Tasavvufun peşinden giden çok
insan var ve günümüzde tam manasıyla tasavvuf anlaşılıyor mu, biliniyor mu, bu
ismin kökeni nereden geliyor. İslam Tasavvufu deyince ne anlamamız gerekiyor?
Efendim her şeyden evvel şöyle
olaya bakmak lazım. Gene tasavvuf nedir sorusuna tasavvuftan kalkarak cevap
vermek lazım. Her disiplin kendi kendini tanımlar çünkü. Tasavvufa göre içinde
bulunduğumuz âlem katlı bir yapıya sahip. Yani mono blok, tek düze bir yapıya
sahip değil. Dolayısıyla burada ister istemez doğal olarak mertebeler var, her
şey bu formatta yaratılmış. Yani her şeyin derecesi var ve mertebeler var.
Böyle olunca işin içerisine din dediğimiz şey de giriyor ve Din de mertebelerle
beraber oluyor.
Din mertebelerden bir tanesi ve
dinin içerisinde de mertebeler var. Yani din de tek düze değil, her dinin de
kendi içinde katlar bulunmakta. Bu katlar içerisinde din en başta formel
düzeyden, en zahiri düzeyden diyelim, alarak izleyicisini, takipçisini derine
doğru çekerek özüne doğru götürmek, yani dinin özüne Din zaten Arapça da yol
demektir. Yol sizi kabuktan öze doğru çekerek merkeze götürmek ve merkezde
kendinizi buldurmak, yani dinin gayesi, aslında amaçsal, araçsal değil. Yani
din yeryüzüne, insana kendi hakikatini bildirmek üzere gönderilmiş bir eğitim
programıdır tabir caizse.
S. - Peki, tasavvufta bu değil
midir?
M. – Tasavvuf İslâm’ın bu
şekilde formatlanması veya İslâm’ın bu şekilde bir sistem haline getirilmesi
diyebiliriz.
S. – Tasavvuf her halde
Arabistan da doğmamış değil mi, Hiç bağlantı yok.
M. – Hayır, öyle diyemeyiz. Bir
kere tasavvuf dikey bir ilim olduğu için coğrafya ile irtibatı asli değil,
konjoktüreldir. Yani bir kişinin, bir ferdin özüne doğru, kaynağına doğru
çıkacağı bir eğitim anlayışı olduğu için bu kutuplarda da olabiliyor. Buna
layık bir insan, bu eğitimi doğrusuyla bi hakkın kendi üzerine tatbik
ettirebilecek bir kişi kutuplarda da olabilir, Afrika’da da olabilir,
Arabistan’da da olabilir. Zaman, zemine, döneme göre konjoktürel olarak bu
ilimlere iltifat gösteren coğrafyalar oluyor ve oraya doğru akıyor. Bazı
coğrafyalarda ise irfan ilimleri, ince ilimler gelin gibidir, iltifat görürse
gelir, iltifat görmezse kaçar derler bizim eski edebiyatımızda.
S. – Arabistan da pek iltifat
görmemiş her halde, Türkiye de daha çok görmüş galiba.
M. – Bazı dönemlerde evet. Yani
şöyle söyleyebiliriz çok önemli bir soru bu. İrfani ilimleri hazmedecek, onu
alacak, özümseyecek ve hayata dönüştürecek tolumlar, yerler gördüğü zaman doğal
bir süreç olarak oraya doğru akar demiştik. Selçuklu döneminde ve Osmanlı
döneminde böyle bir muhit oluşturduğu için siyasi erk veya entellektüeller.
Düşünebiliyor musunuz Osmanlıların bazı şeyhülİslâmları, Şeyhülislâm ne demek?
Hukuk müessesesinin başı yani bir tekke şeyhinden bahsetmiyoruz. Hukuk müessesesinin
başında olan kimseler; Zembilî Ali efendi, Davud-ül Kayseri, İbn. Kemal
paşazade, bir Melâmi şeyhi olan Paşmakçızade Ali efendi gibi kimseler dahi
Allah dostlarına, velilere ve velilerin bahsetmiş olduğu bu ilme iltifat
gösterdikleri için doğal olarak kirman dan kalkan evhadüddin Kirmani, İspanya
da doğmuş olan bir Muhiddin Arabi, ki Osmanlı öncesidir-, Belh civarında doğmuş
olan Hz. Mevlana’nın ailesi Anadolu muhitine doğru gelmişler.
