8 Şubat 2016 Pazartesi

GÜNÜMÜZDE - İSLÂMDA TASAVVUF (1)



Tasavvufun peşinden giden çok insan var ve günümüzde tam manasıyla tasavvuf anlaşılıyor mu, biliniyor mu, bu ismin kökeni nereden geliyor. İslam Tasavvufu deyince ne anlamamız gerekiyor?

Efendim her şeyden evvel şöyle olaya bakmak lazım. Gene tasavvuf nedir sorusuna tasavvuftan kalkarak cevap vermek lazım. Her disiplin kendi kendini tanımlar çünkü. Tasavvufa göre içinde bulunduğumuz âlem katlı bir yapıya sahip. Yani mono blok, tek düze bir yapıya sahip değil. Dolayısıyla burada ister istemez doğal olarak mertebeler var, her şey bu formatta yaratılmış. Yani her şeyin derecesi var ve mertebeler var. Böyle olunca işin içerisine din dediğimiz şey de giriyor ve Din de mertebelerle beraber oluyor.

Din mertebelerden bir tanesi ve dinin içerisinde de mertebeler var. Yani din de tek düze değil, her dinin de kendi içinde katlar bulunmakta. Bu katlar içerisinde din en başta formel düzeyden, en zahiri düzeyden diyelim, alarak izleyicisini, takipçisini derine doğru çekerek özüne doğru götürmek, yani dinin özüne Din zaten Arapça da yol demektir. Yol sizi kabuktan öze doğru çekerek merkeze götürmek ve merkezde kendinizi buldurmak, yani dinin gayesi, aslında amaçsal, araçsal değil. Yani din yeryüzüne, insana kendi hakikatini bildirmek üzere gönderilmiş bir eğitim programıdır tabir caizse.

S. - Peki, tasavvufta bu değil midir?

M. – Tasavvuf İslâm’ın bu şekilde formatlanması veya İslâm’ın bu şekilde bir sistem haline getirilmesi diyebiliriz.

S. – Tasavvuf her halde Arabistan da doğmamış değil mi, Hiç bağlantı yok.

M. – Hayır, öyle diyemeyiz. Bir kere tasavvuf dikey bir ilim olduğu için coğrafya ile irtibatı asli değil, konjoktüreldir. Yani bir kişinin, bir ferdin özüne doğru, kaynağına doğru çıkacağı bir eğitim anlayışı olduğu için bu kutuplarda da olabiliyor. Buna layık bir insan, bu eğitimi doğrusuyla bi hakkın kendi üzerine tatbik ettirebilecek bir kişi kutuplarda da olabilir, Afrika’da da olabilir, Arabistan’da da olabilir. Zaman, zemine, döneme göre konjoktürel olarak bu ilimlere iltifat gösteren coğrafyalar oluyor ve oraya doğru akıyor. Bazı coğrafyalarda ise irfan ilimleri, ince ilimler gelin gibidir, iltifat görürse gelir, iltifat görmezse kaçar derler bizim eski edebiyatımızda.

S. – Arabistan da pek iltifat görmemiş her halde, Türkiye de daha çok görmüş galiba.

M. – Bazı dönemlerde evet. Yani şöyle söyleyebiliriz çok önemli bir soru bu. İrfani ilimleri hazmedecek, onu alacak, özümseyecek ve hayata dönüştürecek tolumlar, yerler gördüğü zaman doğal bir süreç olarak oraya doğru akar demiştik. Selçuklu döneminde ve Osmanlı döneminde böyle bir muhit oluşturduğu için siyasi erk veya entellektüeller. Düşünebiliyor musunuz Osmanlıların bazı şeyhülİslâmları, Şeyhülislâm ne demek? Hukuk müessesesinin başı yani bir tekke şeyhinden bahsetmiyoruz. Hukuk müessesesinin başında olan kimseler; Zembilî Ali efendi, Davud-ül Kayseri, İbn. Kemal paşazade, bir Melâmi şeyhi olan Paşmakçızade Ali efendi gibi kimseler dahi Allah dostlarına, velilere ve velilerin bahsetmiş olduğu bu ilme iltifat gösterdikleri için doğal olarak kirman dan kalkan evhadüddin Kirmani, İspanya da doğmuş olan bir Muhiddin Arabi, ki Osmanlı öncesidir-, Belh civarında doğmuş olan Hz. Mevlana’nın ailesi Anadolu muhitine doğru gelmişler.

