(GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF -1. den devam)
P. - Sizin evvele yolculuk kitabınızda vermiş olduğunuz bir cevap beni
çok etkiledi. Yine Sadık Yağsızuçanlar size sormuş diyor ki; “O semavi sofra
kalktı mı sizce?” diye soruyor ve siz de şöyle bir cevap veriyorsunuz;
“Allah’ın velileri olmazsa yer yüzü devam edemez, vardırlar ama belki bizim
aradığımız yerlerde değillerdir. Biz belki bir veliyi camide imam olarak
arıyoruzdur, belki biz veliyi bir tekkede, bir dergâhta şeyh olarak hayal
ediyoruzdur. Oysaki belki bir caminin tuvalet bekçisidir. Az evvel söylediğim
gibi bir kabristanın bekçisidir belki. Belki şöyledir, belki, böyledir
bilemiyoruz. Mamafi onunla beraber şunu da unutmamamız gerekiyor, yaşadığımız
dönem ikindi vaktidir, asr vaktidir.
M. – İmam da olabilir ;)
P. – Tabii olabilir, ama işte insan o yola girdikten sonra aynı nokta da
buluşur muyuz diyoruz ya, o aslında evet belki alınan eğitimle, ya da gönül
gözünün açılmasıyla alakalı bir şey ama sizin dediğiniz gibi insanları o
şekilde ayırmamak gerekiyor, belki sizin hiç ummadığınız sıfatta karşınıza
çıkan kişi sizin gönül olarak, kalp olarak çok önünüzde, bu bence çok
etkileyici.
M. – Doğru. Eğer verebilirseniz, enjekte edebilirseniz o aşk o kişiyi
öyle bir kaplar ki, öbür işler onun gözünde yavaşlamaya başlar. Buna biz Şuttar
yolu deniyor yani Tarîk-i Şuttar, Tarîk-i Ahyar diye teknik tabirle eski
şeylerdir.
P. – Özür dilerim, şunu merak ettim illaki birinin o öğretilerle beni
işlemesi mi gerekiyor, mesela ben belki bir dağ başında, çok az insanın
yaşadığı bir köyde doğmuş bir insan olsaydım o kapasitem olamaz mıydı? Yani
kendi kendime ben bazı şeyleri, o soruları kafamda, işte kendimi dinleyerek
bulamaz mıydım, o noktaya gelemez miydim?
M. – Öncelikle şunu kabul etmek lazım. Ağlamayana emzik verilmez
tabiriyle önce sizin bir talip olmanız lazım. Tasavvufun ilk mertebesinin adı
talipliktir. Yani istiyor olmak. Siz istemediğiniz sürece kimse size bir şey
veremez. Öncelikle bu eksikliğin idrakinde olmak zaten her şeyin başıdır.
Tasavvuf der ki ben arıyorum, yani men dakka dukka, kapıyı çalarsanız açılır,
çalmayana kapı açılmaz. Siz isterseniz dağın başında olun, ister yalnız
yaşayın, inzivada yaşayın veya bir topluluk içinde yaşayın, bu eksikliği kendi
üzerinizde hissettiğiniz anda film başlıyor. O zaman ister istemez kapı kapıyı
açıyor, kapı kapıyı açıyor ve bir bilen veya bir bilenler karşınıza
çıkabiliyor. Siz dağın başında yaşarken eğer araba kullanmak isterseniz elbet
ya birilerine bakarak öğrenirsiniz ya bir abiniz, bir bileniniz, daha evvel
araba kullanmış birisi size şoförlük öğretecektir. Öyle değil mi yani tabii bir
süreç. Eğitim de bir bilenden bazı şeyler öğreniyor olmak çok tabii bir
süreçtir.
Maneviyat ta aynen bu şekildedir, yani dini ilimlerde de siz birisinden,
bir bilenden, bir öğretmenden bir şeyler almanız gerekir. Bunun değişik adları
vardır, günümüzde buna spritüel koç diyor bazıları. Ama klasikte geleneğimizde
bunların adları var.
P. – Mesela o spritüel koç tarikat şeyhi olabiliyor mu?
M. – Yani olabilir, aslında tarihte bu manada geleneksel ekole bağlıyım
dolayısıyla tabirleri yerinde kullanmamız gerekir. Spritüel koç kavramı batıdan
ithal yeni bir tabir. Şimdi benim bir mürşidim var ve mürşidim bana bir zikir
esması verdi onu çekiyorum derse birisi ve bu kişi de ünlü bir kişi ise bu kötü
bir şeydir ve dışlanır. Ama aynı kişi cümleyi şöyle kurarsa benim bazı manevi
ihtiyaçlarım için, pardon yanlış söyledim, spritüel ihtiyaçlarım için spritüel
koçum var. Ona gidiyorum bana mantra veriyor denildiğinde bu çok bilimsel, çok
aydın bir şey olmakta. Ama fonksiyonel, işlevsel baktığımız zaman aynı şeydir,
tabirler farklıdır, aynı şeydir.
S. – Şimdi Tarikat dendiği zaman şöyle bir cümleniz var sizin. Şu anda
dış dünyada tarikat bağlantısı olmayan bir devlet yok gibidir. Çok iddialı bir
laf değil mi bu?
