8 Şubat 2016 Pazartesi

GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF (2)

https://www.youtube.com/watch?v=FbYehyQqJIo


(GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF -1. den devam)

P. - Sizin evvele yolculuk kitabınızda vermiş olduğunuz bir cevap beni çok etkiledi. Yine Sadık Yağsızuçanlar size sormuş diyor ki; “O semavi sofra kalktı mı sizce?” diye soruyor ve siz de şöyle bir cevap veriyorsunuz; “Allah’ın velileri olmazsa yer yüzü devam edemez, vardırlar ama belki bizim aradığımız yerlerde değillerdir. Biz belki bir veliyi camide imam olarak arıyoruzdur, belki biz veliyi bir tekkede, bir dergâhta şeyh olarak hayal ediyoruzdur. Oysaki belki bir caminin tuvalet bekçisidir. Az evvel söylediğim gibi bir kabristanın bekçisidir belki. Belki şöyledir, belki, böyledir bilemiyoruz. Mamafi onunla beraber şunu da unutmamamız gerekiyor, yaşadığımız dönem ikindi vaktidir, asr vaktidir.

M. – İmam da olabilir ;)

P. – Tabii olabilir, ama işte insan o yola girdikten sonra aynı nokta da buluşur muyuz diyoruz ya, o aslında evet belki alınan eğitimle, ya da gönül gözünün açılmasıyla alakalı bir şey ama sizin dediğiniz gibi insanları o şekilde ayırmamak gerekiyor, belki sizin hiç ummadığınız sıfatta karşınıza çıkan kişi sizin gönül olarak, kalp olarak çok önünüzde, bu bence çok etkileyici.

M. – Doğru. Eğer verebilirseniz, enjekte edebilirseniz o aşk o kişiyi öyle bir kaplar ki, öbür işler onun gözünde yavaşlamaya başlar. Buna biz Şuttar yolu deniyor yani Tarîk-i Şuttar, Tarîk-i Ahyar diye teknik tabirle eski şeylerdir.

P. – Özür dilerim, şunu merak ettim illaki birinin o öğretilerle beni işlemesi mi gerekiyor, mesela ben belki bir dağ başında, çok az insanın yaşadığı bir köyde doğmuş bir insan olsaydım o kapasitem olamaz mıydı? Yani kendi kendime ben bazı şeyleri, o soruları kafamda, işte kendimi dinleyerek bulamaz mıydım, o noktaya gelemez miydim?

M. – Öncelikle şunu kabul etmek lazım. Ağlamayana emzik verilmez tabiriyle önce sizin bir talip olmanız lazım. Tasavvufun ilk mertebesinin adı talipliktir. Yani istiyor olmak. Siz istemediğiniz sürece kimse size bir şey veremez. Öncelikle bu eksikliğin idrakinde olmak zaten her şeyin başıdır. Tasavvuf der ki ben arıyorum, yani men dakka dukka, kapıyı çalarsanız açılır, çalmayana kapı açılmaz. Siz isterseniz dağın başında olun, ister yalnız yaşayın, inzivada yaşayın veya bir topluluk içinde yaşayın, bu eksikliği kendi üzerinizde hissettiğiniz anda film başlıyor. O zaman ister istemez kapı kapıyı açıyor, kapı kapıyı açıyor ve bir bilen veya bir bilenler karşınıza çıkabiliyor. Siz dağın başında yaşarken eğer araba kullanmak isterseniz elbet ya birilerine bakarak öğrenirsiniz ya bir abiniz, bir bileniniz, daha evvel araba kullanmış birisi size şoförlük öğretecektir. Öyle değil mi yani tabii bir süreç. Eğitim de bir bilenden bazı şeyler öğreniyor olmak çok tabii bir süreçtir.

Maneviyat ta aynen bu şekildedir, yani dini ilimlerde de siz birisinden, bir bilenden, bir öğretmenden bir şeyler almanız gerekir. Bunun değişik adları vardır, günümüzde buna spritüel koç diyor bazıları. Ama klasikte geleneğimizde bunların adları var.

P. – Mesela o spritüel koç tarikat şeyhi olabiliyor mu?

M. – Yani olabilir, aslında tarihte bu manada geleneksel ekole bağlıyım dolayısıyla tabirleri yerinde kullanmamız gerekir. Spritüel koç kavramı batıdan ithal yeni bir tabir. Şimdi benim bir mürşidim var ve mürşidim bana bir zikir esması verdi onu çekiyorum derse birisi ve bu kişi de ünlü bir kişi ise bu kötü bir şeydir ve dışlanır. Ama aynı kişi cümleyi şöyle kurarsa benim bazı manevi ihtiyaçlarım için, pardon yanlış söyledim, spritüel ihtiyaçlarım için spritüel koçum var. Ona gidiyorum bana mantra veriyor denildiğinde bu çok bilimsel, çok aydın bir şey olmakta. Ama fonksiyonel, işlevsel baktığımız zaman aynı şeydir, tabirler farklıdır, aynı şeydir.

S. – Şimdi Tarikat dendiği zaman şöyle bir cümleniz var sizin. Şu anda dış dünyada tarikat bağlantısı olmayan bir devlet yok gibidir. Çok iddialı bir laf değil mi bu?