S. – Niye?
M. – Niye sorusunun cevabı,
Anadolu da bir çekim kuvveti var o esnada, sebebi de..! Çok ilginçtir buna aksi
bir şeyle istiyorsanız cevap vereyim; İbn. Arabi geçtiği yerlerden Kahire de,
İbn. Arabi nin en önemli eseri ve İslâm doktrinini en üst ilmeklerini aştığı
söylenilen Füsüsü’l Hikem isimli kitabı, Hikmetlerin taşları anlamına gelen bu
kitap, ki çok öz kısa ama çok yoğun bir kitap. Bu kitabı gördüğünüz yerde
yakın, hatta sayfalarını Nil nehrine atın, attığınız zamanda uzakta durun.
Üstünüze bir su sıçrarsa orayı da temizlemek gerekir diye fetva verilen bir
yerde İn. Arabi nin daha fazla konaklaması mümkün değildir. Ama davet edildiği
yerde şehrin dışına kadar İbn. Arabi geliyor diye çıkan bir sultan ve
karşılaştığı zamanda atından inerek siz gerçek sultansınız, siz ata binin ben
yerde onun yularından tutacağım tavrı olursa ister istemez oraya doğru bir
yöneliş olacaktır.
Z. – Yani bir çekim olabilir ve
orada daha çok okunur ve benimsenebilir ama bunun esas kökenine ilk ya da
başlangıç doğumuna bakacak olursak, sizin evvele yolculuk diye bir kitabınız var.
Sadık yağsızuçamlar la konuşmuşsunuz, aslında sadık beye de hakikaten teşekkür
etmek gerekiyor, böyle bir kitaba onun sayesinde kavuşabildik. Siz diyorsunuz
ki Tasavvufun yer yüzü hayatı Hz. Adem ile başlar ve kelime olarak Hz.
Peygamberin zamanında yoktu ama yaşantı olarak peygamberin hayatı tasavvufi bir
hayattı. Bu beni çok şaşırttı.
M. – Şimdi, peygamberlerin
hayatları çok enteresan yani peygamberin hayatında, pratiğinde daha sonra
doğacak olan bir çok ilmin prototipleri veya nüvesi, tohumları bulunmakta. Bu
açıdan baktığımız zaman mesela Hz. Peygamberin bir fıkhi mezhebi yoktu. Hz.
Peygamber Hanefi miydi, Şafi miydi, Maliki miydi, şiimiydi sünnimiydi. Bunların
hiçbiri değildi, o zaman bunların hepsi bidattir diyen yaklaşımlar var. Mesela
selefi yaklaşım veya mezhepsizlik denen bir yaklaşım var. Sebebi Hz. Peygamber
zamanında mezhepler yoktu.
Bu çok mantıksız bir yaklaşım.
Hz. Peygamberin hayatında hukuki anlamda bazı uygulamaları söz konusu. Her
şeyden evvel Kutsal Kitap olan Kur’an ı kerimin şunları yapın, şunları yapmayın
dediği bazı noktalar var. Peygamberin pratiği var. Mesela bunlardan bir tanesi
diyelim ki Allah’a yaklaşmak istiyorsunuz, Allah’a yaklaşmak için bazı
pratikler yapacaksınız, bunların başında namaz kılmak geliyor İslâm anlayışında.
İşte Ramazan ayında oruç tutmak gerekiyor, eğer zenginseniz zekât vermeniz
gerekiyor gibi. İslâm ın 5 şartı, en temellerinden bahsediyorum.
Şimdi siz bunları nasıl
yapacaksınız, yani namaz kılmak ne demek, ben amuda mı kalkacağım, jimnastik
hareketleri mi yapacağım, yoga mı yapacağım, nedir namaz?