M. – Evet oldukça iddialı. Tarikatı kelime üzerinde duralım yol demek,
order. Devlet imparatorluk düzeyine çıkmışsa, ki imparatorluk kolay kolay elde
ediliyor değildir. Siyaset felsefesinde emperial düzeye çıkmak şüphesiz bazı
şeyler gerekiyor. Askeri güç gerektirdiği gibi, ekonomik güç gerektirdiği gibi
felsefi entelektüel birikim de gerektirir. Bağlı bulundukları dinin o en üst
rafine düzeyi olan order düzeyine çıkmış olan yapılar vardır. Bunların detay ve
dökümlerini bu program kaldırmayabilir ama ABD kuruluşu ve günümüzde masonluğun
rolü diye sırf internete girin binlerce doküman bulabilirsiniz. Komşu
ülkelerimizde buna dair yapılar bulunmaktadır. Yani ezoterik yapılar ve
politika arasında çok yakın irtibatlar vardır. İngiltere de, Almanya da, yani
bilim çevrelerinin bağlı bulunduğu localar vardır ama adı tarikat değildir.
S. – Bizde var mı?
M. – Tabii ki, biliyoruz, medyadan takip ediyoruz ülkemizde açık localar
bulunmaktadır, en meşhuru masonluk olarak bilinir. Ama masonluğun haricinde de
bilinmeyen çok marjinal gruplar vardır. Mesela Rose Croix vardır Türkiye de yani bunlar 3 – 5 kişiden
ibaretler ama aslında şöyle söyleyeyim İslâm dışı birçok tarikat aktiftir. 30.
11. 1925 te Tekke ve zaviyeler kanunu çıkmasıyla beraber İslâm tasavvufu
yasaklanmıştır. Bu aynı zamanda bir boşluğu beraberinde getirmiştir.
S. – İslâm tasavvufu dediler mi yasaklamada?
M. – Pardon İslâm tasavvuf okulları olan tekkeler yasaklanmıştır.
P. – peki bu arada kurunun yanında yaş ta yandı mı?
M.- Tabii ki, yani şöyle bir şey söyleyeyim size 30.11.1925 te
İstanbul’un nüfusu 600.000 civarıydı. Açık kayıtlı tekke sayısı 400 civarı,
kayıtlı olmayan ev dergâhlar var, yani zengin bir kişi boğazdaki konağını
dergâh olarak kullanıyor diyelim. Bunlarla beraber 450 ye çıkıyor. Bunu
İstanbul nüfusuna çarptığımız zaman İstanbul’un Müslüman nüfusunun %90 ının bir
şekilde bir tekkeyle irtibatlı olduğunu görüyoruz.
Galata mevlevihanesi, yeni kapı mevlevihanesi; sanat adamlarının devam
ettiği yerler. Hasan Ali Yücel’in doğduğu yer yeni kapı mevlevihanesi. Hasan
Ali Yücel gibi insanların yetiştiği yerler, sanatçılar, işte Nazım Hikmet bile
dededinin şeyh olarak bulunduğu Halep mevlevihanesinde yetişti.
S. – Tasavvufun yelpazesinde bu tür yerleri nereye koyabiliriz, ne
diyebiliriz onlara? Mesela Bektaşiliğe mi yakındır onlar, yani bu insanların
çıktığı yerler.
M. – Hepsi değişik değişiktir yani şu an belki çetelesini tutmak ve
adlarını vermek ne kadar uygundur bilmiyoruz ama yazar, çizer, düşünür veya iş
dünyasından bir çok insanımızın dedesi denildiği zaman birisinin dedesinin
Gelibolu mevlevihanesinin şeyhi olduğunu, bir diğerinin un kapanında ki Rıfai
tekkesinin şeyhi olduğunu yani bunları biliyoruz. Kendileri de itiraf
ediyorlar, söylüyorlar. Yani her birinin belirli tekkelerin çocukları oldukları
biliniyor.
S. – O tür bağlantıları günümüze getiremedik değil mi, onlar çözüldü.
M. – İşte, bir kırılma oldu, kırılma olmasıyla beraber tabii ki ister
istemez bir dejenerasyon süreci başladı, böylece ortalık sahtekârlara kaldı.
Biliyorsunuz 30 kasımdan sonra tekkelerin kapatılmasıyla beraber benzer şey
1917 ekim devriminde de oldu malumunuzdur. Yani biz din ve dini müesseselerinin
kökünü kazıdık denildi 1917 ekim Bolşevik devriminde. Kiliseler kapatıldı,
havralar kapatıldı, camiler kapatıldı. Ama din yeraltına indi ve Sovyetler
birliği üfürükçü doldu.
Benzer süreç bizde de oldu. Aslında cumhuriyetin kurucularının belki de
ilk dönemin bir tür açmazı bu. Yani söylem itibarıyle ne diyorlardı? Biz dini
fanatizmin önüne geçmek için bu
devrimleri yapıyoruz. Fakat filozofik olarak baktığımız zaman İslâm da tarih
boyunca her zaman fanatizmle mücadele etmiş olan yön İslâm tasavvufuydu.
S. – Yani nasıl biraz daha açar mısınız?
M. – Yani İslâm tasavvufu, sufilik veya dinin fanatik boyutuyla,ü işte
Hallacı Mansurlar, Cüneydi Bağdadiler, Mevlanaların yetiştiği bir ekol olarak
İslâm’ın daha hoş görülü bir yönünü temsil ettiği için İslâm tasavvuf ekolleri
olan tekkelerin kapatılması bir bakıma aynı zamanda bir açmazı beraberinde
getirdi.