M. – Evet oldukça iddialı. Tarikatı kelime üzerinde duralım yol demek, order. Devlet imparatorluk düzeyine çıkmışsa, ki imparatorluk kolay kolay elde ediliyor değildir. Siyaset felsefesinde emperial düzeye çıkmak şüphesiz bazı şeyler gerekiyor. Askeri güç gerektirdiği gibi, ekonomik güç gerektirdiği gibi felsefi entelektüel birikim de gerektirir. Bağlı bulundukları dinin o en üst rafine düzeyi olan order düzeyine çıkmış olan yapılar vardır. Bunların detay ve dökümlerini bu program kaldırmayabilir ama ABD kuruluşu ve günümüzde masonluğun rolü diye sırf internete girin binlerce doküman bulabilirsiniz. Komşu ülkelerimizde buna dair yapılar bulunmaktadır. Yani ezoterik yapılar ve politika arasında çok yakın irtibatlar vardır. İngiltere de, Almanya da, yani bilim çevrelerinin bağlı bulunduğu localar vardır ama adı tarikat değildir.

S. – Bizde var mı?

M. – Tabii ki, biliyoruz, medyadan takip ediyoruz ülkemizde açık localar bulunmaktadır, en meşhuru masonluk olarak bilinir. Ama masonluğun haricinde de bilinmeyen çok marjinal gruplar vardır. Mesela Rose Croix vardır Türkiye de yani bunlar 3 – 5 kişiden ibaretler ama aslında şöyle söyleyeyim İslâm dışı birçok tarikat aktiftir. 30. 11. 1925 te Tekke ve zaviyeler kanunu çıkmasıyla beraber İslâm tasavvufu yasaklanmıştır. Bu aynı zamanda bir boşluğu beraberinde getirmiştir.

S. – İslâm tasavvufu dediler mi yasaklamada?

M. – Pardon İslâm tasavvuf okulları olan tekkeler yasaklanmıştır.

P. – peki bu arada kurunun yanında yaş ta yandı mı?

M.- Tabii ki, yani şöyle bir şey söyleyeyim size 30.11.1925 te İstanbul’un nüfusu 600.000 civarıydı. Açık kayıtlı tekke sayısı 400 civarı, kayıtlı olmayan ev dergâhlar var, yani zengin bir kişi boğazdaki konağını dergâh olarak kullanıyor diyelim. Bunlarla beraber 450 ye çıkıyor. Bunu İstanbul nüfusuna çarptığımız zaman İstanbul’un Müslüman nüfusunun %90 ının bir şekilde bir tekkeyle irtibatlı olduğunu görüyoruz.

Galata mevlevihanesi, yeni kapı mevlevihanesi; sanat adamlarının devam ettiği yerler. Hasan Ali Yücel’in doğduğu yer yeni kapı mevlevihanesi. Hasan Ali Yücel gibi insanların yetiştiği yerler, sanatçılar, işte Nazım Hikmet bile dededinin şeyh olarak bulunduğu Halep mevlevihanesinde yetişti.

S. – Tasavvufun yelpazesinde bu tür yerleri nereye koyabiliriz, ne diyebiliriz onlara? Mesela Bektaşiliğe mi yakındır onlar, yani bu insanların çıktığı yerler.

M. – Hepsi değişik değişiktir yani şu an belki çetelesini tutmak ve adlarını vermek ne kadar uygundur bilmiyoruz ama yazar, çizer, düşünür veya iş dünyasından bir çok insanımızın dedesi denildiği zaman birisinin dedesinin Gelibolu mevlevihanesinin şeyhi olduğunu, bir diğerinin un kapanında ki Rıfai tekkesinin şeyhi olduğunu yani bunları biliyoruz. Kendileri de itiraf ediyorlar, söylüyorlar. Yani her birinin belirli tekkelerin çocukları oldukları biliniyor.

S. – O tür bağlantıları günümüze getiremedik değil mi, onlar çözüldü.

M. – İşte, bir kırılma oldu, kırılma olmasıyla beraber tabii ki ister istemez bir dejenerasyon süreci başladı, böylece ortalık sahtekârlara kaldı. Biliyorsunuz 30 kasımdan sonra tekkelerin kapatılmasıyla beraber benzer şey 1917 ekim devriminde de oldu malumunuzdur. Yani biz din ve dini müesseselerinin kökünü kazıdık denildi 1917 ekim Bolşevik devriminde. Kiliseler kapatıldı, havralar kapatıldı, camiler kapatıldı. Ama din yeraltına indi ve Sovyetler birliği üfürükçü doldu.

Benzer süreç bizde de oldu. Aslında cumhuriyetin kurucularının belki de ilk dönemin bir tür açmazı bu. Yani söylem itibarıyle ne diyorlardı? Biz dini fanatizmin önüne geçmek için  bu devrimleri yapıyoruz. Fakat filozofik olarak baktığımız zaman İslâm da tarih boyunca her zaman fanatizmle mücadele etmiş olan yön İslâm tasavvufuydu.

S. – Yani nasıl biraz daha açar mısınız?

M. – Yani İslâm tasavvufu, sufilik veya dinin fanatik boyutuyla,ü işte Hallacı Mansurlar, Cüneydi Bağdadiler, Mevlanaların yetiştiği bir ekol olarak İslâm’ın daha hoş görülü bir yönünü temsil ettiği için İslâm tasavvuf ekolleri olan tekkelerin kapatılması bir bakıma aynı zamanda bir açmazı beraberinde getirdi.