S. – Niye?

M. – Niye sorusunun cevabı, Anadolu da bir çekim kuvveti var o esnada, sebebi de..! Çok ilginçtir buna aksi bir şeyle istiyorsanız cevap vereyim; İbn. Arabi geçtiği yerlerden Kahire de, İbn. Arabi nin en önemli eseri ve İslâm doktrinini en üst ilmeklerini aştığı söylenilen Füsüsü’l Hikem isimli kitabı, Hikmetlerin taşları anlamına gelen bu kitap, ki çok öz kısa ama çok yoğun bir kitap. Bu kitabı gördüğünüz yerde yakın, hatta sayfalarını Nil nehrine atın, attığınız zamanda uzakta durun. Üstünüze bir su sıçrarsa orayı da temizlemek gerekir diye fetva verilen bir yerde İn. Arabi nin daha fazla konaklaması mümkün değildir. Ama davet edildiği yerde şehrin dışına kadar İbn. Arabi geliyor diye çıkan bir sultan ve karşılaştığı zamanda atından inerek siz gerçek sultansınız, siz ata binin ben yerde onun yularından tutacağım tavrı olursa ister istemez oraya doğru bir yöneliş olacaktır.

Z. – Yani bir çekim olabilir ve orada daha çok okunur ve benimsenebilir ama bunun esas kökenine ilk ya da başlangıç doğumuna bakacak olursak, sizin evvele yolculuk diye bir kitabınız var. Sadık yağsızuçamlar la konuşmuşsunuz, aslında sadık beye de hakikaten teşekkür etmek gerekiyor, böyle bir kitaba onun sayesinde kavuşabildik. Siz diyorsunuz ki Tasavvufun yer yüzü hayatı Hz. Adem ile başlar ve kelime olarak Hz. Peygamberin zamanında yoktu ama yaşantı olarak peygamberin hayatı tasavvufi bir hayattı. Bu beni çok şaşırttı.

M. – Şimdi, peygamberlerin hayatları çok enteresan yani peygamberin hayatında, pratiğinde daha sonra doğacak olan bir çok ilmin prototipleri veya nüvesi, tohumları bulunmakta. Bu açıdan baktığımız zaman mesela Hz. Peygamberin bir fıkhi mezhebi yoktu. Hz. Peygamber Hanefi miydi, Şafi miydi, Maliki miydi, şiimiydi sünnimiydi. Bunların hiçbiri değildi, o zaman bunların hepsi bidattir diyen yaklaşımlar var. Mesela selefi yaklaşım veya mezhepsizlik denen bir yaklaşım var. Sebebi Hz. Peygamber zamanında mezhepler yoktu.

Bu çok mantıksız bir yaklaşım. Hz. Peygamberin hayatında hukuki anlamda bazı uygulamaları söz konusu. Her şeyden evvel Kutsal Kitap olan Kur’an ı kerimin şunları yapın, şunları yapmayın dediği bazı noktalar var. Peygamberin pratiği var. Mesela bunlardan bir tanesi diyelim ki Allah’a yaklaşmak istiyorsunuz, Allah’a yaklaşmak için bazı pratikler yapacaksınız, bunların başında namaz kılmak geliyor İslâm anlayışında. İşte Ramazan ayında oruç tutmak gerekiyor, eğer zenginseniz zekât vermeniz gerekiyor gibi. İslâm ın 5 şartı, en temellerinden bahsediyorum.

Şimdi siz bunları nasıl yapacaksınız, yani namaz kılmak ne demek, ben amuda mı kalkacağım, jimnastik hareketleri mi yapacağım, yoga mı yapacağım, nedir namaz?

İster istemez namazın bir formu var, şekli var. Peygamber diyor ki “Bana bakın, nasıl namaz kılıyorsam siz de öyle kılın.” Bu şekilde biz peygambere baktığımız zaman onun hareketlerinden kopya çekmemiz gerekiyor. İşte Fıkhi mezhepler nasıl daha sonra oluştuysa, şimdi ashabı, arkadaşları aktarıyorlar, ben onu namaz kılarken gördüm ellerini şöyle tutardı, şöyle secde ederdi diye bir rivayetlerle sonradan mezhepler oluşuyor, çok tabii bir süreç.

Dolayısıyla mezheplerin ortaya çıkması çok tabii bir süreç. Tabii olmayan şey bu oluşmuş olan hukuk ekollerinin daha sonra özün önüne perdelenmek suretiyle aslında araç olmaları gerekirken öze gitmek yerine amaçlaşması.