S. – Bunu yapmak politik bir hata değil mi?
M. – Tarihçilerin söylediği, en son Ali İnalcık hocanın sözünü
hatırlıyorum; İyi niyetli bir hata olarak söylenmiştir.
P. – Yani demek istiyorsunuz ki Osmanlı İmparatorluğunu bir arada tutan,
birleştiren güçtü bu.
M. – Evet, çok enteresan Din de hiçbir ekol yoktur ki toplumun sınıfsal
olarak veya etnik olarak her kesimini kuşatabilsin. Yani düşünebiliyor musunuz
siz güreşe meraklı bir gençsiniz sizin pehlivanlar tekkesi var. Gidiyorsunuz
şeyh efendi pehlivan ve onunla beraber güreş tutuyorsunuz ama aynı zamanda
manevi eğitim alıyorsunuz. Siz Okçuluğa meraklısınız ok meydanında, ki
Nişantaşı da onun karşılığıdır, ok meydanı tekkesine gidiyorsunuz, orada
okçular tekkesinde ok talimi yapıyorsunuz.
Bakınız Din sadece fıkıh kitabı okumaktan çıkıyor artık hayatın
içerisinde yer alıyor. Bu açıdan tasavvuf önemli bir filtredir. Yani tasavvuf
İslâm dinini topluma indirgeme de ve yaymada en önemli filtre olarak
görülmüştür.
Sanat dallarına gelelim, sizin bir oğlunuz var, istiyorsunuz ki demirci
olsun, iyi bir demir ustası olsun. Bir demirciliğe götürüyorsunuz teslim
ediyorsunuz oğlunuzu çırak olarak. Ustanın yanında çalışmaya başlıyor ham bir
demiri potada, ateşte eriterek buradan mızrak ucu, bıçak, çatal vs. neyse bunun
yapılma sanatını öğreniyor. Onu öğrendiği zaman kendisine kalfalık veriliyor,
ardından da ustalık, şet kuşatılıyor. Şet kuşatıldığı zaman ustası ona diyor
ki; Evladım bak ben sana dışta bir sanat öğrettim. Ama bu sanatı öğretirken ben
sana içte de, iç sanatını öğrettim. O nedir biliyor musun? Şu görmüş olduğun
demir kütlesi var ya aslında bizim nefsimiz. Biz de böyle kütle olarak
kaldığımız sürece, yontulmamış olarak kaldığımız sürece bizden hiçbir şey
olmaz. Ya kaldırım taşı olur ya da başka bir şey. Ama biz eğer işlenirsek
bizden bakınız işlenmek suretiyle bir şey ortaya çıkar. İşte dışsal olarak
öğretilen bu zanaatın yanında bir de manevi sanat öğretiliyordu fütüvvet
teşkilatında.
Siz musikiye meraklısınız, musiki kulağınız var. Mevlevihaneye
gidiyordunuz, Mevlevi ayininde din musiki ile beraber bir cümbüş haline
geliyor. Din hayatınızda cünbüş haline gelebiliyor. Yok siz dini ilimlere
meraklısınız, fıkıh ve hadiste ilerlemek istiyorsanız Nakşibendi tekkesine
gidiyorsunuz, oraya mensup oluyorsunuz. Sizin askeriye tarafınız var, silahlı
kuvvetlere mensupsunuz, seyfiyye denen bir gruba mensupsunuz, H. Bektaş veli
ocağına mensup olabiliyorsunuz.
S. – T.S.K. nin de bununla bir bağlantısı var mı?
M. – Tabii ki TSK. Veya Türkiye cumhuriyetinde şu anki müesseseleri birden
bire kurulmuş şeyler değil, her biri mesela Beşiktaş kulübünün kuruluş tarihi
1903, Cumhuriyetin kuruluşu 1923.. demek ki Polis teşkilatı, üniversitelerimiz,
TSK, bunlar hepsinde geriye doğru gidildiği zaman bir kuruluş tarihleri var.
S. – Bektaşilikle mi bağlantılı TSK.
M. – Yani TSK nin yapısal olarak, kültürel olarak baktığımız zaman
Bektaşi ocağından alınmış, zaten peygamber ocağı denilmesinin de sembolizmi
buraya dayanıyor. TSK eğitimi marshall Foch denen eğitim maneviyat okullarında
çok önemlidir. Maneviyat okullarında bir kişi peygamberin zamanında çok çetin
geçen bir savaş olmuştur Bedir savaşı. O bedir savaşında o kadar zor bir savaş
olmuştur ki çok Müslüman şehit olmuştur, geriye kalanlar gazidir. Medine ye
doğru dönerlerken Peygamberimiz diyor ki, aslında şu an biz çok küçük bir
savaştan dönüyoruz, esas büyük savaş önümüzde deyince Arkadaşları şaşırıyorlar.
Nasıl olur yani bundan daha büyük savaş olabilir mi ya ResulAllah deyince.
Olabilir, bizim nefsimizle, kendimizle, o iç savaşımızdır. İç savaş dış
savaştan çok daha önemli.
Şimdi iç savaşla dış savaş beraber yapıldığı yerlere maneviyat ocakları
askeri ocaklar deniyor. Alp eren kültürü Anadolu da Alplik ve erenliği beraber
bir arada getirebilmek bu açıdan hem Anadolu’nun hem balkanların fethinde çok
önemli bir rol oynamıştır.