İster istemez namazın bir formu
var, şekli var. Peygamber diyor ki “Bana bakın, nasıl namaz kılıyorsam siz de
öyle kılın.” Bu şekilde biz peygambere baktığımız zaman onun hareketlerinden
kopya çekmemiz gerekiyor. İşte Fıkhi mezhepler nasıl daha sonra oluştuysa,
şimdi ashabı, arkadaşları aktarıyorlar, ben onu namaz kılarken gördüm ellerini
şöyle tutardı, şöyle secde ederdi diye bir rivayetlerle sonradan mezhepler
oluşuyor, çok tabii bir süreç.
Dolayısıyla mezheplerin ortaya
çıkması çok tabii bir süreç. Tabii olmayan şey bu oluşmuş olan hukuk
ekollerinin daha sonra özün önüne perdelenmek suretiyle aslında araç olmaları
gerekirken öze gitmek yerine amaçlaşması.
Y – Çok önemli bir şey
söylüyorsunuz burada biraz daha bilimsel olmayan şeyle yani özü kaybediyor
muyuz biz mezheple?
P. – Yani şekle çok giriliyor ve
öz mü gidiyor?
M. – Tabii ki ister istemez,
yani şöyle, zaten bütün dindarlığın, sırf İslâm dinin değil bütün dindarların
en önemli problemi, dinde neyin amaç neyin araç olduğunu zaman içerisinde
kaybetmeleridir. Bu Yahudi dininde de bu süreç yaşanmıştır ki İsa bundan dolayı
gönderilmiştir. Biliyorsunuz Hz. İsa bir Yahudi’dir ama şeriat getirmemiştir.
Yani yeni bir hukuki yaptırım getirmemiştir. Kaybolan, eksik olan yönü
getirmiştir, o da işin özü olan ruh – aşk boyutunu getirmiştir.
Aynı şey İslâm dininde de
olabilmiştir, illa hepsi olmuştur demek istemiyorum. Yani siz bir fıkhi mezhebe
tabi olarak o mezhebin programı doğrultusunda ibadetlerinizi yapacaksınız. Bunu
yapmanızın gayesi nedir, iyi bir insan olabilmek. Zaten Kur’an da aynı şekilde
söylüyor ki; Bu namaz onları kötülüklerden alıkoyar diyor.
Bir de İslâm da namazperestlik
diye bir şey var, yani namaza tapmak, yani namazı Allah için kıldığını bir
müddet sonra unutup, özellikle medrese mollalarında bu çok olur. Medrese
mollası araç ilimleri ile çok meşgul olduğu için linguistlik (Dil bilimi)
çalışmalarla çok meşgul olduğu için sürekli Arapça, fıkıh, hadis okuduğundan
dolayı bir müddet sonra namazın şeklinde o kadar yoğunlaşır ki, -bununla ilgili
çok mizah örnekleri de vardır- bir türlü namaza duramaz. Yani ellerimi kaç
santim kaldıracağım, ellerimi tam nereye koyacaktım vs. gibi. Bunların hepsi
öğrenilip, talimi yapılıp geçilmesi gerekli olan şeyler. Çünkü biliyoruz ki
peygamber bazen namaza durduğunda üstünde ki gömleği bile düşermiş, başında ki
takke düşermiş. Yani kendini kaybedermiş.
İşte gene biliyoruz ki
kaynaklardan Hz. Ali’ye bir ok saplandığı zaman ki, ok biliyorsunuz
saplandıktan sonra çıkarması zordur, geriye doğru gelmez. O zaman ki tıbbi
imkânlarla da uyuşturmak, narkoz vermek mümkün değil. Diyor ki, bekleyin namaza
durayım öyle çıkarın. Şimdi bize şunu gösteriyor Hz. Ali’nin bu sözü. Benim
namazım, -yani Hz. Ali’nin kıldığı namaz- beni beden boyutundan daha üst bir
boyuta taşıyor ki siz benim bedenim üzerinde bir çalışma yaptığınız esnada ben
onu hissetmez hale geliyorum.
Şimdi bu bir namaz, bu Hz.