Y – Çok önemli bir şey söylüyorsunuz burada biraz daha bilimsel olmayan şeyle yani özü kaybediyor muyuz biz mezheple?

P. – Yani şekle çok giriliyor ve öz mü gidiyor?

M. – Tabii ki ister istemez, yani şöyle, zaten bütün dindarlığın, sırf İslâm dinin değil bütün dindarların en önemli problemi, dinde neyin amaç neyin araç olduğunu zaman içerisinde kaybetmeleridir. Bu Yahudi dininde de bu süreç yaşanmıştır ki İsa bundan dolayı gönderilmiştir. Biliyorsunuz Hz. İsa bir Yahudi’dir ama şeriat getirmemiştir. Yani yeni bir hukuki yaptırım getirmemiştir. Kaybolan, eksik olan yönü getirmiştir, o da işin özü olan ruh – aşk boyutunu getirmiştir.

Aynı şey İslâm dininde de olabilmiştir, illa hepsi olmuştur demek istemiyorum. Yani siz bir fıkhi mezhebe tabi olarak o mezhebin programı doğrultusunda ibadetlerinizi yapacaksınız. Bunu yapmanızın gayesi nedir, iyi bir insan olabilmek. Zaten Kur’an da aynı şekilde söylüyor ki; Bu namaz onları kötülüklerden alıkoyar diyor.

Bir de İslâm da namazperestlik diye bir şey var, yani namaza tapmak, yani namazı Allah için kıldığını bir müddet sonra unutup, özellikle medrese mollalarında bu çok olur. Medrese mollası araç ilimleri ile çok meşgul olduğu için linguistlik (Dil bilimi) çalışmalarla çok meşgul olduğu için sürekli Arapça, fıkıh, hadis okuduğundan dolayı bir müddet sonra namazın şeklinde o kadar yoğunlaşır ki, -bununla ilgili çok mizah örnekleri de vardır- bir türlü namaza duramaz. Yani ellerimi kaç santim kaldıracağım, ellerimi tam nereye koyacaktım vs. gibi. Bunların hepsi öğrenilip, talimi yapılıp geçilmesi gerekli olan şeyler. Çünkü biliyoruz ki peygamber bazen namaza durduğunda üstünde ki gömleği bile düşermiş, başında ki takke düşermiş. Yani kendini kaybedermiş.

İşte gene biliyoruz ki kaynaklardan Hz. Ali’ye bir ok saplandığı zaman ki, ok biliyorsunuz saplandıktan sonra çıkarması zordur, geriye doğru gelmez. O zaman ki tıbbi imkânlarla da uyuşturmak, narkoz vermek mümkün değil. Diyor ki, bekleyin namaza durayım öyle çıkarın. Şimdi bize şunu gösteriyor Hz. Ali’nin bu sözü. Benim namazım, -yani Hz. Ali’nin kıldığı namaz- beni beden boyutundan daha üst bir boyuta taşıyor ki siz benim bedenim üzerinde bir çalışma yaptığınız esnada ben onu hissetmez hale geliyorum.

Şimdi bu bir namaz, bu Hz. Ali’nin namazı. Bu şekilde namazın öğretimi söz konusu. Ama birde namazın şekli, Hz. Ali namaz kılarken ellerini nerede tutardı vs. işte fıkhi mezhepler, Hanefi, Şafî, Malikî, Hambeli gibi mezhepler işin bu7 fıkhi yönüne bakarak oluşturulmuş mezheplerdir.

S. – Bu tür küçük farklılıklardan doğan şeyler mi? Daha büyük, sosyal olaylar olduğunu zannediyordum ben.

M. – Tabii ki, fakat sadece salt bunlardandır diyemeyiz olaylar da var işin içerisinde ama genellikle görüş farklılıklarından meydana gelmiştir mezhepler. Mezhep zaten yol demektir.

S.  – Bunlar şekli görüş farklılıkları değil mi?

M. – Evet şekli, Peygamber efendimiz namaz kılıyordu namaz kılarken Hz. Aişe, hanımı kalkıyor yüzünde ki sivilceyi patlatıyor. Olay bu kadar, bizim elimize geçen haber bu. Şimdi bu haberi örnek olarak yorumlayalım bir hukukçu olarak. Şimdi peygamberimiz bu hareket üzerine hiç konuşmadan namazdan çıkıyor, gidip tekrar abdest alıp gelip kaldığı yerden devam ediyor. Şimdi neden böyle bir şey yaptı?