S. – Bunu yapmak politik bir hata değil mi?

M. – Tarihçilerin söylediği, en son Ali İnalcık hocanın sözünü hatırlıyorum; İyi niyetli bir hata olarak söylenmiştir.

P. – Yani demek istiyorsunuz ki Osmanlı İmparatorluğunu bir arada tutan, birleştiren güçtü bu.

M. – Evet, çok enteresan Din de hiçbir ekol yoktur ki toplumun sınıfsal olarak veya etnik olarak her kesimini kuşatabilsin. Yani düşünebiliyor musunuz siz güreşe meraklı bir gençsiniz sizin pehlivanlar tekkesi var. Gidiyorsunuz şeyh efendi pehlivan ve onunla beraber güreş tutuyorsunuz ama aynı zamanda manevi eğitim alıyorsunuz. Siz Okçuluğa meraklısınız ok meydanında, ki Nişantaşı da onun karşılığıdır, ok meydanı tekkesine gidiyorsunuz, orada okçular tekkesinde ok talimi yapıyorsunuz.

Bakınız Din sadece fıkıh kitabı okumaktan çıkıyor artık hayatın içerisinde yer alıyor. Bu açıdan tasavvuf önemli bir filtredir. Yani tasavvuf İslâm dinini topluma indirgeme de ve yaymada en önemli filtre olarak görülmüştür.

Sanat dallarına gelelim, sizin bir oğlunuz var, istiyorsunuz ki demirci olsun, iyi bir demir ustası olsun. Bir demirciliğe götürüyorsunuz teslim ediyorsunuz oğlunuzu çırak olarak. Ustanın yanında çalışmaya başlıyor ham bir demiri potada, ateşte eriterek buradan mızrak ucu, bıçak, çatal vs. neyse bunun yapılma sanatını öğreniyor. Onu öğrendiği zaman kendisine kalfalık veriliyor, ardından da ustalık, şet kuşatılıyor. Şet kuşatıldığı zaman ustası ona diyor ki; Evladım bak ben sana dışta bir sanat öğrettim. Ama bu sanatı öğretirken ben sana içte de, iç sanatını öğrettim. O nedir biliyor musun? Şu görmüş olduğun demir kütlesi var ya aslında bizim nefsimiz. Biz de böyle kütle olarak kaldığımız sürece, yontulmamış olarak kaldığımız sürece bizden hiçbir şey olmaz. Ya kaldırım taşı olur ya da başka bir şey. Ama biz eğer işlenirsek bizden bakınız işlenmek suretiyle bir şey ortaya çıkar. İşte dışsal olarak öğretilen bu zanaatın yanında bir de manevi sanat öğretiliyordu fütüvvet teşkilatında.

Siz musikiye meraklısınız, musiki kulağınız var. Mevlevihaneye gidiyordunuz, Mevlevi ayininde din musiki ile beraber bir cümbüş haline geliyor. Din hayatınızda cünbüş haline gelebiliyor. Yok siz dini ilimlere meraklısınız, fıkıh ve hadiste ilerlemek istiyorsanız Nakşibendi tekkesine gidiyorsunuz, oraya mensup oluyorsunuz. Sizin askeriye tarafınız var, silahlı kuvvetlere mensupsunuz, seyfiyye denen bir gruba mensupsunuz, H. Bektaş veli ocağına mensup olabiliyorsunuz.

S. – T.S.K. nin de bununla bir bağlantısı var mı?

M. – Tabii ki TSK. Veya Türkiye cumhuriyetinde şu anki müesseseleri birden bire kurulmuş şeyler değil, her biri mesela Beşiktaş kulübünün kuruluş tarihi 1903, Cumhuriyetin kuruluşu 1923.. demek ki Polis teşkilatı, üniversitelerimiz, TSK, bunlar hepsinde geriye doğru gidildiği zaman bir kuruluş tarihleri var.

S. – Bektaşilikle mi bağlantılı TSK.

M. – Yani TSK nin yapısal olarak, kültürel olarak baktığımız zaman Bektaşi ocağından alınmış, zaten peygamber ocağı denilmesinin de sembolizmi buraya dayanıyor. TSK eğitimi marshall Foch denen eğitim maneviyat okullarında çok önemlidir. Maneviyat okullarında bir kişi peygamberin zamanında çok çetin geçen bir savaş olmuştur Bedir savaşı. O bedir savaşında o kadar zor bir savaş olmuştur ki çok Müslüman şehit olmuştur, geriye kalanlar gazidir. Medine ye doğru dönerlerken Peygamberimiz diyor ki, aslında şu an biz çok küçük bir savaştan dönüyoruz, esas büyük savaş önümüzde deyince Arkadaşları şaşırıyorlar. Nasıl olur yani bundan daha büyük savaş olabilir mi ya ResulAllah deyince. Olabilir, bizim nefsimizle, kendimizle, o iç savaşımızdır. İç savaş dış savaştan çok daha önemli.

