafta refleks
geliştirmeye başlamıştır. Eğer bir kürtçülük problemi varsa bu Türkçülüğün
hediyesidir. Yani birbirini besleyen duruma gelmiş, bir kangren halinde
birbirlerini itmektedirler ve bundan da toplumumuzun büyük kesimi rahatsız
olmakta.
S. – Bu oluşumu Tasavvufa nasıl
dahil edeceksiniz, var mı bunun çözümü?
M. – Tabii ki, Tasavvufta bir
kere metafizik kardeşlik söz konusu, yani tekkeye gelene neden geldin diye
sorulmaz diye bir tabir vardır, Hangi bahçenin gülüsün diye sorulurmuş. Yani
sen hangi bahçede yetiştin evladım. Efendim ben Kürdüm, efendim ben Türküm,
efendim ben şuralıyım denirse geç bunları derlermiş. Yani insan olmaktır esas
olan. Bundan dolayıdır ki kabiliyet esaslı bir toplum formatlanıyor.
S. Sizi kızdıracak belki de
ütopik değil mi bu?
M. – Yani ben realist olarak
görüyorum çünkü bir şeyin ütopik olması tatbik edilmemiş olmasını getirir.
Benim söylediğim şeyler tarihsel vakalar. Yani hiçbir zaman tatbik edilmemiş,
tecrübe edilmemiş bir şey olsa evet, olma ihtimali var diye ütopik
diyebilirdik.
P. – Yani hiçbir korkunuz yok mu
şu dergâh, bu dergâh, biz daha uygunuz, biz daha iyiyiz, daha becerikliyiz
şeklinde?
M. – Tabii ki rekabet olacaktır.
Şunu söylemek istiyoruz ki yani yer yüzü hayatında rekabet her zaman vardı,
yeryüzü hayatında güllük gülistanlık hiçbir zaman olmayacak, hiçbir siyasi
parti yer yüzünü ister Türkiye olsun ister Amerika olsun sıfır sorunsuz hale
getiremez. Yani bu insan tabiatına aykırıdır. Sorumlu olmayı kabul edeceğiz.
Bir kere ve sorunları nasıl, yani krizi nasıl yöneteceğimizi bilmemiz lazım.
Sorumsuzluk steril bir ortamda olur ki o yeryüzünde mümkün değildir. Dünya bile
23.5 derece yamuktur P. Hanım. Yani yamuklukta bile bir güzellik vardır
aslında. Kaotik bir yapı içerisinde bir kozmos vardır bunu bilmek lazım.
Yeryüzünü mükemmel hale getireceğim diyenler bir takım sahte mesihlerdir,
bunların hiç birin projeleri gerçekleşmemiştir. Var olanı kabul etmek, bu varlığı
içerisinde güzelliği bulup kardeşlik, birleştirici unsurları öne çıkarmaktır.
Bakın vaktimiz müsaade ederse
size bir şey aktarayım. Ben zaman zaman tabii ki üniversite öğrencilik
yıllarından sonra Beyazıt meydanına sahaflar kurulurdu, ikinci el kitapların
satıldığı. Pazar günleri daha çok tezgâh kurulurdu. Kitap meraklısı olduğum
için zaman zaman oraya çıktığımda bulduğum ve satın aldığım kitaplardan bir
tanesi devrimci gencin marşları kitabıydı. Küçük bir sol grubun marşlar kitabı.
Kitabı açıyorsunuz başında
enternasyonal marşı, ardından işte bir takım sosyalist devrimci marşlar, kitap
küçük bir kitapçık yaklaşık ortalarından sonra seyyid Nesimi, efendim Kul
Himmet, yani Tasavvuf büyüklerinin
sözleri deyişleri yer almakta.
S. Hangi sol grup acaba?
M. – Şimdi hatırlamıyorum ama
kitapçık kütüphanemde var. Bir hafta on gün sonra gene çıktığımda bir başka
kitapçık buldum. O kitapçıkta milliyetçi gençlerin, ülkücü gençlerin marş
kitabıydı. İşte İstiklal marşı, ardından çırpınırdı karadeniz..! Yaklaşık böyle
3 – 5 mehter marşları vs. den sonra kitapçığın arkasından itibaren Hz. Mevlana
dan Yunus Emre den, H. Ahmed Yesevi den deyişlerdi.