Bazı görüş sahipleri diyorlar ki bir kadın eli tenine değdiği için abdesti bozuldu ve gidip abdestini tazeledi.

P. – bana konsantrasyonu bozuldu gibi geldi.

M. – Bir görüş. Öbürü de diyor ki hayır sivilce patladığında kan çıktı kan çıktığı için abdest bozuldu.

S. – Dokunan kadın eşi değil mi?

M. – Şafi mezhebinin bazı görüşleri var, Hanefi mezhebinin bazı görüşleri var o konuları uzmanlarına bırakalım. Ben sadece örnek olarak söylüyorum, detaylara girmek istemediğim, girersek çıkamayacağımızı iyi bildiğim konular.

Sonuçta Hanefi mezhebi diyor ki hayır kan çıktığı için abdest bozuldu. Şafi mezhebi diyor ki hayır hanım eli değdiği için oldu. Siz eğer şafi iseniz o mezhebin görüşü doğrultusunda pratiklerinizi, amellerinizi yapıyorsunuz.

P. – Peki şimdi tasavvufi bakış açısı nerde?

M. – Esas bütün bunları tasavvufun doğuşunu anlatmak için söylüyorum. Nasıl Hukuk mezheplerinin doğuşu bu şekilde olduysa Hz. Peygamberin hayatında manevi şeyler de var. Kur’an i kerimde ayetlere baktığımız zaman manevi şeylerde var. Manevi şeyler var derken aslında şunu söyleyeyim ben sizlere; Gerçekten dinde kaba bir istatistik çıkaracak olursak %80 oranında İslam dininin maneviyat esaslıdır.

S. – Siz zaten Peygamber hayatının bütünüyle tasavvuf hayatı demiştiniz.

M. – Yani az evvel söylediğim Hz. Ali’nin namazını hangi fıkıh mezhebi size izah eder. Yani bana ok saplandı, bedenime acı veren bu oku namazda çıkarın. Hiçbir fıkıh mezhebinde bunun yeri yoktur. O zaman insanın manevi boyutu ile ilgili konuları da var. Kur’an da öyle sözler var ki, mesela “Onların kalpleri vardır aklederler” diye bir ayet var.

S. – Ne demek bu?

M. – Akleden kalp, oysaki Rönesans’tan sonra özellikle biz biliyoruz ki akleden beyin oldu. Bu bir indirgeme, tam bir yanılsama. Akleden beyin mi, yani akletme dediğimiz o çıkarsama yapan organ beyin mi?

S. – Acaba aşka mı geliyorlar?

M. – Aşk Freud’dan sonra da anlam değiştirdi.

S. – Ben bunu tasavvufi anlamda söylemiştim.

M. – Tasavvufi anlamda aşk epistemolojik bir süreçtir. Yani bilgi getirir. Aşk bilmenin en üst düzeyidir. Çünkü birleşme halidir, bir olmadan, yani siz bir konuda o konuyla hala bilen bilinen ikilik içerisinde iseniz, felsefe dilinde süje – obje ayırımında iseniz hala ortada ikilik var demektir. Siz, sizde olmayan bir başka şeyden bahsediyorsunuzdur, Bu bilginin düşük düzeyidir. Bilginin üst düzeyi aslında susarak bütün vücudun, varlığın konuştuğu bir haldir. Ona tam biz mütekabiliyet diyoruz. Yani tam beraberlik hali.

P. – Tasavvuf deyince ne anlamamız gerekiyor, Şunu anladık; şekilden ziyade özü bulma, o özü nasıl buluyor. Onunla ilgili bir iki cümle sizden alabilir miyim?

M. – Bu içinde bulunduğumuz dünya aynı zamada fiziki bir dünya, yani bizler masanın etrafındayız, sizin bir bedeniniz var, bizler bir görüntü arz ediyoruz. İzleyiciler görüntüye, ekran diye bir şey var ona bakıyorlar. Yani görüntü denilen bir dünya var, ama bu görüntüler hakikat mi. Görüntü hakikatin bir yansıması sadece ve çok ta az bir yansıması.