Ali’nin namazı. Bu şekilde namazın öğretimi söz konusu. Ama birde namazın
şekli, Hz. Ali namaz kılarken ellerini nerede tutardı vs. işte fıkhi mezhepler,
Hanefi, Şafî, Malikî, Hambeli gibi mezhepler işin bu7 fıkhi yönüne bakarak
oluşturulmuş mezheplerdir.
S. – Bu tür küçük
farklılıklardan doğan şeyler mi? Daha büyük, sosyal olaylar olduğunu
zannediyordum ben.
M. – Tabii ki, fakat sadece salt
bunlardandır diyemeyiz olaylar da var işin içerisinde ama genellikle görüş
farklılıklarından meydana gelmiştir mezhepler. Mezhep zaten yol demektir.
S. – Bunlar şekli görüş farklılıkları değil mi?
M. – Evet şekli, Peygamber
efendimiz namaz kılıyordu namaz kılarken Hz. Aişe, hanımı kalkıyor yüzünde ki
sivilceyi patlatıyor. Olay bu kadar, bizim elimize geçen haber bu. Şimdi bu
haberi örnek olarak yorumlayalım bir hukukçu olarak. Şimdi peygamberimiz bu hareket
üzerine hiç konuşmadan namazdan çıkıyor, gidip tekrar abdest alıp gelip kaldığı
yerden devam ediyor. Şimdi neden böyle bir şey yaptı?
Bazı görüş sahipleri diyorlar ki
bir kadın eli tenine değdiği için abdesti bozuldu ve gidip abdestini tazeledi.
P. – bana konsantrasyonu bozuldu
gibi geldi.
M. – Bir görüş. Öbürü de diyor
ki hayır sivilce patladığında kan çıktı kan çıktığı için abdest bozuldu.
S. – Dokunan kadın eşi değil mi?
M. – Şafi mezhebinin bazı
görüşleri var, Hanefi mezhebinin bazı görüşleri var o konuları uzmanlarına
bırakalım. Ben sadece örnek olarak söylüyorum, detaylara girmek istemediğim,
girersek çıkamayacağımızı iyi bildiğim konular.
Sonuçta Hanefi mezhebi diyor ki
hayır kan çıktığı için abdest bozuldu. Şafi mezhebi diyor ki hayır hanım eli
değdiği için oldu. Siz eğer şafi iseniz o mezhebin görüşü doğrultusunda
pratiklerinizi, amellerinizi yapıyorsunuz.
P. – Peki şimdi tasavvufi bakış
açısı nerde?
M. – Esas bütün bunları
tasavvufun doğuşunu anlatmak için söylüyorum. Nasıl Hukuk mezheplerinin doğuşu
bu şekilde olduysa Hz. Peygamberin hayatında manevi şeyler de var. Kur’an i
kerimde ayetlere baktığımız zaman manevi şeylerde var. Manevi şeyler var derken
aslında şunu söyleyeyim ben sizlere; Gerçekten dinde kaba bir istatistik
çıkaracak olursak %80 oranında İslam dininin maneviyat esaslıdır.
S. – Siz zaten Peygamber
hayatının bütünüyle tasavvuf hayatı demiştiniz.
M. – Yani az evvel söylediğim
Hz. Ali’nin namazını hangi fıkıh mezhebi size izah eder. Yani bana ok saplandı,
bedenime acı veren bu oku namazda çıkarın. Hiçbir fıkıh mezhebinde bunun yeri
yoktur. O zaman insanın manevi boyutu ile ilgili konuları da var. Kur’an da
öyle sözler var ki, mesela “Onların kalpleri vardır aklederler” diye bir ayet
var.
S. – Ne demek bu?
M. – Akleden kalp, oysaki Rönesans’tan
sonra özellikle biz biliyoruz ki akleden beyin oldu. Bu bir indirgeme, tam bir
yanılsama. Akleden beyin mi, yani akletme dediğimiz o çıkarsama yapan organ
beyin mi?
S. – Acaba aşka mı geliyorlar?
M. – Aşk Freud’dan sonra da
anlam değiştirdi.
S. – Ben bunu tasavvufi anlamda
söylemiştim.