Üçüncü olarak İslâmcı gençlerin,
akıncı gençlerin, hatta bu konuda bir makale yazmayı düşündüm ama bir türlü
başlayamadım öyle kalmıştı. Akıncı gençlerin de en başta bir takım İslâmcı
marşlar, ardından onlarda da Yunus Emre’lerin Tasavvufi deyişleri geliyor.
Bakınız üç kesim de bir yerde
buluşuyor. Muhteşem bir sinerji oluşturabilirdi eğer bu devletin, bu toplumun
toplum mühendisleri, her kesime hitap ediyorum, siyasetçisi, askeriyesi, ilim
adamı, zengin iş adamları toplumu bu barış ortamı üzerine formatlayabilselerdi
sağ sol Kürt ayrımı olmazdı. Ortak zemin Türkiye de bulunamadığı için hala
farklı sengmentler halindeyiz. Ortak zemin hala bir soru işareti.
S. – Ama Cumhuriyet ideolojisi
bundan korkar.
M. – İşte o korkulduğu sürece,
bu ortak zemin telaffuz edilmediği sürece cesaretle insanlar başka yerlerde
buluşturmaya çalışıyorlar. O başka yerlere de insanlar gelmiyor. Mesela bir
Kürt diyor ki benim şu şu şu esaslarım kabul edilmediği sürece ben bir Türkle
masaya oturmam diyor.
S. Benim bir sorum olacak izin
verirseniz, İslâmi tasavvufu çok güzel dinledim ve bir çok şeyi anladığımı da
düşünüyorum bu konuşmalarımızdan. Ama ben kendim okuyarak ta bazı şeyleri
altını çizerek öğrenmek isterim. Çok büyük önemli kitapları baştan sona okumak
yerine bana şu kitabı oku sen çok şey öğreneceksin, veya Mevlana’yı öğrenmek
için ban tavsiye edeceğiniz bir kitap var mı?
M. – Bu gidişle zannediyorum ABD
de bunun hapı da çıkacak J
sabah kahvaltısından sonra iki tane hap alınız J tabii bu mizahtı. Şöyle bir şey söyleyeyim, bir
yanılsama bu. Bu vesile ile çok önemli bir soru sordunuz.
Kitap okuyarak bilgilenme süreci
aslında geleneğe aykırıdır. Yani biz kitabın yanında insan faktörünü hep
unuttuk. Esas olan insandır. Yani Hz. Peygamber olmadan Kur’an konuşamaz. Eğer
böyle olmasaydı, Hz. Peygamber veya Peygamberler gönderilmezdi, Allah tabir
caizse yukarıdan fasikül fasikül insanlara kitaplar gönderirdi ve okuyun, ne
haliniz varsa görün denilirdi tabir caizse.
Oysaki kitap bir manuel’dir,
kitap bu manada insanı anlatmak için gelmiştir. Yani kitap yürüyen bir insandır
aslında. Peygamber olmazsa Kur’an konuşmaz sözünü tasavvufa da tatbik ettiğiniz
zaman. Bazı arkadaşlarımız mesela Mevlana’nın Mesnevisini hediye etmek gibi.
Ben 25 yıldır tasavvuf okutmuş bir akademisyen olarak kimseye Tasavvufi kitap
hediye etmedim veya gidin şunu okuyun demedim.
S – Sınıfta ne okutuyorsunuz?
M. - Kendime göre ders notlarım var, seçmeler
yaparak veriyorum. Size şunu söyleyeceğim Tasavvufi metinler tıpkı diğer
felsefi metinler gibi bir bilenle okunur. Eğer siz Eflatun’un diyaloglarını
okumak istiyorsanız Eflatun’un dizinin dibine oturacaksınız, Eflatun size o
diyaloglarda ne anlatmakta olduğunu açarak aktaracaktır.
S. Çok daha basit öğrenme ama
benim mizacıma aykırı böyle bir şey yapmak.
M. – Mizacınızda aslında
kendinizin de bir kitap olduğunu düşünürseniz size bir formatlama gerekiyor
tabir caizse. Almış olduğunuz eğitim gereği batı formatında, bireyselciliğin
öne çıktığı, akla fazla vurgunun yapıldığı bir yer. Ama bu sizi yormaya
başlayacak yakında ister istemez.