Böyle olunca bu hakikatin bulunması, görüntüden çıkarak olacak, yani zahirden başlayarak içeri doğru olacağından dolayı din de de aynı süreç geçerlidir. Ki din de yeryüzünde yaşanılan bir hayattır, cennette yaşamıyoruz dini, yeryüzünde yaşıyoruz. Yeryüzünde olup biten bir süreç olduğu için din süreci biz dinin dış yapısından içine doğru çıkmak durumundayız.

Yalnız burada ki bu süreç, bu proses birinden çıkıp diğerini bırakmak süreci değil. Mesela H. Bektaş Veli’nin 4 kapı, 40 makam dediği bir anlayış var. Onun da temelleri başka bir yere dayanıyor. Yani şeriat, tarikat, marifet, hakikat dörtlüsünü dört mertebesinin birinden birine kapı açılıp öyle geçiliyor içine ama geçtikten sonra çıktığınız yeri terk etmiyorsunuz, birbirinin içinden çıkan bir yapı bu.

Böyle olunca ister istemez siz bu yeryüzü hayatında özü arıyorsanız, dinin özünü arıyorsanız, -adına tasavvuf demeyelim onun, Tasavvuf kelimesi zaten çok sonra konmuştur.- Fonksiyonel olarak, pratik olarak bakalım olaya. İster istemez bu süreç vardır ve bütün dinlerde vardır.

S. – Özünü arıyorsam kitaba bakarım, okurum öğrenirim şeklinde olmuyor mu?

M. – Kitaba nasıl bakıyorsunuz? Gözle bakıyorsunuz. Kitap dediğiniz şey fiziki bir kitap, basılı bir kitap. Nöronlarla fiziki bir irtibat kuruyorsunuz. Okumayla beraber sizin beyninizde bazı fotoğraflar elde ediliyor. O fotoğraflar sadece bilgi değildir, onun  sizin içinizde yerleşmesi gerekir. İman epistomolojik bir aşk sürecidir.

S. – Yani tasavvufa geçiyoruz o zaman.

M. – İster istemez, aksi takdirde siz imanı salt kitap okuyarak, okuduğunuz kitaplardan cedel dediğimiz, diyalektik geliştirerek bir yönteme indirgersiniz ki o ilim değildir, deformasyondur.

P. – Tasavvuf şekilden ziyade özle ilgileniliyor, şimdi özde aranan, esas olan ne. İnsan kendini mi arıyor, Allah’ı mı arıyor, hakikati mi arıyor, yani orada neyin peşinde.

M. -  Kur’an ı kerim de Cenab-ı Allah der ki; ben sizi kendi ellerimle yarattım ve sonra kendi ruhumu üfledim ve nefahtü fiyhi min RuhİY.. (Hicr/29) ben size kendi ruhumu üfledim. Bu demektir ki insan ile yaratıcısı Allah arasında çok ruhsal bir irtibat var, yani bizim ruhumuz dediğimiz şey aslında Allah’ın ruhu Kur’an a göre. Allah açık bir şekilde başka bir düşünceye mahal vermemek üzere anlatıyor, ben size kendi ruhumu üfledim.

O zaman bizim özümüz bu. Daha sonra insan yeryüzü hayatına, yani bedenli bir varlık haline gelmesiyle beraber o ruh beden faaliyetleri ile beraber örtülmeye başlıyor. İster istemez beden, cisim, madde ruhun önüne geçmeye başlıyor. Bedenle ruh irtibatını iyi sağlamış insanlara veli deniliyor, bilge kişiler deniliyor. Bedeni at, ruhu da süvari olarak görüyor eskiler benzetme yapıyorlar. Diyorlar ki Atı her zaman süvari kullanmalı, süvari kullandığı zaman, yani ruh bedene hakim olduğu zaman ideal bir kişi ortaya çıkıyor.

O zaman biz bedenli varlıklar olarak zamanla kayıtlıyız. Yani hepimiz bir tarihte doğduk, bir anne babadan pedah olduk diyelim. Allah onlardan razı olsun, Anne babalarımız bizi bu bedenli varlık haline getirdiler. Ancak ister istemez doğumla beraber bir yaşlanma süreci başlıyor, yani her doğan yaşlanıyor, pörsüyor ve ölüyorsunuz. Yani bu bir kayıtlı dünya, sınırlı bir dünya.

O zaman ben dediğim şey bu 60-70-80-90 neyse artık yıl içerisinde olup biten ne. Ben bu kadar ucuza harcanacak varlık mıyım. Toprak oluyorsunuz gidiyorsunuz.