M. – Tasavvufi anlamda aşk epistemolojik
bir süreçtir. Yani bilgi getirir. Aşk bilmenin en üst düzeyidir. Çünkü birleşme
halidir, bir olmadan, yani siz bir konuda o konuyla hala bilen bilinen ikilik
içerisinde iseniz, felsefe dilinde süje – obje ayırımında iseniz hala ortada
ikilik var demektir. Siz, sizde olmayan bir başka şeyden bahsediyorsunuzdur, Bu
bilginin düşük düzeyidir. Bilginin üst düzeyi aslında susarak bütün vücudun,
varlığın konuştuğu bir haldir. Ona tam biz mütekabiliyet diyoruz. Yani tam
beraberlik hali.
P. – Tasavvuf deyince ne
anlamamız gerekiyor, Şunu anladık; şekilden ziyade özü bulma, o özü nasıl
buluyor. Onunla ilgili bir iki cümle sizden alabilir miyim?
M. – Bu içinde bulunduğumuz
dünya aynı zamada fiziki bir dünya, yani bizler masanın etrafındayız, sizin bir
bedeniniz var, bizler bir görüntü arz ediyoruz. İzleyiciler görüntüye, ekran
diye bir şey var ona bakıyorlar. Yani görüntü denilen bir dünya var, ama bu
görüntüler hakikat mi. Görüntü hakikatin bir yansıması sadece ve çok ta az bir
yansıması.
Böyle olunca bu hakikatin
bulunması, görüntüden çıkarak olacak, yani zahirden başlayarak içeri doğru
olacağından dolayı din de de aynı süreç geçerlidir. Ki din de yeryüzünde
yaşanılan bir hayattır, cennette yaşamıyoruz dini, yeryüzünde yaşıyoruz.
Yeryüzünde olup biten bir süreç olduğu için din süreci biz dinin dış yapısından
içine doğru çıkmak durumundayız.
Yalnız burada ki bu süreç, bu
proses birinden çıkıp diğerini bırakmak süreci değil. Mesela H. Bektaş Veli’nin
4 kapı, 40 makam dediği bir anlayış var. Onun da temelleri başka bir yere
dayanıyor. Yani şeriat, tarikat, marifet, hakikat dörtlüsünü dört mertebesinin
birinden birine kapı açılıp öyle geçiliyor içine ama geçtikten sonra çıktığınız
yeri terk etmiyorsunuz, birbirinin içinden çıkan bir yapı bu.
Böyle olunca ister istemez siz
bu yeryüzü hayatında özü arıyorsanız, dinin özünü arıyorsanız, -adına tasavvuf
demeyelim onun, Tasavvuf kelimesi zaten çok sonra konmuştur.- Fonksiyonel
olarak, pratik olarak bakalım olaya. İster istemez bu süreç vardır ve bütün
dinlerde vardır.
S. – Özünü arıyorsam kitaba
bakarım, okurum öğrenirim şeklinde olmuyor mu?
M. – Kitaba nasıl bakıyorsunuz?
Gözle bakıyorsunuz. Kitap dediğiniz şey fiziki bir kitap, basılı bir kitap.
Nöronlarla fiziki bir irtibat kuruyorsunuz. Okumayla beraber sizin beyninizde
bazı fotoğraflar elde ediliyor. O fotoğraflar sadece bilgi değildir, onun sizin içinizde yerleşmesi gerekir. İman
epistomolojik bir aşk sürecidir.
S. – Yani tasavvufa geçiyoruz o
zaman.
M. – İster istemez, aksi
takdirde siz imanı salt kitap okuyarak, okuduğunuz kitaplardan cedel dediğimiz,
diyalektik geliştirerek bir yönteme indirgersiniz ki o ilim değildir,
deformasyondur.
P. – Tasavvuf şekilden ziyade
özle ilgileniliyor, şimdi özde aranan, esas olan ne. İnsan kendini mi arıyor,
Allah’ı mı arıyor, hakikati mi arıyor, yani orada neyin peşinde.