Derviş savaşçı tipi vardı eskiden. Tabii ki silah önemli bir şeydir
ancak sembolizmde insan vücudunun pazı kısmını temsil etmektedir, beyni ve aklı
temsil etmemektedir. Eğer siz ona kalpte katarsanız ortay, Batı literatüründe
özellikle savaşçı şövalye tipi çıkar. Bizim şövalye tipimiz kayboldu. İşte
Battal gaziler gibi.
S. - Bu tarikatla bağlantılar koptuktan sonra mı kayboldu?
M. – Maneviyat ocaklarımızla bağlantılıydı. Mesela TSK da çavuş tabiri,
yüzbaşı tabiri bunların hepsi tekke tabiridir. Yani zikir başında olan kişiye
çavuş denir. Oradan H. Bektaş Veli dergâhından alınma tabirlerdir bunların her
biri. Ve her mesleğin piri vardır.
S. – Atatürk te bunu biliyordu çünkü kurtuluş savaşına girmeden önce H.
Bektaş’a gidip türbede bir süre kalmış.
M. – Tabii ki, bizim geleneğimizde her mesleğin piri ulurdu ve o pir,
yani o üstada bir saygı duyularak o tören başlardı. Eğer siz terziyseniz
terzilerin piri İdris AS. dı ve bu mesleği ilk icat eden kullanan o olduğu için
manevi olarak ona bir selâm göndererek işe başlamanız bereket getirirdi.
Silahlı kuvvetlerinde bu manada Hz. Hamza’ya, peygamberin amcası olan ve
pehlivanlık tarafı da olan kişiye, bazen Hz. Ali’ye, bazen de daha yakın bir
tarihten H. Bektaş Veli’ye referansla gönderilirdi. O açıdan tabii ki o zaman
silahlı kuvvetlerde spritüal bir yapı, manevi bir yapı olurdu. Zaten
tarihimizde son dönemlere kadar veli paşalar vardı. En önemli mezhebi
şarihlerden bir tanesi Abidin paşadır, Abidin Dino nun dedesidir. Ankara valisidir,
aynı zamanda paşadır. Yani paşa olup yani silahlı kuvvetler mensubu olup
maneviyat üzerine çalışmalar yapmış tarihte, günümüzde çok önemli insanlar
bulunmaktadır.
S. – Demin bahsettik ya Davinci şifresinde bahsedilen gül haç
kardeşliği, şimdi bu bizdeki bağlantılar kopunca doğan boşluğu doldurmak için
bu örgütler mi gelmiş acaba.
M. – Şimdi efendim, tabii ki siz bir tarafı kapattığınız zaman bir diğer
tarafa otomatik olarak gel demiş oluyorsunuz. Evren boşluk kaldırmaz.
S. – Ne amaçla geliyorlar?
M. – Boşluğu doldurmak üzere. Geliyorlar dediğim geldiler bile.
S. – Siyasi bir amaçları mı var?
M. – Bazılarının tabii ki var.
P. – Örneğin Kürt sorununun bu şekilde Osmanlı örneğinde olduğu gibi
halledilebileceğini düşünüyor musunuz?
M. – Tabii ki, mesela doğu Anadolu da Şıhlar denilen, biz bazı politik
sebeplerden dolayı bu maneviyat ocaklarını kapayınca doğu Anadolu da bazı
aşiretler arasında ki sürtüşmelerde, efendim kişiler arasında ki husumetlerde,
arazi anlaşmazlıklarında bu kanaat önderleri denilen şeyhler çok büyük rol
oynamıştı toplumsal barışı sağlamak üzere. Doğu Anadolu da ve başka bölgelerde
olan Allah dostlarının yanlarına giderek insanlar onlardan aracılık talep
ederlerdi. Yani şu sorunumuzu hallet veya ben fakirim demek suretiyle o fakir
kişiye para verilirdi. Tekke çorbası denilen bir tabir vardır, fakirler
doyurulurdu.
Bu yapılar kapatılınca ister istemez boşluk kaldırmaz misali ortam başka
örgütlere yer açıldı.
S. – Bu gül haç kardeşliği şeytana tapmaz mıydı?
M. – Şöyle söyleyeyim batı kaynaklı ezoterik tarikatların kökenlerinde
haçlı seferleri aracılığı ile Antakya ve lazkiye, Suriye, Lübnan havalisine
gelen batılıların İslâm tarikatlarını orada görerek onlardan modelleri alarak
bu akımları kurduğu kendi kitaplarında yazılmaktadır. Yani bugün hospitaryel
tarikatı ki Rodos, ardından Malta’ya giden bu tarikatın kökenlerinde bizim
tasavvuf geleneğimiz de Darüş-şifalar, ki tekkelerde şeyh efendi aynı zamanda
şifacılıkta da bulunurdu. Her şeyh değil, bazı şeyhlerin böyle yetenekleri
olurdu ve insanlara şifa verirlerdi. O hasta hane felsefesi Hospital kavramının
gelişmesini sağlamıştır batıda. Bugün dahi batıda saaltın veya tedavi denilen
şey seküler bir olay değildir. “Hasta” batıda veya hasta hane kavramı çok
seküler ve ticari bir meta değildi. Oh ne güzel hasta geldi bize şimdi biz bunu
nasıl söğüşleyeceğiz diye bakılmıyordu. Hasta; düşmüş muhtaç bir insandı ve
belki de hayatının son günlerini yaşayan bu insana nasıl yardımcı olabiliriz
diye dini olarak bakıldığından dolayı Hasta haneler her zaman dini, vakıfların
ve tarikatların denetiminde olmuştur.