S. – Peki ruhumuz?

M. – Eğer ruhumuz yok ise, sadece insan dediğimiz şey bu bedenden ibaretse çok ucuza harcanıyoruz. Oysa ki Allah ben size kendi ruhumdan üfledim deyince demek ki bizim özümüz dediğimiz, bizim kaynağımız ruhumuz oluyor. Zaten modern insanın en büyük sıkıntısı, problemi kendi özünün ne olduğunu bilememesinde yatıyor. Öz arayışlarını değişik şekillerde dışarıya yansıtıyor.

Bunu mesela normalde diyelim ki bir futbol müsabakası, bir spordur neticede izlenir, zevk alınır keyf alınır. Veya bir müzik konseridir izlenilir zevk alınır. Oysaki bir futbol müsabakasının dahi izleyen kişi kendini özdeşleştiriyor neredeyse, futbolda fani oluyor tabir caizse. İşte futbol olmazsa ben hiçim demeye başlıyor.

Bakınız insanın psikolojik olarak bir şeyle aynileşme diyoruz biz buna identifikasyon. Kendini aynileştirmesi ihtiyacı var. Biz onu dinle, Allah ile yaptırmazsanız o kişiyi, başka bir şeyle bunu yapacaktır zaten ve yapıyordur. Dolayısıyla her insan bir yerle eklemlenmek istiyor, kendisini bir yere kapamak istiyor, yamamak istiyor, bu şekilde tamamlanıyor. İnsanın kaynağı özü tanrısal, ilâhi olduğu için tasavvuf insanın bu fiziki âlemde fiziki yapı içerisinde özünü tanımaya doğru pay istiyor. Tasavvufun İslâm’a getirdiği formatlama tabir caizse, veya izleyicilerimiz daha iyi anlasınlar diye söyleyelim. Bir eğitim, talim terbiye sistemi haline getirilmesi.

S.  – Diyelim buna inandı İnsan, kendini tanımak için nasıl eğitiyor? Bektaşi’nin yaptığı gibi, Mevlana’nın yaptığı gibi öğrencilerine bir eğitim süreci midir bu, öğrenilebilir mi?

M. – Tabii ki nasıl daha evvel hukuk okullarından bahsettik, potansiyel olarak her insan. Yine Allah Kur’an ı kerim de diyor ki; Ben insana kendi isimlerimi öğrettim. (Bakara/31) Size Allah kendi isimlerini yüklemiş vaziyette. Yani Serdar Turgut’a bu isimler yüklenmiş vaziyette. Onun yapacağı şey bu bilinç düzeyine çıkması. Bu şuur halinden yabancılaştığı zaman sıkıntı içerisinde olur, çünkü kaynağını bilemiyor. İnsana mutluluğunu verecek herhangi bir başka alanlar tarihte, felsefelerde, ideolojilerde, siyasetlerde. Öyle ideolojiler, öyle felsefeler yeryüzü gördü ki hala günümüzde var. İnsana huzur, tam bir mutluluk verme iddiasında olan yerler.

Oysaki bunların hiç biri, yani insanın ekonomik tarafını düzeltebilirsiniz, konjoktürel bazı taraflarını ıslah edebilirsiniz  ama insanın iç huzuru dediğimiz şey, insanın rabbini bulması ile irtibatlıdır. İnsanın rabbisi az evvel söyledim kendi ruhunu üflemesidir. Dolayısıyla bu ayet üzerinde,

S. – Kendimizi keşfetmek gibi değil mi?

M. – Evet, yani o delfik, delf muhabbetinde yazılı olan Kendini bil, rabbini bilirsin. Yani Men arefe nefsehu fekad arefe Rabbehu Kendini bil, Yunus’un diliyle sen seni bil sen seni. Sen, seni bil den maksat benim fiziki yapım değil. Nerede doğduğum, nereli olduğum değildir. Benim özüm nereden yeryüzüne düştü, şu an ben neredeyim, üç beş gün sonra öleceğim, nereye gidiyorum, ölüm ne, nereden geldim. Bu metafizik sorular insanın huzurunu sağlayacak sorulardır.

S. – Ama cevap ta bulması lazım.

M. – Tabii ki, her şeyin başı soruyu sormakla başlar, cevap ta işte arifler dediğimiz İslâm düşüncesini manevi bir ekol olarak programlamış olan Hacı Bektaş Veli ler, H. Ahmed Yesevi’ler.