Şimdi iç savaşla dış savaş beraber yapıldığı yerlere maneviyat ocakları askeri ocaklar deniyor. Alp eren kültürü Anadolu da Alplik ve erenliği beraber bir arada getirebilmek bu açıdan hem Anadolu’nun hem balkanların fethinde çok önemli bir rol oynamıştır.

Derviş savaşçı tipi vardı eskiden. Tabii ki silah önemli bir şeydir ancak sembolizmde insan vücudunun pazı kısmını temsil etmektedir, beyni ve aklı temsil etmemektedir. Eğer siz ona kalpte katarsanız ortay, Batı literatüründe özellikle savaşçı şövalye tipi çıkar. Bizim şövalye tipimiz kayboldu. İşte Battal gaziler gibi.

S. - Bu tarikatla bağlantılar koptuktan sonra mı kayboldu?

M. – Maneviyat ocaklarımızla bağlantılıydı. Mesela TSK da çavuş tabiri, yüzbaşı tabiri bunların hepsi tekke tabiridir. Yani zikir başında olan kişiye çavuş denir. Oradan H. Bektaş Veli dergâhından alınma tabirlerdir bunların her biri. Ve her mesleğin piri vardır.

S. – Atatürk te bunu biliyordu çünkü kurtuluş savaşına girmeden önce H. Bektaş’a gidip türbede bir süre kalmış.

M. – Tabii ki, bizim geleneğimizde her mesleğin piri ulurdu ve o pir, yani o üstada bir saygı duyularak o tören başlardı. Eğer siz terziyseniz terzilerin piri İdris AS. dı ve bu mesleği ilk icat eden kullanan o olduğu için manevi olarak ona bir selâm göndererek işe başlamanız bereket getirirdi.

Silahlı kuvvetlerinde bu manada Hz. Hamza’ya, peygamberin amcası olan ve pehlivanlık tarafı da olan kişiye, bazen Hz. Ali’ye, bazen de daha yakın bir tarihten H. Bektaş Veli’ye referansla gönderilirdi. O açıdan tabii ki o zaman silahlı kuvvetlerde spritüal bir yapı, manevi bir yapı olurdu. Zaten tarihimizde son dönemlere kadar veli paşalar vardı. En önemli mezhebi şarihlerden bir tanesi Abidin paşadır, Abidin Dino nun dedesidir. Ankara valisidir, aynı zamanda paşadır. Yani paşa olup yani silahlı kuvvetler mensubu olup maneviyat üzerine çalışmalar yapmış tarihte, günümüzde çok önemli insanlar bulunmaktadır.

S. – Demin bahsettik ya Davinci şifresinde bahsedilen gül haç kardeşliği, şimdi bu bizdeki bağlantılar kopunca doğan boşluğu doldurmak için bu örgütler mi gelmiş acaba.

M. – Şimdi efendim, tabii ki siz bir tarafı kapattığınız zaman bir diğer tarafa otomatik olarak gel demiş oluyorsunuz. Evren boşluk kaldırmaz.

S. – Ne amaçla geliyorlar?

M. – Boşluğu doldurmak üzere. Geliyorlar dediğim geldiler bile.

S. – Siyasi bir amaçları mı var?

M. – Bazılarının tabii ki var.

P. – Örneğin Kürt sorununun bu şekilde Osmanlı örneğinde olduğu gibi halledilebileceğini düşünüyor musunuz?

M. – Tabii ki, mesela doğu Anadolu da Şıhlar denilen, biz bazı politik sebeplerden dolayı bu maneviyat ocaklarını kapayınca doğu Anadolu da bazı aşiretler arasında ki sürtüşmelerde, efendim kişiler arasında ki husumetlerde, arazi anlaşmazlıklarında bu kanaat önderleri denilen şeyhler çok büyük rol oynamıştı toplumsal barışı sağlamak üzere. Doğu Anadolu da ve başka bölgelerde olan Allah dostlarının yanlarına giderek insanlar onlardan aracılık talep ederlerdi. Yani şu sorunumuzu hallet veya ben fakirim demek suretiyle o fakir kişiye para verilirdi. Tekke çorbası denilen bir tabir vardır, fakirler doyurulurdu.

Bu yapılar kapatılınca ister istemez boşluk kaldırmaz misali ortam başka örgütlere yer açıldı.

S. – Bu gül haç kardeşliği şeytana tapmaz mıydı?

M. – Şöyle söyleyeyim batı kaynaklı ezoterik tarikatların kökenlerinde haçlı seferleri aracılığı ile Antakya ve lazkiye, Suriye, Lübnan havalisine gelen batılıların İslâm tarikatlarını orada görerek onlardan modelleri alarak bu akımları kurduğu kendi kitaplarında yazılmaktadır. Yani bugün hospitaryel tarikatı ki Rodos, ardından Malta’ya giden bu tarikatın kökenlerinde bizim tasavvuf geleneğimiz de Darüş-şifalar, ki tekkelerde şeyh efendi aynı zamanda şifacılıkta da bulunurdu. Her şeyh değil, bazı şeyhlerin böyle yetenekleri olurdu ve insanlara şifa verirlerdi. O hasta hane felsefesi Hospital kavramının gelişmesini sağlamıştır batıda. Bugün dahi batıda saaltın veya tedavi denilen şey seküler bir olay değildir. “Hasta” batıda veya hasta hane kavramı çok seküler ve ticari bir meta değildi. Oh ne güzel hasta geldi bize şimdi biz bunu nasıl söğüşleyeceğiz diye bakılmıyordu. Hasta; düşmüş muhtaç bir insandı ve belki de hayatının son günlerini yaşayan bu insana nasıl yardımcı olabiliriz diye dini olarak bakıldığından dolayı Hasta haneler her zaman dini, vakıfların ve tarikatların denetiminde olmuştur.