S. Şu anda bile çok yorgunum.
M. – Çünkü kapasitenizi hakkı
olmayan bir şekilde yormaya başladınız. Beyin soğanı çok fazla yorulmaya
gelmez. Kitap okuma süreci, elinize fiziki bir maddeyi alarak göz ile beyin
arasında bir irtibattır. Neden sonra gözler de yorulmaya başlıyor. Dolayısıyla
bilgilenme salt kitapla değildir. Tasavvufi yolda mesela kitap bir bilene eşlik
eden mahiyette bir şeydir.
P. Bir de anlam örtülü
tasavvufta.
M. – Evet, o anlamın açılması
gerekir. O açıdan mesela Mesnevi’yi verdiğiniz bir insana tasavvuf ilmini
vermezseniz Mesneviyi okuduğu zaman yahu bu hikâye kitabı der. Kur’an da aynı
şeyi söylüyor, Kur’an ı okuyan bazıları dediler ki bunlar esatirü’l-evveliyn,
bunlar eskilerin hikâyeleridir.
S. – Ama onu açacak kitaplar
var.
M. – Peygamber olmasaydı Kur’an
açılmazdı.
S. – Şimdi benim için onları
açacak kitaplar da var.
M. – Kitap kitabı açabilir,
kitap zaten insandır, o kitabı açacak olan da insandır. Ben şimdi bunu
söylerken hiçbir kitabı okumayın kastetmedim, benim de kitaplarım var
gördüğünüz gibi ama tabii yayın evinin önemli bir sloganıdır, bütün kitaplar
bir kitabı okumak içindir. Yani kitapların hepsi bir tanedir aslında ama
okuduğumuz bütün ilimler o kitabı anlamak içindir. O kitaba da ümmül kitap
denilir.
P. – Bu arada sizin kitaplarınız
çok sorun oldu iyiki de benim kitaplarım var dediniz. Evvele yolculuk, bu
harika bir kitap, ama basılır ve piyasa da bulunursa iyi olur ben çok zor
buldum.
M – Yayınevine söyleyelim yani,
çok ilgilenmedim, kitaplarımla pek ilgilenmiyorum.
S. – Siz çalışmalarınızı bir
sayın bana
P. – Sufi ve Şiir var ki 2004
yılında yazarlar birliği tarafından yılın kitabı seçilmiş harika.
M. – Teşekkür ederim Sufi ve
şiir naçizane tasavvufi dilde şiir neden kullanılır, düz yazıdan ziyade neden
şiire başvurulur onun üzerine bir kitap.
S. – Böyle bir şeyi özetleyin
desem bana kızar mısınız?
M. – Yani şöyle özetleyebiliriz
eğer siz düz yazı ile her şeyi anlatmaya kalkarsanız bütün denizler mürekkep,
bütün ağaçlar kalem olsa yazmakla bitiremezsiniz. Ondan dolayı Cenab-ı Allah
bile Kur’an da geçen sözlerine ayet demiştir. Ayet hakikat değildir, ayet
işaret demektir. Siz o işaretlere bakın buradan bunların hakikatine çıkın
anlamına gelir. Dolayısıyla bazı peygamberler için şöyle söylenir, biz ona bir
saife verdik. Bir saife de insanın aradığı her şey bulunmaktadır denilmek
istemektedir. Bir insanın aradığı her şey bir saifede nasıl bulunur? Yani
matematiksel olarak değil, sembolik olarak. O açıdan tasavvufta şiir
sembolizme, remiz kullanmaya yatkın olduğu için şiirle söylemeyi tercih
etmişlerdir. Mevlana Mesnevi’sinde anlattığı şeyleri düz yazıya dökseydi her
halde 100 veya 1.000 cilt kitap olurdu. O açıdan tasavvufta şiir çok
kullanılır, bir söz söylenilir 1.000 mana ifade eder. Kızım sana söylüyorum
gelinim sen anla misalinden örnekler verilir.
S. – Musiki de kullanılıyor
değil mi?
M. – Tabii ki bakınız makamlar
bilgisi tasavvufta ma o şey ki kame orada yani understanding karşılığıdır makam.
Çünkü standing durmak demek, under bir şeyin altında durursanız oradasınız. Bu
bilgiler çok enteresan. Yani ben kitap okuyarak bilgilendim diyemiyorsunuz.
Oradaysanız bilirsiniz.