S. – Bir s0oru soracağım, din genelde çok fazla soru sorulmadan yaşanan bir şey olarak algılıyoruz biz yani kuralları var, kitabı var, öğretildiği bir biçim var ve fazla sorgulanmadan yaşayan bir iş. Hâlbuki siz burada daha çok sorgulamaya çok önem verdiniz, her şeyi sorguluyorsunuz. Buna nasıl bir ayrım yapacağız?

M. – Şimdi efendim dindeki düzeyler arasında ayrımlar var. Yani tasavvuf ve din diye bir ayrım yok. Dinin kendi içerisinde ki katmanlarda ayrımlar var, anlayış farklılıkları var. Yani mesela bir anlayış peygamberin zahiri hayatına bakarak namaz nasıl kılınacağını öğrenin, o şekilde namazınızı kılın din budur. Yani din sadece hukuki bir yapıdır diyenler.

Ama öbürküsü Hayır, işte Niyazi Mısrî’nin dediği gibi; Savm-u Salat-u Hac ile
Sanma biter zahid işin
İnsan-ı kâmil olmaya
Lazım olan irfan imiş.

Zahidlik denen bir düzey var. Zahid sadece peygamberin hayatında ne yaptığına bakıyor. Bunu o kadar ifrat düzeyine çıkaran var ki mesela hiç karpuz yemeyen var. Neden yemiyorsun? Peygamberin karpuz yediğine dair hiçbir rivayet elime geçmedi. Peki, yemeyin dediğine dair bir rivayet geçti mi? Yo demedi. O konuda herhangi bir şey söylememiş olması onu yasaklı kılmaz. Bir konuda peygamberler yapmamız gerekli olan şeyleri söylerler. Dolayısıyla yapılması serbest olan şeyler size açık bırakılmıştır.

Böylece zihniyet daralması manevi hayatın önünde en büyük engeldir, bunun karşılığına biz zahitlik diyoruz. Arif, zahidin üst makamıdır. Niyazi Mısri bir şiirinde diyor ki sadece oruç tutmakla, sadece namaz kılmakla, sadece hacca gitmekle insanı kâmil olunamaz diyor, lazım olan irfan imiş. Yani namazın irfanını bileceksin, secdenin felsefesini bileceksin. Açıklamada peygamberimiz diyor ki Allah’a bir kulun en yakın olduğu yer secde anıdır. Secde Hafız’ın divanında sırılsıklam olan bir yerdir. Hatta izleyicilerin iz’anını biraz zorlayalım, bizim edebiyatımızda geçer bu. Meşhur şair Hafız’ın divanında geçer. Seccadeyi şaraba bulamadan hakkı bulamazsın. Diye bir tabir geçer. Tabii ki burada sembolizm var, yani izleyicilerimizi mübarek ramazan ayında farklı yerlere çekmeyelim.

Burada şarap aşkı sembolize eder, dolayısıyla seccade denilen yer, namaz kılınan yerin sadece bir aerobik pedi gibi düşünmemek gerekir, üzerinde aerobik çalışmalar yapılan bir ped değildir o. Onda gözyaşı olması gerekir, on da uzun durulması gerekir, onda, işte 12 dakikada tesbih dâhil teravih namazından çıkaran bir imam varmış oraya gidelim derlermiş. Allah’tan bu sene diyanet el koydu bu olaya, ama geçtiğimiz senelere kadar çok yaygın bir şeydi. Falanca yerde, kapısında da son model arabaların olduğu bir imam efendi 12 dakikada tesbih dâhil teravih namazı kıldırıyor diye herkes oraya koşuyordu.

Şimdi bu namaz sevap değildir. Yani 20 rekâtlık uzun bir namazı 12 dakikada çıkarıyor olmak, bir spor salonu haline getirir orayı.

S. – Neden çok tutuluyor popüler oluyor?

M. – Şimdi efendim teravih namazının maneviyatta ki yeri anlatılmadığı için ister istemez toplumumuz da bu tür şeyler salt, hukuki yaptırımlar olarak anlaşılıyor. Yani askeriye de vardır, gece lamba söndürülecek diye, onu oraya yazmak gerekmez, o sizin içinizde olan bir şeydir ve kapatırsınız.

S. – Bazı insanlar anladığım kadarıyla dinini içselleştirerek, kendini tanıyarak ve tamamen yaşamama açısından dolayı kaynaklanıyor bunlar değil mi? Tasavvuf mu yardımcı oluyor insana herhalde.