M. - Kur’an ı kerim de Cenab-ı Allah der ki; ben
sizi kendi ellerimle yarattım ve sonra kendi ruhumu üfledim ve nefahtü fiyhi
min RuhİY.. (Hicr/29) ben size kendi ruhumu üfledim. Bu demektir ki insan ile
yaratıcısı Allah arasında çok ruhsal bir irtibat var, yani bizim ruhumuz
dediğimiz şey aslında Allah’ın ruhu Kur’an a göre. Allah açık bir şekilde başka
bir düşünceye mahal vermemek üzere anlatıyor, ben size kendi ruhumu üfledim.
O zaman bizim özümüz bu. Daha
sonra insan yeryüzü hayatına, yani bedenli bir varlık haline gelmesiyle beraber
o ruh beden faaliyetleri ile beraber örtülmeye başlıyor. İster istemez beden,
cisim, madde ruhun önüne geçmeye başlıyor. Bedenle ruh irtibatını iyi sağlamış
insanlara veli deniliyor, bilge kişiler deniliyor. Bedeni at, ruhu da süvari
olarak görüyor eskiler benzetme yapıyorlar. Diyorlar ki Atı her zaman süvari
kullanmalı, süvari kullandığı zaman, yani ruh bedene hakim olduğu zaman ideal
bir kişi ortaya çıkıyor.
O zaman biz bedenli varlıklar
olarak zamanla kayıtlıyız. Yani hepimiz bir tarihte doğduk, bir anne babadan
pedah olduk diyelim. Allah onlardan razı olsun, Anne babalarımız bizi bu
bedenli varlık haline getirdiler. Ancak ister istemez doğumla beraber bir
yaşlanma süreci başlıyor, yani her doğan yaşlanıyor, pörsüyor ve ölüyorsunuz.
Yani bu bir kayıtlı dünya, sınırlı bir dünya.
O zaman ben dediğim şey bu
60-70-80-90 neyse artık yıl içerisinde olup biten ne. Ben bu kadar ucuza
harcanacak varlık mıyım. Toprak oluyorsunuz gidiyorsunuz.
S. – Peki ruhumuz?
M. – Eğer ruhumuz yok ise,
sadece insan dediğimiz şey bu bedenden ibaretse çok ucuza harcanıyoruz. Oysa ki
Allah ben size kendi ruhumdan üfledim deyince demek ki bizim özümüz dediğimiz,
bizim kaynağımız ruhumuz oluyor. Zaten modern insanın en büyük sıkıntısı,
problemi kendi özünün ne olduğunu bilememesinde yatıyor. Öz arayışlarını
değişik şekillerde dışarıya yansıtıyor.
Bunu mesela normalde diyelim ki
bir futbol müsabakası, bir spordur neticede izlenir, zevk alınır keyf alınır.
Veya bir müzik konseridir izlenilir zevk alınır. Oysaki bir futbol
müsabakasının dahi izleyen kişi kendini özdeşleştiriyor neredeyse, futbolda
fani oluyor tabir caizse. İşte futbol olmazsa ben hiçim demeye başlıyor.
Bakınız insanın psikolojik
olarak bir şeyle aynileşme diyoruz biz buna identifikasyon. Kendini
aynileştirmesi ihtiyacı var. Biz onu dinle, Allah ile yaptırmazsanız o kişiyi,
başka bir şeyle bunu yapacaktır zaten ve yapıyordur. Dolayısıyla her insan bir
yerle eklemlenmek istiyor, kendisini bir yere kapamak istiyor, yamamak istiyor,
bu şekilde tamamlanıyor. İnsanın kaynağı özü tanrısal, ilâhi olduğu için
tasavvuf insanın bu fiziki âlemde fiziki yapı içerisinde özünü tanımaya doğru
pay istiyor. Tasavvufun İslâm’a getirdiği formatlama tabir caizse, veya
izleyicilerimiz daha iyi anlasınlar diye söyleyelim. Bir eğitim, talim terbiye
sistemi haline getirilmesi.
S. – Diyelim buna inandı İnsan, kendini tanımak
için nasıl eğitiyor? Bektaşi’nin yaptığı gibi, Mevlana’nın yaptığı gibi
öğrencilerine bir eğitim süreci midir bu, öğrenilebilir mi?