P. – Şimdi tabii bu farklı
manalar da içeriyor olması bir kelimenin sembolik bir anlatımı, insanı daha
fazla düşünmeye zorluyor ve belki yolculuğu da keyifli kılacaktır. Bu çok
önemli ama şu yok mu birçok anlamı var ise yanlış yola da sapabilir insan,
yanlış anlaşılmalara da yol açabilir.
M. – Tabii ki o açıdan bir
bilenin sizi yönlendirmesi gerekir. Onun için tasavvufi kitap hediye edilmez.
S. – O zaman ben bu çalışmayı
yapabilmem için tarikata mı girmek zorundayım, yolu böyle gözüküyor yani. Kendi
alıştığım bildiğim gibi odama kapanıp kendi kendime çözemeyeceğim bunu.
M. – Hayır mesela M. İbn. Arabi
der ki bizim getirdiğimiz, anlattığımız şeyleri merak eden kardeşlerimiz hiç
olmazsa günde 8 sayfa bizim eserlerimizi okursa bu okuduğu şey ile kendinde bir
merak uyandırır, içinde açılan o kıvılcım onu doğru yola doğru götürür der.
Dolayısıyla formel bilgilenme, yani kitap okuyarak elde edilen bilgilenme dini
eğitimde başlangıç düzeyidir. Yani şöyle bir benzetme yapalım.
Siz bir sultana gitmek için önce
o sultanın sarayını sormak zorundasınız, işaret levhalarını okumak
zorundasınız. Topkapı sarayına şuradan gidilir diye o işaret levhalarını
okuyarak veya elinize bir turist rehberi kitapçığı alarak siz Topkapı sarayını
önce satıhta ararsınız. Sonra kapıya gelirsiniz. Kapı da bekçiye niyetinizi
bildirirsiniz içeri girmek istiyorum dersiniz. İçeri girmek için sizi
bekletirler önce. Önce dış kapı vardır – Topkapı sarayının size sembolizmini
anlatıyorum.- dış kapıdan deruna geçiş bir patikadır, ona biz yol diyoruz. İç
kapıya giden yolda iç avluya gelindiğinde de sizi orada biraz bekletirler.
Oraya kadar siz kendi iradenizle ve okumalarınızla geldiniz. Ama ondan sonrası
kabuldür, kabul edilirseniz içeri alınırsınız.
P. – Bu arada şimdi sizi konuk
etmişken İbn. Arabi’den bahsetmemek olmaz. Tabii çok ayıp oldu, yani son
dakikalarımıza bu kaldı. Apayrı bir konu başlığı bu İbn. Arabi ve sizin
uzmanlık alanınız. Burada kısaca bir değinmek istiyorum çünkü
izleyicilerimizden de uzmanlık alanına ne zaman gireceksiniz bu mevzuya diye
soranlar oldu. Ama elbette bir genelden özele geçmemiz gerekiyordu ancak vakit
geldi.
M. – M. İbn. Arabi bu bahsetmiş
olduğumuz ilmin, yani İslam tasavvufu denilen ilmin kurucu figürlerinden önemli
bir tanesi. Biz Hz. Mevlana dan bahsettik, Yunus Emre den bahsettik. Aslında
her bir şahıs üzerine 4 – 5 program yapılabilir. Bir Niyazi Mısri üzerine 5 program
yapılabilir, onun şiirlerinden örnekler verilebilir.
M. İbn. Arabi denilen zat, bugün
İspanya’nın Mursiye denilen kentinde doğmuş, daha sonra Anadolu’ya gelmiş.
Konya da bulunmuş, Malatya da 10 yıl yaşamış birisi, Şam’da vefat etmiş türbesi
Şam’da dır. Osmanlı Devlet ricali ile M. İbn. Arabi arasında doğrusal irtibat
vardır. Yavuz Sultan Selim Mısır seferinden dönüşte Şam’a gelerek M. İbn.
Arabinin kaybolmuş kabrinin bulunması için yanında ki âlimlere görev vermiştir
ve bu kabir bulunmuştur. Bulunduktan sonra da üzerine bir tekke, bir aşhane,
bir medrese, bir cami yani bir külliye yapılmasını emretmiştir.
S. – Yavuz Sultan Selim’in tüm
tarihte çok önemli rolü var. Buradaki konuşmalarımızdan da daha önceki
programlarda diyorum. Kutsal emanetlerin çoğunu o getirmiş, Onu yönlendiren bir
hoca var değil mi?