S. – Tarikat bağlantısı olmayan devlet yok dedik. Bu Haç gülaç
kardeşliğin dış devletlerle bağlantısı var mı?
M. – Tabii ki bunların teknik detaylarına burada ne kadar girebiliriz
bilmiyorum ama her bir tarikatın, bu batı medyasında da çıktı. Yani Fransız
locasıyla İngiltere locası arasında ki farklardan dolayı işte falanca iş
anlaşması imzalanamadı denildi. İşte ABD de ki bazı locaların lobi faaliyetleri
aracılığı ile ne kadar etkili olduğu konuşuldu. Ortadox kilisesini ve bu manada
sayabiliriz. Çok güçlü sprütiel bir akımdır ortadox kilisesi. Yani salt bir
kilise faaliyeti olarak görmeyiniz. Ortadox kilisesini de tabir caizse bir
tarikatvari olarak düşündüğümüz zaman, işte Sırbistan, Rusya, Pan ortadox
ülkeleri içerisinde ki uluslar arası ilişkiler de, Devletler arasında ki
ilişkilerdeki rolünü çok sıfırlayamazsınız, çok önemli bir rolü bulunmaktadır.
Yani mesela Sümene manastırında yakın zamanda tekrar ayin yapıldı ve buna
teşekkür mesajlarını komşu ülkemiz Yunanis’tan dan en üst siyasi mercilerden
geldi. Olan şey aslında çok tabii bir olaydı. Yani, Osmanlı zamanında ayin
yapılıyordu.
S. – Bölgemizde, kuzeyde, yani Karadeniz civarında güç çatışması var
Rusya ile ve bu da onun bir parçası oldu bu Ortadox kilisesi.
M. – İster istemez, yani uluslar arası ilişkiler salt ekonomik
parametrelerle, veya salt politik parametrelerle uluslar arası siyaseti, dünya
siyasetini anlamak için salt siyasal bilgiler terminolojisi yeterli değildir.
Dinleri bilmemiz gerekir, dini mücadeleleri bilmemiz gerekir, inanç tarihini
iyi bilmek gerekir, tarikatlar tarihini iyi bilmek gerekir. Bu sadece İslam
Tarikatları için değildir. İslâm tarikatları bizim kendi kültürümüz, tarihimiz
üzerinde ki rolünü bilmemiz gerekir. Yani çok katmanlı, çok boyutlu bir analiz
yapmamız gerekir. Bu açıdan maalesef ülkemizde ki kısmen bazı siyasetçiler,
bazı köşe yazarları, bazı bilim adamları bu tür ilişkileri salt ekonomik
parametrelerle çözmeye çalışmaktadır ki çok zayıf kalınmaktadır.
Osmanlı tarihini de tabii ki Marksist tarihçilik anlayışının şeyi olarak
Osmanlı tarihini de son zamanlara kadar salt iktisat tarihi verileri ile
inceleyen çalışmalar öne geçti. İşte barkanların yaklaşımları ve diğerleri. Ama
H. İnalcık hocanın son dört beş yıldır itiraf ettiği bir şey. Biz Osmanlı
zihniyet dünyasını, o paradigmasının arka planında yatan tasavvufi İslâm’ı
incelemeyi ihmal etmişiz diye itiraf etmiştir.
P. – Osmanlı da ki tasavvufun yeri bunu bir öğrenelim sizden, bir de
padişahların çevrelerinde Veli diye tarif ettiğiniz insanları bulunduruyorlardı
ve onlardan da akıl alıyorlardı.
M. – Şimdi efendim siyaset ve velayet irtibatıdır bu, yani Osmanlı
devleti tabii ki Selçuklu devletini bir devamı olarak kurulduğunu da bilmek
gerek. Bir defa devlet kurucuları modernlik öncesi dönemlerde her şeyi kutsal
gördüklerinden dolayı insan hayatı kutsal, toprak kutsal, gökyüzü kutsal. Her
şeyi kutsal olarak gördüklerinden dolayı devlet anlayışının da kutsal devlet
anlayışı üzerine kurmalıydılar. Profan bir devlet anlayışı, çok mekanik bir
devlet anlayışı yoktu.
Dolayısıyla Osmanlı sultanı bir sultanlık yaparken mes’uliyet aldığı
inancında idi. Bunun hesabını vereceği inancında idi. Yani geleneksel siyaset
mekanizmasında ben şu ihaleden ne kadar para alırım anlayışı ile siyasete
girilmiyordu, siyaset yapılmıyordu. Siyasetten kaçılıyordu hatta. Çünkü mutlu
hayatım bozulacak inancı vardı. Halifelerden bir tanesi Ömer Bin Abdülaziz
halife seçildiği günün sabahı hanımına demiştir ki, istesen ben seni
boşayabilirim veya sen beni boşa. Neden? Artık ben seninle ilgilenemem. Neden?