M. – Evet.

P. – Benim merak ettiğim şu, sizin anlattığınızdan doğru bir çıkarım mı bu, gerek din de ya da başka bir alanda da belki uygulanabilir. Bir konunun uzmanı olabilirsin, o konuya dair şekli olarak her şeye vakıf olabilirsin. Ama bu onun özünü bileceğin anlamını taşımıyor, doğru değil mi?

M. – Tabii ki.

P. – Şimdi buradan yola çıkarak az önce siz dediniz ya bir yola girmek önemlidir. Ben de şunu soracağım, o yola giren tüm insanlar, örneğin siz, örneğin ben veya Y bey. Eğer kendimizi zorlar isek mutlaka aynı noktada buluşur muyuz, yoksa o bize verilen bir lütuf mudur.

M. – Bir yere kadar sizin belli bir astrolojik bir yapınız var, belirli bir fiziki yapınız var, belirli bir müktesebatınız var. Yani start noktası dediğimiz başlangıç noktasında farklı yerlerden başlıyoruz. Efendim cinsiyetiniz var vs. yani tesir eden belirli faktörler var. Bunlarla beraber siz başladığınız zaman, ben de bir yerden başladığım zaman bir müddet farklı gidebiliyoruz. Bu artık yedili sistemde ilk dört derece denebilir. İnsiyatik yapılarda, yani tasavvuf bir insiyatik yapıdır.

S. – Ne demek o?

M. – Dikey manada seyr – sülük yaptırılarak, yolculuk yaptırılarak derece derece insanı terakki ettirmeyi hedefleyen bir sistemdir.

S. – Bu batınilik gibi bir şey mi, var bu gelenekte değil mi?

M. – Anadolu İslâm’ı bu İslâm’dır, tasavvufi İslâm’dır, ilm-i batıni esas alır, batın iç demektir, zahir dış demektir. Şunu iyi biliyoruz ki durup dururken bir şeye dış diyemeyiz, dışa her zaman için bir iç gerekir. Yani bir iç olmadan dış olamaz. Dolayısıyla tezahür, zuhura geliş, açığa çıkış her zaman içten dışarı doğru olmuştur. Yolculukta bunun tam aksi olarak dıştan içeri doğru olur.

S. -  Batınilik ezoterizmdir değil mi?

M. – Batın iç demektir, ezoterizm de, egzoterizmin zıddıdır. Ezoterizm bu ilm-i Batının batı dillerinde ki karşılığıdır. İslâm da kullanılan bir tabir değil. Ama yeni batıdan tercüme kitaplarında kullanılmaya başlandı. Mesela Hristiyan ezoterizmi, Yahudi ezoterizmi der gibi İslâm ezoterizmi. İslâm ezoterizmi denilen şey İslâm tasavvufudur. Bizim geleneğimizde ki adı bunun tasavvuftur. Sufizm kelimesi bile yenidir. Yani izm kelimesi yoktu bizde.

S. – İslâm tasavvufu Anadolu da olan ezorerizmidir. Bunun Yahudi ezoterizmi ile bağlantıları var mıdır acaba?

M. – Her dinin az evvel her dinin katları olduğunu söylemiştim. Hristiyanlık dininin, Hindiuzmin vs. hepsinin katları var. Sizin katınız var, benim katım var, her şey burada mertebeli. Yani “Bir ben var bende, benden içeru” diyorsa Yunus Emre bunu söylemeye çalışıyor. 7 katlı septene denilen bir sistem var, yani İslâm tasavvufunda nefs-i emareden başlayıp nefs-i Kâmile ye kadar mertebe mertebe insanın eğitimi anlatılmıştır.

Az evvel bu ayrılıklar ve birliği sormuştunuz piramit benzeridir. Piramidin altı geniş ve farklı ise, birlik yukarıya doğru daraldıkça oluşuyorsa İslâm tasavvufu da insanı en alt düzeyinden alıp yukarıya doğru çıkarır. Birlik, birleşme artık o üst düzeylerde olur. O açıdan sizin başladığınız nokta, benim başladığım nokta farklı da olsa, isterseniz Arjantin de olun, isterseniz Çinli olun farklı yerlerden başlanırsa da belirli bir şeyden sonra yavaş yavaş yakınlaşma başlar. Dilde yakınlaşma başlar, yani aynı sözü söylemeye başlarlar. (Devam ediyor)