M. – Tabii ki M. İbn. Arabi’ye
çok özel bir önem veriyor, kabrini özel arattırıyor. Eserlerini Osmanlıca ya
tercüme edilmesi için çaba sarf ettiriyor.
Burada tabii işin siyasi
tarafına da girmemiz gerekiyor. Orada bir İran, daha doğrusu Safevi Osmanlı
rekabeti var. Yani İran Türk rekabeti coğrafidir Irki değildir.
S. – Hala var.
M. – Yok şu anki dönemle Safevi
Osmanlı rekabeti, neticede iki Türk boyudur biliyorsunuz. Dolayısıyla bir etnik
savaş diyemeyiz. Bugün İran Türk rekabeti farklı olabilir. Son zamanlarda o
makas bayağı daralmıştır. Karşılıklı hükümetlerin birbirleri ile irtibatında.
Yoksa İran çok zengin bir coğrafya, çok zengin kültüre sahip. Osmanlıda da
Tebriz ve havalisinden yüzlerce, hatta Horasan tarafından yüzlerce Arif,
sanatçı, bilim adamı Fatih Sultan Mehmed’in isteği ile İstanbul’a davet
edilmişlerdir. Dolayısıyla İran sanatıyla Osmanlı sanatı arasında bu irfan
köprüsü çok önemlidir. Farsça Osmanlı da Mevlevihanelerde öğretilirdi.
Osmanlı da bir alim lingorank
olarak 3 dili bilmek zoırundaydı. Osmanlıca yani Türkçe, Arapça ve Farsça. Aynı
alim düz yazı, bilimsel eser yazacağı zaman Arapça yazardı, aynı alim şiir
yazacaksa Farsça yazardı. Aynı kişi emir verecekse, ticari anlaşma yapacaksa Osmanlıca
yapacaktı. Çünkü emir kipleri çok güçlüdür Türkçe de.
P. – İbn. Arabi’ye dönecek
olursak bir de Mevlana ile karşılaşmaları var o doğru mu? Mevlana daha çocuk..!
M. – Tarihi kayıtlarda
ispatlanmış bir şey değildir ama bir menkıbedir o, menkıbe olarak bilinir. İbn.
Arabi ile Mevlana arasında 44 yaş fark vardır, İbn. Arabi 44 yaş yaşlıdır. İbn.
Arabi’nin yedi yüz küsür yazdığı eser var, bu çok önemli. Bu eserlerden bir
tanesi kişiye özel, hediye ettiği Tunus’ta Mehdevi isimli arkadaşına hediye
ediyor, 37 cilttir. Yani 37 cilt bir kitap yazıyorsunuz ve o arkadaşınıza
hediye ediyorsunuz ve çekip gidiyorsunuz bir daha kitabı düşünmüyorsunuz bile
çok enteresan.
S. – Bunun anlamı nedir yani
niye yapılır böyle bir şey?
M. – O kişilerin kitap yazış
üslupları çok enteresan, yani af buyurun tabirleri hamile kalarak kitap
yazıyorlar.
P. Yani doğuruyor bu benim
çocuğum gibi, ama insan evladının peşinden koşmaz mı?
M. – Sahibine bırakıyorlar,
sahibi onu çekip çeviriyor. Kitapların çoğu da zaten mecrasını buluyor. Diyor
ki bu eserlerde açılan düzeye siz ihtimam gösterirseniz sahipleniyorsunuz.
İhtimam göstermezseniz yakıyorsunuz ve sonuçlarına da katlanıyorsunuz.
P. – Ya da belki o kadar
güveniyor ki eserinin kuvvetine, dolayısıyla hangi ele geçerse geçsin onu
kirletemeyecek ya da değerini düşüremeyecek.
M. – Evet, en önemli eseri
Fütuhat’ı Mekkiye, yani Mekke fetihleri anlamına geliyor. Kâbe de murakabe
esnasında Kâbe nin içinden genç bir adam çıkıp geliyor, diyor ki ben Kâbe nin
hakikatiyim, sana Kâbe’nin sırlarını anlatacağım ve 560 bölüm bilgi aktarıyor.
Buna işte hamile kalma süreci diyoruz. Ondan sonra diyor ki; Muhiddin sana bu
bilgiler yüklendi, şimdi sen bunları kâğıda dök. Yani tabir çaizse printout
almak, yazmak daha sonra.
P. – Bir de galiba transa
geçiyormuş değil mi yazarken.