Halife seçildim halkın sorunlarıyla o kadar fazla ilgilenmek zorundayım ki seni
ihmal edebilirim. Bakınız bu anlayış tabii ki farklı bir anlayıştır.
Şimdi Siyaset erbabının yanında her zaman bir bilen, nefesi güçlü
insanlar bulunmaktaydı ve o insanlar siyasete girmiyorlardı ama dualarıyla
destek veriyorlardı. Bu yapı bütün geleneksel imparatorluk anlayışlarında
bulunmaktaydı. Hinduizm de Brahmanlar Kşatriya itribatı. Brahmanlar, din
adamları, ruhban sınıfı devletin bekası için dua ediyorlar.
S. – Çok etkilendik değil mi Hindu geleneğinden?
M. – Yani, etkilendiğimiz de etkilediğimiz kısımlarda var o da
bilinmiyor. Yani hinduizmi İslâm tasavvufunun etkilemesi suretiyle bir din çıkmıştır
ortaya biliyor musunuz? Sekizim (sekiz aşamalı kutsal yol) İslâm tasavvufunu
Hinduizme olan tesiri neticesinde ortaya çıkmış bir dindir. Bu Uzun bir konu
geri dönelim.
Mesela ilk Osmanlıda Osman gazi, Orhan gazilere baktığımız zaman
yanlarında geyikli baba gibi, şeyh Edebali gibi bilge kişiler bulunmakta.
Önemli bir isim var burada Davudü’l kayseri. İznik Medreseleri baş müderrisi.
Tekke şeyhi demedim bakınız. Medrese baş müderrisi, günümüz tabiriyle
konuşursak rektör, yani üniversitenin başında ki kişi. Bu kişinin yazdığı
kitaplardan bir tanesi füsüsü’l Hikem şerhi. F. Hikem Muhiddin Arabi’nin o İslâm
arifinin en zorlu metinlerinden bir tanesi, bir maneviyat kitabı. Bu medrese de
okutuluyor.
İşte Osmanlı medreselerinde ders müfredatı içerisinde manevi ilimler de
bulunduğu için, ki Çivizade ailesi gelinceye kadar bu formattaydı. Zahir
ilimler öğretilirdi ama onun yanında manevi ilimler de öğretilirdi.
P. – Dediniz ki padişahların çevresinde de çok önemli zatlar vardı ve
biri de F. S. Mehmet’in yanında olan Akşemseddin ve hatta rivayet edilir ki
şöyle bir hikâye yaşanıyor. 2. Murad H. Bayram Veli’yi çağırıyor o da
Akşemseddin ile birlikte geliyor. O zaman diyor ki, İstanbul’un alındığını
görmek ne sana ne bana nasip olacak, şurada yatan bebek ile –ki F.S. Mehmet
oluyor- Akşemseddine nasip olacak diyor ve hakikaten de öyle oluyor. Çok ilginç
değil mi?
M. – Tabii ki, biz bu tür anlatımlara menkıbeler diyoruz. Menkıbeler çok
önemlidir, yani mitolojik anlatım. Bunlar hakikat olarak gerçekleşmiş veya
gerçekleşmemiş, yani Tarih ilmi ile menkıbevi anlatım arasında bazen
paralellikler vardır, bazen de pozitif tarihçilikte ayrılabilir. Ancak bir
yapıyı tarihte meşrulaştırmak açısından bu tür menkıbevi anlatımların önemi çok
barizdir, belirgindir.
Şimdi Osmanlı devletinin kurucuları ve daha sonra ki sultanların İslâm
sufileri ile, velileriyle olan doğrudan irtibatı o kadar önemlidir ki, bakınız
Osmanlı da bir sultan, sultanlığını Eyüp sultan camii nin orada taklidi- seyf
denilen bir kuşak töreni vardır yani kılıç kuşatma töreninde nakinü’l eşraf
Osmanlı seyyidlerinin lideri. Yani Hz. Peygamberin soyundan gelen en üst
kimsenin huzurunda diz çökerek. Biz batı tarihinde Kral Artur’un işte Merlin’in
irtibatlarını biliyoruz. Ama kendi tarihimizde olan şeyleri bilmiyoruz. Neden
bunların filmi yapılmıyor, romanları yazılmıyor, veya yapılırsa çok dülkarize
edilerek yapılıyor, yapılmasaydı daha iyi olurdu denilecek şekilde yapılıyor.
Eyüp Sultan da bir Alim’in önünde diz çöküyor ve o alim, Seyyid,
kendisine kılıç kuşattıktan sonra sultanlığı meşru hale geliyor. Bu sembolizm
çok önemlidir. Bu sembolizm, maneviyat rütbesini ben veriyorum sana. Bakınız
modern zamanlarla geleneksel zaman arasında ki fark çok önemli. Günümüzde ki
siyasetçiler toplumun her tarafına öyle hâkim haline geldiler ki yegane
belirleyici siyasetçi oldu. Oysaki geleneksel yapıda belirleyici ilim adamıydı,
âlimdi. Siyasetçi niyabeten, vekâleten yani biz o âlimlerin vekili olarak,
sayesinde varız. Siz bizi nefesinizle, dualarınızla, ilminizle bize yardımcı
olunuz. Biz sizin pratisyenleriniziz yaklaşımıyla hareket edilirdi.
Dolayısıyla bu bütünlük yani maneviyat ve maddi güç, maddi iktidar,
manevi otorite. İktidarda otorite yoktur yani maneviyat erbabındadır otorite.