S. – Tarikat bağlantısı olmayan devlet yok dedik. Bu Haç gülaç kardeşliğin dış devletlerle bağlantısı var mı?

M. – Tabii ki bunların teknik detaylarına burada ne kadar girebiliriz bilmiyorum ama her bir tarikatın, bu batı medyasında da çıktı. Yani Fransız locasıyla İngiltere locası arasında ki farklardan dolayı işte falanca iş anlaşması imzalanamadı denildi. İşte ABD de ki bazı locaların lobi faaliyetleri aracılığı ile ne kadar etkili olduğu konuşuldu. Ortadox kilisesini ve bu manada sayabiliriz. Çok güçlü sprütiel bir akımdır ortadox kilisesi. Yani salt bir kilise faaliyeti olarak görmeyiniz. Ortadox kilisesini de tabir caizse bir tarikatvari olarak düşündüğümüz zaman, işte Sırbistan, Rusya, Pan ortadox ülkeleri içerisinde ki uluslar arası ilişkiler de, Devletler arasında ki ilişkilerdeki rolünü çok sıfırlayamazsınız, çok önemli bir rolü bulunmaktadır. Yani mesela Sümene manastırında yakın zamanda tekrar ayin yapıldı ve buna teşekkür mesajlarını komşu ülkemiz Yunanis’tan dan en üst siyasi mercilerden geldi. Olan şey aslında çok tabii bir olaydı. Yani, Osmanlı zamanında ayin yapılıyordu.

S. – Bölgemizde, kuzeyde, yani Karadeniz civarında güç çatışması var Rusya ile ve bu da onun bir parçası oldu bu Ortadox kilisesi.

M. – İster istemez, yani uluslar arası ilişkiler salt ekonomik parametrelerle, veya salt politik parametrelerle uluslar arası siyaseti, dünya siyasetini anlamak için salt siyasal bilgiler terminolojisi yeterli değildir. Dinleri bilmemiz gerekir, dini mücadeleleri bilmemiz gerekir, inanç tarihini iyi bilmek gerekir, tarikatlar tarihini iyi bilmek gerekir. Bu sadece İslam Tarikatları için değildir. İslâm tarikatları bizim kendi kültürümüz, tarihimiz üzerinde ki rolünü bilmemiz gerekir. Yani çok katmanlı, çok boyutlu bir analiz yapmamız gerekir. Bu açıdan maalesef ülkemizde ki kısmen bazı siyasetçiler, bazı köşe yazarları, bazı bilim adamları bu tür ilişkileri salt ekonomik parametrelerle çözmeye çalışmaktadır ki çok zayıf kalınmaktadır.

Osmanlı tarihini de tabii ki Marksist tarihçilik anlayışının şeyi olarak Osmanlı tarihini de son zamanlara kadar salt iktisat tarihi verileri ile inceleyen çalışmalar öne geçti. İşte barkanların yaklaşımları ve diğerleri. Ama H. İnalcık hocanın son dört beş yıldır itiraf ettiği bir şey. Biz Osmanlı zihniyet dünyasını, o paradigmasının arka planında yatan tasavvufi İslâm’ı incelemeyi ihmal etmişiz diye itiraf etmiştir.

P. – Osmanlı da ki tasavvufun yeri bunu bir öğrenelim sizden, bir de padişahların çevrelerinde Veli diye tarif ettiğiniz insanları bulunduruyorlardı ve onlardan da akıl alıyorlardı.

M. – Şimdi efendim siyaset ve velayet irtibatıdır bu, yani Osmanlı devleti tabii ki Selçuklu devletini bir devamı olarak kurulduğunu da bilmek gerek. Bir defa devlet kurucuları modernlik öncesi dönemlerde her şeyi kutsal gördüklerinden dolayı insan hayatı kutsal, toprak kutsal, gökyüzü kutsal. Her şeyi kutsal olarak gördüklerinden dolayı devlet anlayışının da kutsal devlet anlayışı üzerine kurmalıydılar. Profan bir devlet anlayışı, çok mekanik bir devlet anlayışı yoktu.

Dolayısıyla Osmanlı sultanı bir sultanlık yaparken mes’uliyet aldığı inancında idi. Bunun hesabını vereceği inancında idi. Yani geleneksel siyaset mekanizmasında ben şu ihaleden ne kadar para alırım anlayışı ile siyasete girilmiyordu, siyaset yapılmıyordu. Siyasetten kaçılıyordu hatta. Çünkü mutlu hayatım bozulacak inancı vardı. Halifelerden bir tanesi Ömer Bin Abdülaziz halife seçildiği günün sabahı hanımına demiştir ki, istesen ben seni boşayabilirim veya sen beni boşa. Neden? Artık ben seninle ilgilenemem. Neden? Halife seçildim halkın sorunlarıyla o kadar fazla ilgilenmek zorundayım ki seni ihmal edebilirim. Bakınız bu anlayış tabii ki farklı bir anlayıştır.