M. – Birçok arifin yazış şekli o
şekilde. Yardımcısı var Abdullah Bedr Habeşi. Diyor ki bir gün sabah namazından
sonra kendisi murakabede iken, modern tabir ile söyleyelim hani bilimsel olsun;
Meditasyonda iken, Murakabe denince anlaşılmıyor nedense ama bu meditasyondur.
Sabah namazından sonra o
aydınlık ışıma vaktinde murakabede iken, meditasyonda iken “Çabuk yetiş kâğıt
kalem getir Abdullah” diye içeri bağırıyor
S. – Tam doğurma anı.
M. – Evet, Abdullah Bedr Habeşi
diyor ki ben kâğıt kalemi getirdiğim zaman hiç kâğıt kaleme bakmadı otowriting
denilen bir sistem bu. Başladı yazmaya, Kâğıdın sonuna geldiği zaman ben o
kâğıdı çekip elinin altına öbür kâğıdı koyuyordum.
S. – Ürkütücü bir görünüm yani.
M. – 14 – 15 sayfa kadar
yazdıktan sonra boncuk boncuk terlemişti, tıpkı doğum yapmış bir hanım gibi
terini sildim ve uykuya daldı diyor. Yaklaşık yarım saat uyuduktan sonra uyandı
ve dedi ki Abdullah ne yazmışım bir getir bakayım. Getirdim ve baktı imlasını
düzeltmeye başladı. Çünkü o halde iken insan imlası devrik olabiliyor.
S. – İçine bir ruh girmiş gibi
yani.
M. – Bir ruh girmiş gibi değil
ruh zaten var, edebiyat gayesiyle trans halinde yazılan şeyler edebi kaygılarla
yazılmadığı için imla kuralları devrik olabiliyor, cümle bozuk olabiliyor.
Mesela Hz. Mevlana’nın şiirlerinde de bazen vezin bozuktur.
P. Mevlana ile karşılaşmalarını
bir anlatır mısınız ne olur.
M. – Yine Rivayet o ki menkıbeye
göre Hz. Mevlana’nın 5 yıl süren Şam’da medrese eğitimi vardı gençlik
zamanlarında. Yani 20 veya 15 – 16 yaş civarında. Rivayet o ki o esnada Şam’da
bulunan M. İbn. Arabi Alim, Arif bir insan olarak Hz. Mevlana’nın babasıyla
beraber geldiğini görür ve der ki, -Babası da büyük bir alimdir Hz. Mevlana’nın
biliyorsunuz.- “Şu hale bakınız bir okyanus, bir gölün veya bir denizin
arkasında yürüyor.” Böyle bir söz söylediği rivayet edilir. Yani rivayet o ki
Hz. Mevlana’nın babasının ilmi bir deniz büyüklüğünde veya büyük bir göl
büyüklüğünde, oysa ki onun çocuğu olan Hz. Mevlana’nın ilmi babasından çok daha
ileri bir okyanus büyüklüğünde.
Böyle bir sözü İbn. Arabi
söylemiş mi söylememiş mi bilemiyoruz. Bizim Ariflere çok sözler nispet edilir.
Bunlar bilimsel manada tarih ilmi, tasavvuf ilmi araştırmalarıyla doğrulanması
gerekir. İbn. Arabi’ye mesela az evvel söylediğim. Gibi Y. Sultan Selim Şam’da
İbn. Arabi’nin kabrini bulun emrini verdiğinde rivayet o ki, mesela bu da çok
enteresan. Kabir kazılır bir mezar taşı çıkar, o mezar taşının üzerinde şöyle
bir şiir yazar. “İza dehale sinu fişşin, iza zeheret kabri Muhyiddin” sin, şına
girdiğinde Muhiddin’in kabri açığa çıkacak. Sin Selimdir, şın Şam’dır. Yani,
benim kabrim kaybolacak ama bir gün Selim Şam’a girdiğinde benim kabrim açığa
çıkacak diyerek onun kerameti bir daha görüldüğü söylenir.
Dinlemesi çok güzel, güzel bir
menkıbe ama gerçekten böyle bir şey olmuş mu tabii ki, bilemiyoruz, bizim
kayıtlarımızda yer almıyor. Yani Tarihi kayıtlarda yer almıyor. Menkıbevi
anlatımda bunlar menkıbe olduğu söylenmek koşuluyla anlatılabilir mahsuru
yoktur. (Videonun sonu.)