Siyaset erbabında otorite olamaz. Siyaset erbabı icracıdırlar. Yapısal olarak
geleneksel siyaset formasyonu bu şekildeydi. Ondan dolayı derlerdi ki,
okuyacağım şu beyit Kanuni gibi bir kişi. Diyor ki; Padişah-ı alem olmak bir
kuru kavga imiş, bunu söylediği zaman 3 kıtada olan bir imparatorluktan bahsediyoruz.
Dünya padişahı olmak bir basit işmiş, bir kuru kavga imiş, hepisinden eyice bir
veliye bende olmak imiş. Yani bir Allah dostunun, bir bilgenin mektebine bağlı
olmak hepsinden üstün bir sultanlıkmış diyerek gerçek sultanlığın maneviyat
alanında olduğunu, zahirde ki sultanlığın ise küçük ve basit bir iş olduğunu
anlatır.
Bu yaklaşımla bakıldığı zaman İmparatorluk tabii ki farklı bir mecra da,
daha maneviyata önem veren mecrada ilerlemiş. Onun üzerine sizinle röportajın başında sormuş
olduğunuz niye Osmanlı’ya doğru, Anadolu ya doğru Ariflerin, Alimlerin girişi
söz konusu. İltifat gördükleri için, baş tacı edildikleri için. Yani siz 5
milyon Euro verirseniz Brezilyada köyde bile futbolcu kalmaz hepsi Türkiye ye
gelebilir, zaten geliyorlar da.
Benzer süreç Osmanlı zamanında sanatçıya ve ilim adamlarına yapılırken
günümüzde de farklı kesimlere yapılmaktadırlar. Yani aynı şey devam ediyor,
kulvar değişti.
S. – Değişmesi normal değil mi modernleşmenin bir sonucu. Bütün dünya da
olmuştur bir tek bizde olmadı.
M. – Modernleşmeyle beraber bu oluştu, tabii bunun sonucu da
yaşanacaktır. Yani her şeyin bir sonucu vardır, bunun sonucuna da katlanmak
gerekiyor. Yani yanlış anlaşılmasın ben de spor yapmış birisiyim, spor bir
pratiktir, yapılmalıdır. Spor ve maneviyat irtibatı bakımından vaktimiz olsa
konuşuruz. Pehlivanlar tekkesi dedik, okçular tekkesi dedik, çok örnekleri var
bunlarla ilgili, ama bu başka bir konu. Ama siz bilgi düzeyi, bilgi sahibi
olabilmek epistemik bir sürece sahip olabilmeyi Arif olabilmeyi esas alırsınız,
spor burada bir araçtır.
Günümüzde ise modernitenin yaptığı en büyük hata insanın önünde ki
gerçek amaçları tahtından indirip yerine araçları amaç yapmak sürecini getirdi.
Bundan dolayı bugün futbol salt bir spor değildir, bugün futbol bir ritüeldir,
bir ayindir, forması vardır, cübbesi vardır, sarığı vardır, teşbihi vardır.,
aynı zikir gibi davulu vardır. Arkadaş grubunuzla gidersiniz, hatta maça
gidenlerin çoğu maç kaç kaç bilmez bile orada o zikir halindedir cem halindedir
çünkü. İster istemez bakınız ikame değerlerdir.
Sonuç itibarıyla siz bir tarafta ilim faaliyeti içerisinde ikna olsa
idiniz bilgilenip aydınlanacaktınız, kendinizi tanıma yolunda ilerleyecektiniz,
o arada da spor sizin yaptığınız bir pratik olacaktı. Ama siz bunu vermediğiniz
zaman kitleye o kitle bu ihtiyacını, bu arayışını, cevabı olmayan yerde
arayacaktır. Oraya doğru bir yönlendirme de bulunacaktır. Modernitenin sorunu
buradadır.
S. – Sizden ricam bana sufizmi anlatır mısınız birazcık, çünkü batıda,
batı ülkelerinde bizim bölgemize yönelik sufizm konusunda son zamanlarda ilgi,
makaleler, kitaplar, konferanslar yapılıyor. Niye bu ilgi var?
M. – Şimdi özellikle yani 11 eylül hadisesinden sonra radikal islâm
denilen İslâm’ın, veya bu tarz anlayışa sahip bazı gençlerin temsil ettiği
İslâm anlayışı bir çok Müslüman’ı da rahatsız etti. Tabii ki bir çok Müslüman’ı
rahatsız etmiştir demek o Müslümanların dünya da batı empaeryalizminin yapıp
ettiği zulüme cevapları yok anlamına da gelmez. Yani Müslüman dünyadan
emperyalizme cevap sadece el kaide den değildir ve bu aslında el kaidenin
cevabı biraz manipüle edilmiş cevaptır. Yani bizim yorumumuza göre bu tarz bir
İslâm anlayışı aslında bir fidbecttir, yani geri dönüşümdür. Siz bir tür sert
ideoloji uygularsınız ve bu ideoloji ile bir taraftan siz maneviyat ocaklarını
kapatırsınız. Bugün islâm dünyasının bir çok yerinde yasaktır maneviyat
çalışmaları. O İslâm dinini salt bir politik ideoloji haline,
S. – Bizde yasak mı?
M. – 30 kasım 1925 te çıkarılan tekke ve zaviyeler kanunu ile tasavvufi
pratik yapılan okul açmak yasaktır. Avrupa birliğine giriş süreci içinde
düşlünce özgürlüğü, din özgürlüğü bağlamında tartışılması gerekli olan bir
konudur bu. Ancak tabii devrim kanunları içerisinde yer aldığı için untouchable, yani dokunulamazlar içerisindedir, bir soru
işaretidir bu. Bunun artıları vardır eksileri vardır. Daha evvel de söylediğim
gibi cumhuriyet döneminin kurucularının felsefesinde fanatik İslâm’la mücadele
etmenin en güzel yolu olan tekkelerin kapatılması bir hata idi, aynı zamanda
bir paradoksu da beraberinde getirdi.