Şimdi Siyaset erbabının yanında her zaman bir bilen, nefesi güçlü insanlar bulunmaktaydı ve o insanlar siyasete girmiyorlardı ama dualarıyla destek veriyorlardı. Bu yapı bütün geleneksel imparatorluk anlayışlarında bulunmaktaydı. Hinduizm de Brahmanlar Kşatriya itribatı. Brahmanlar, din adamları, ruhban sınıfı devletin bekası için dua ediyorlar.

S. – Çok etkilendik değil mi Hindu geleneğinden?

M. – Yani, etkilendiğimiz de etkilediğimiz kısımlarda var o da bilinmiyor. Yani hinduizmi İslâm tasavvufunun etkilemesi suretiyle bir din çıkmıştır ortaya biliyor musunuz? Sekizim (sekiz aşamalı kutsal yol) İslâm tasavvufunu Hinduizme olan tesiri neticesinde ortaya çıkmış bir dindir. Bu Uzun bir konu geri dönelim.

Mesela ilk Osmanlıda Osman gazi, Orhan gazilere baktığımız zaman yanlarında geyikli baba gibi, şeyh Edebali gibi bilge kişiler bulunmakta. Önemli bir isim var burada Davudü’l kayseri. İznik Medreseleri baş müderrisi. Tekke şeyhi demedim bakınız. Medrese baş müderrisi, günümüz tabiriyle konuşursak rektör, yani üniversitenin başında ki kişi. Bu kişinin yazdığı kitaplardan bir tanesi füsüsü’l Hikem şerhi. F. Hikem Muhiddin Arabi’nin o İslâm arifinin en zorlu metinlerinden bir tanesi, bir maneviyat kitabı. Bu medrese de okutuluyor.

İşte Osmanlı medreselerinde ders müfredatı içerisinde manevi ilimler de bulunduğu için, ki Çivizade ailesi gelinceye kadar bu formattaydı. Zahir ilimler öğretilirdi ama onun yanında manevi ilimler de öğretilirdi.

P. – Dediniz ki padişahların çevresinde de çok önemli zatlar vardı ve biri de F. S. Mehmet’in yanında olan Akşemseddin ve hatta rivayet edilir ki şöyle bir hikâye yaşanıyor. 2. Murad H. Bayram Veli’yi çağırıyor o da Akşemseddin ile birlikte geliyor. O zaman diyor ki, İstanbul’un alındığını görmek ne sana ne bana nasip olacak, şurada yatan bebek ile –ki F.S. Mehmet oluyor- Akşemseddine nasip olacak diyor ve hakikaten de öyle oluyor. Çok ilginç değil mi?

M. – Tabii ki, biz bu tür anlatımlara menkıbeler diyoruz. Menkıbeler çok önemlidir, yani mitolojik anlatım. Bunlar hakikat olarak gerçekleşmiş veya gerçekleşmemiş, yani Tarih ilmi ile menkıbevi anlatım arasında bazen paralellikler vardır, bazen de pozitif tarihçilikte ayrılabilir. Ancak bir yapıyı tarihte meşrulaştırmak açısından bu tür menkıbevi anlatımların önemi çok barizdir, belirgindir.

Şimdi Osmanlı devletinin kurucuları ve daha sonra ki sultanların İslâm sufileri ile, velileriyle olan doğrudan irtibatı o kadar önemlidir ki, bakınız Osmanlı da bir sultan, sultanlığını Eyüp sultan camii nin orada taklidi- seyf denilen bir kuşak töreni vardır yani kılıç kuşatma töreninde nakinü’l eşraf Osmanlı seyyidlerinin lideri. Yani Hz. Peygamberin soyundan gelen en üst kimsenin huzurunda diz çökerek. Biz batı tarihinde Kral Artur’un işte Merlin’in irtibatlarını biliyoruz. Ama kendi tarihimizde olan şeyleri bilmiyoruz. Neden bunların filmi yapılmıyor, romanları yazılmıyor, veya yapılırsa çok dülkarize edilerek yapılıyor, yapılmasaydı daha iyi olurdu denilecek şekilde yapılıyor.

Eyüp Sultan da bir Alim’in önünde diz çöküyor ve o alim, Seyyid, kendisine kılıç kuşattıktan sonra sultanlığı meşru hale geliyor. Bu sembolizm çok önemlidir. Bu sembolizm, maneviyat rütbesini ben veriyorum sana. Bakınız modern zamanlarla geleneksel zaman arasında ki fark çok önemli. Günümüzde ki siyasetçiler toplumun her tarafına öyle hâkim haline geldiler ki yegane belirleyici siyasetçi oldu. Oysaki geleneksel yapıda belirleyici ilim adamıydı, âlimdi. Siyasetçi niyabeten, vekâleten yani biz o âlimlerin vekili olarak, sayesinde varız. Siz bizi nefesinizle, dualarınızla, ilminizle bize yardımcı olunuz. Biz sizin pratisyenleriniziz yaklaşımıyla hareket edilirdi.