P. – O zaman öyle bir dönemdi
ki, orada onu ayırt edecek zaman yoktu. Hızlıca hareket etmek gerekiyordu ve en
pratik yöntem olan bu denendi.
M. – Bilgi düzeyinde hiyerarşi
de pazı karşılığı olan askeri bilimler, mühendislik biliminin alt dalıdır.
Mühendislik ilimleri akli ve kalbi ilimlerden değildir. Matematikseldir ve
mühendislik ilminin bir alt dalı olan askeri bilimlere mensup olan birisinin
toplumsal ve filozofik alanlarda söz söylemesi böyle problemlere yol açar.
P. – Peki bu sultan Selim’in de
dergâhları kapattığı söylenir?
M. – Bazı dergâhları evet,
dergâhlar denildiği zaman yani 400-450 tane dergâh oluşuyor, ister istemez
belli sorunları olan yerler ıslah edilebilir veya kapatılabilir, o
konjoktüreldir, külli bir kapatma başka bir şeydir.
P. – Peki Atatürk Mevlevi
hanelerine dokundu mu?
M. – Tartışmalı bir konu ama
seyyanen yani bütün bu tekke ve zaviyeler kanunu çıktığında hepsi buna
dahildir.
P. – Az önce padişahlardan
bahsediyoruz ve yanında ki velilerden. Akşemseddin demiştik F. Sultan Mehmet’in
de rüyalarını Akşemseddin’e yorumlattığı söylenir. Bu doğru mudur, tabii
tasavvufta rüyanın da yeri çok önemli.
M. – Rüya nedir, hakikat nedir,
yani belki şu an biz bir rüya görüyoruz yani işin nereden baktığınızla ilgili
bir şeydir bu. Yani şu an biz uyanığız ve rüya uyuduğumuz zaman
gördüklerimizdir. Bu aslında nereden baktığınıza göre değişir. Ama
peygamberimiz çok farklı bir şey söylüyor. Bu da tasavvufi bir sözdür. Az evvel
söyledik peygamberimizin hayatından fıkıh mezhepleri yoktu tasavvuf adı da
yoktu ama peygamberin hayatı tasavvufi bir hayattır. Oradan baktığınız zaman
tasavvufun çıkmaması, yani bugün gelse Hz. Peygamber ve aynı hayatı yaşasa
ister istemez tasavvuf doğar.
Kırk gün Hira mağarası diye bir
yere çıkıyor. Bakınız bu anlatılmaz. Bugün bizim diyanet formasyonunuz
içerisinde tasavvufi, manevi bilimlere yer ayrılmamıştır maalesef. Yani çok
özür dileyerek söylüyorum cami imamlarımız hutbelerinde ne Mevlana dan, ne
Yunus Emre den beyit okuyamazlar, okumazlar.
S. – Okuyamamaları yasak mı?
M. – Hayır o eğitim verilmediği
için kendilerine. Ancak münferit olarak bireysel olarak o imam efendi eğer
meraklıysa bu konulara alıp okuyabilmektedirler. Onun için manevi hayatta da
rüyaların izlenmesi diye bir şey vardır. Sizin rüyalarınızda bazı işaretler
vardır, o işaretleri kendiniz takip edebiliyorsanız ne ala, edemiyorsanız bir
bilene soruyorsunuz. Onun için sultanlar, siyaset erbabı rüyalarını te’vil
ettirirlerdi, çünkü rüyalar muallaktadır, askıdadır. Gören kişi o eğer önemli
bir rüya ise ağzından telaffuz etmediği sürece o askıda durur. Telaffuz
etmesiyle beraber vücut bulur.
P. – Hem Osmanlı da tasavvuf hem
bu rüyalar meselesii hem tabii tüm bunları konuşurken Mevlana’yı, Şems’i
konuşmadan olmaz. Bunlarla devam edelim.
M. – Bunun için ayrı bir program
gerekir.
P. – Öyle de Tasavvufta aşk, Mevlana’dan mutlaka bahsetmemiz gerekiyor,
Mesnevi den bahsetmemiz gerekiyor. Bir çok dile çevrildi, bir çok entellektüeli
peşinden sürükledi. Hatta çok popüler olan çok satan kitaplarda onun izinden
gidildiğini görüyoruz, onun etkilerini görüyoruz. Tabii bunun altında yatan
genel kültür, o olgunluk neyin neticesiydi, bunu bize anlatır mısınız?.
M. – Hz. Mevlana’yı okursanız, mesnevisini, divan-ı kebirini, fihi ma
fih’i, bütün eserlerini okursanız yanık bir insan kokusu alırsınız oradan,
yanan bir insan var orada. (Devam ediyor)