Dolayısıyla bu bütünlük yani maneviyat ve maddi güç, maddi iktidar, manevi otorite. İktidarda otorite yoktur yani maneviyat erbabındadır otorite. Siyaset erbabında otorite olamaz. Siyaset erbabı icracıdırlar. Yapısal olarak geleneksel siyaset formasyonu bu şekildeydi. Ondan dolayı derlerdi ki, okuyacağım şu beyit Kanuni gibi bir kişi. Diyor ki; Padişah-ı alem olmak bir kuru kavga imiş, bunu söylediği zaman 3 kıtada olan bir imparatorluktan bahsediyoruz. Dünya padişahı olmak bir basit işmiş, bir kuru kavga imiş, hepisinden eyice bir veliye bende olmak imiş. Yani bir Allah dostunun, bir bilgenin mektebine bağlı olmak hepsinden üstün bir sultanlıkmış diyerek gerçek sultanlığın maneviyat alanında olduğunu, zahirde ki sultanlığın ise küçük ve basit bir iş olduğunu anlatır.

Bu yaklaşımla bakıldığı zaman İmparatorluk tabii ki farklı bir mecra da, daha maneviyata önem veren mecrada ilerlemiş. Onun  üzerine sizinle röportajın başında sormuş olduğunuz niye Osmanlı’ya doğru, Anadolu ya doğru Ariflerin, Alimlerin girişi söz konusu. İltifat gördükleri için, baş tacı edildikleri için. Yani siz 5 milyon Euro verirseniz Brezilyada köyde bile futbolcu kalmaz hepsi Türkiye ye gelebilir, zaten geliyorlar da.

Benzer süreç Osmanlı zamanında sanatçıya ve ilim adamlarına yapılırken günümüzde de farklı kesimlere yapılmaktadırlar. Yani aynı şey devam ediyor, kulvar değişti.

S. – Değişmesi normal değil mi modernleşmenin bir sonucu. Bütün dünya da olmuştur bir tek  bizde olmadı.

M. – Modernleşmeyle beraber bu oluştu, tabii bunun sonucu da yaşanacaktır. Yani her şeyin bir sonucu vardır, bunun sonucuna da katlanmak gerekiyor. Yani yanlış anlaşılmasın ben de spor yapmış birisiyim, spor bir pratiktir, yapılmalıdır. Spor ve maneviyat irtibatı bakımından vaktimiz olsa konuşuruz. Pehlivanlar tekkesi dedik, okçular tekkesi dedik, çok örnekleri var bunlarla ilgili, ama bu başka bir konu. Ama siz bilgi düzeyi, bilgi sahibi olabilmek epistemik bir sürece sahip olabilmeyi Arif olabilmeyi esas alırsınız, spor burada bir araçtır.

Günümüzde ise modernitenin yaptığı en büyük hata insanın önünde ki gerçek amaçları tahtından indirip yerine araçları amaç yapmak sürecini getirdi. Bundan dolayı bugün futbol salt bir spor değildir, bugün futbol bir ritüeldir, bir ayindir, forması vardır, cübbesi vardır, sarığı vardır, teşbihi vardır., aynı zikir gibi davulu vardır. Arkadaş grubunuzla gidersiniz, hatta maça gidenlerin çoğu maç kaç kaç bilmez bile orada o zikir halindedir cem halindedir çünkü. İster istemez bakınız ikame değerlerdir.

Sonuç itibarıyla siz bir tarafta ilim faaliyeti içerisinde ikna olsa idiniz bilgilenip aydınlanacaktınız, kendinizi tanıma yolunda ilerleyecektiniz, o arada da spor sizin yaptığınız bir pratik olacaktı. Ama siz bunu vermediğiniz zaman kitleye o kitle bu ihtiyacını, bu arayışını, cevabı olmayan yerde arayacaktır. Oraya doğru bir yönlendirme de bulunacaktır. Modernitenin sorunu buradadır.

S. – Sizden ricam bana sufizmi anlatır mısınız birazcık, çünkü batıda, batı ülkelerinde bizim bölgemize yönelik sufizm konusunda son zamanlarda ilgi, makaleler, kitaplar, konferanslar yapılıyor. Niye bu ilgi var?

M. – Şimdi özellikle yani 11 eylül hadisesinden sonra radikal islâm denilen İslâm’ın, veya bu tarz anlayışa sahip bazı gençlerin temsil ettiği İslâm anlayışı bir çok Müslüman’ı da rahatsız etti. Tabii ki bir çok Müslüman’ı rahatsız etmiştir demek o Müslümanların dünya da batı empaeryalizminin yapıp ettiği zulüme cevapları yok anlamına da gelmez. Yani Müslüman dünyadan emperyalizme cevap sadece el kaide den değildir ve bu aslında el kaidenin cevabı biraz manipüle edilmiş cevaptır. Yani bizim yorumumuza göre bu tarz bir İslâm anlayışı aslında bir fidbecttir, yani geri dönüşümdür. Siz bir tür sert ideoloji uygularsınız ve bu ideoloji ile bir taraftan siz maneviyat ocaklarını kapatırsınız. Bugün islâm dünyasının bir çok yerinde yasaktır maneviyat çalışmaları. O İslâm dinini salt bir politik ideoloji haline,

S. – Bizde yasak mı?

M. – 30 kasım 1925 te çıkarılan tekke ve zaviyeler kanunu ile tasavvufi pratik yapılan okul açmak yasaktır. Avrupa birliğine giriş süreci içinde düşlünce özgürlüğü, din özgürlüğü bağlamında tartışılması gerekli olan bir konudur bu. Ancak tabii devrim kanunları içerisinde yer aldığı için untouchable, yani dokunulamazlar içerisindedir, bir soru işaretidir bu. Bunun artıları vardır eksileri vardır. Daha evvel de söylediğim gibi cumhuriyet döneminin kurucularının felsefesinde fanatik İslâm’la mücadele etmenin en güzel yolu olan tekkelerin kapatılması bir hata idi, aynı zamanda bir paradoksu da beraberinde getirdi.

P. – O zaman öyle bir dönemdi ki, orada onu ayırt edecek zaman yoktu. Hızlıca hareket etmek gerekiyordu ve en pratik yöntem olan bu denendi.

M. – Bilgi düzeyinde hiyerarşi de pazı karşılığı olan askeri bilimler, mühendislik biliminin alt dalıdır. Mühendislik ilimleri akli ve kalbi ilimlerden değildir. Matematikseldir ve mühendislik ilminin bir alt dalı olan askeri bilimlere mensup olan birisinin toplumsal ve filozofik alanlarda söz söylemesi böyle problemlere yol açar.

P. – Peki bu sultan Selim’in de dergâhları kapattığı söylenir?

M. – Bazı dergâhları evet, dergâhlar denildiği zaman yani 400-450 tane dergâh oluşuyor, ister istemez belli sorunları olan yerler ıslah edilebilir veya kapatılabilir, o konjoktüreldir, külli bir kapatma başka bir şeydir.

P. – Peki Atatürk Mevlevi hanelerine dokundu mu?

M. – Tartışmalı bir konu ama seyyanen yani bütün bu tekke ve zaviyeler kanunu çıktığında hepsi buna dahildir.

P. – Az önce padişahlardan bahsediyoruz ve yanında ki velilerden. Akşemseddin demiştik F. Sultan Mehmet’in de rüyalarını Akşemseddin’e yorumlattığı söylenir. Bu doğru mudur, tabii tasavvufta rüyanın da yeri çok önemli.

M. – Rüya nedir, hakikat nedir, yani belki şu an biz bir rüya görüyoruz yani işin nereden baktığınızla ilgili bir şeydir bu. Yani şu an biz uyanığız ve rüya uyuduğumuz zaman gördüklerimizdir. Bu aslında nereden baktığınıza göre değişir. Ama peygamberimiz çok farklı bir şey söylüyor. Bu da tasavvufi bir sözdür. Az evvel söyledik peygamberimizin hayatından fıkıh mezhepleri yoktu tasavvuf adı da yoktu ama peygamberin hayatı tasavvufi bir hayattır. Oradan baktığınız zaman tasavvufun çıkmaması, yani bugün gelse Hz. Peygamber ve aynı hayatı yaşasa ister istemez tasavvuf doğar.

Kırk gün Hira mağarası diye bir yere çıkıyor. Bakınız bu anlatılmaz. Bugün bizim diyanet formasyonunuz içerisinde tasavvufi, manevi bilimlere yer ayrılmamıştır maalesef. Yani çok özür dileyerek söylüyorum cami imamlarımız hutbelerinde ne Mevlana dan, ne Yunus Emre den beyit okuyamazlar, okumazlar.

S. – Okuyamamaları yasak mı?

M. – Hayır o eğitim verilmediği için kendilerine. Ancak münferit olarak bireysel olarak o imam efendi eğer meraklıysa bu konulara alıp okuyabilmektedirler. Onun için manevi hayatta da rüyaların izlenmesi diye bir şey vardır. Sizin rüyalarınızda bazı işaretler vardır, o işaretleri kendiniz takip edebiliyorsanız ne ala, edemiyorsanız bir bilene soruyorsunuz. Onun için sultanlar, siyaset erbabı rüyalarını te’vil ettirirlerdi, çünkü rüyalar muallaktadır, askıdadır. Gören kişi o eğer önemli bir rüya ise ağzından telaffuz etmediği sürece o askıda durur. Telaffuz etmesiyle beraber vücut bulur.

P. – Hem Osmanlı da tasavvuf hem bu rüyalar meselesii hem tabii tüm bunları konuşurken Mevlana’yı, Şems’i konuşmadan olmaz. Bunlarla devam edelim.

M. – Bunun için ayrı bir program gerekir.

P. – Öyle de Tasavvufta aşk, Mevlana’dan mutlaka bahsetmemiz gerekiyor, Mesnevi den bahsetmemiz gerekiyor. Bir çok dile çevrildi, bir çok entellektüeli peşinden sürükledi. Hatta çok popüler olan çok satan kitaplarda onun izinden gidildiğini görüyoruz, onun etkilerini görüyoruz. Tabii bunun altında yatan genel kültür, o olgunluk neyin neticesiydi, bunu bize anlatır mısınız?.

M. – Hz. Mevlana’yı okursanız, mesnevisini, divan-ı kebirini, fihi ma fih’i, bütün eserlerini okursanız yanık bir insan kokusu alırsınız oradan, yanan bir insan var orada. (Devam ediyor)