M. – Tabii ki nasıl daha evvel
hukuk okullarından bahsettik, potansiyel olarak her insan. Yine Allah Kur’an ı
kerim de diyor ki; Ben insana kendi isimlerimi öğrettim. (Bakara/31) Size Allah
kendi isimlerini yüklemiş vaziyette. Yani Serdar Turgut’a bu isimler yüklenmiş
vaziyette. Onun yapacağı şey bu bilinç düzeyine çıkması. Bu şuur halinden
yabancılaştığı zaman sıkıntı içerisinde olur, çünkü kaynağını bilemiyor. İnsana
mutluluğunu verecek herhangi bir başka alanlar tarihte, felsefelerde,
ideolojilerde, siyasetlerde. Öyle ideolojiler, öyle felsefeler yeryüzü gördü ki
hala günümüzde var. İnsana huzur, tam bir mutluluk verme iddiasında olan
yerler.
Oysaki bunların hiç biri, yani
insanın ekonomik tarafını düzeltebilirsiniz, konjoktürel bazı taraflarını ıslah
edebilirsiniz ama insanın iç huzuru
dediğimiz şey, insanın rabbini bulması ile irtibatlıdır. İnsanın rabbisi az
evvel söyledim kendi ruhunu üflemesidir. Dolayısıyla bu ayet üzerinde,
S. – Kendimizi keşfetmek gibi
değil mi?
M. – Evet, yani o delfik, delf
muhabbetinde yazılı olan Kendini bil, rabbini bilirsin. Yani
“Men arefe
nefsehu fekad arefe Rabbehu” Kendini bil, Yunus’un diliyle sen seni bil sen
seni. Sen, seni bil den maksat benim fiziki yapım değil. Nerede doğduğum,
nereli olduğum değildir. Benim özüm nereden yeryüzüne düştü, şu an ben
neredeyim, üç beş gün sonra öleceğim, nereye gidiyorum, ölüm ne, nereden
geldim. Bu metafizik sorular insanın huzurunu sağlayacak sorulardır.
S. – Ama cevap ta bulması lazım.
M. – Tabii ki, her şeyin başı soruyu sormakla
başlar, cevap ta işte arifler dediğimiz İslâm düşüncesini manevi bir ekol
olarak programlamış olan Hacı Bektaş Veli ler, H. Ahmed Yesevi’ler.
S. – Bir s0oru soracağım, din genelde çok fazla
soru sorulmadan yaşanan bir şey olarak algılıyoruz biz yani kuralları var,
kitabı var, öğretildiği bir biçim var ve fazla sorgulanmadan yaşayan bir iş.
Hâlbuki siz burada daha çok sorgulamaya çok önem verdiniz, her şeyi sorguluyorsunuz.
Buna nasıl bir ayrım yapacağız?
M. – Şimdi efendim dindeki düzeyler arasında
ayrımlar var. Yani tasavvuf ve din diye bir ayrım yok. Dinin kendi içerisinde
ki katmanlarda ayrımlar var, anlayış farklılıkları var. Yani mesela bir anlayış
peygamberin zahiri hayatına bakarak namaz nasıl kılınacağını öğrenin, o şekilde
namazınızı kılın din budur. Yani din sadece hukuki bir yapıdır diyenler.
Ama öbürküsü Hayır, işte Niyazi Mısrî’nin dediği
gibi; Savm-u Salat-u Hac ile
Sanma biter zahid işin
İnsan-ı kâmil olmaya
Lazım olan irfan imiş.
Sanma biter zahid işin
İnsan-ı kâmil olmaya
Lazım olan irfan imiş.
Zahidlik denen bir düzey var. Zahid sadece peygamberin hayatında ne
yaptığına bakıyor. Bunu o kadar ifrat düzeyine çıkaran var ki mesela hiç karpuz
yemeyen var. Neden yemiyorsun? Peygamberin karpuz yediğine dair hiçbir rivayet
elime geçmedi. Peki, yemeyin dediğine dair bir rivayet geçti mi? Yo demedi. O
konuda herhangi bir şey söylememiş olması onu yasaklı kılmaz. Bir konuda
peygamberler yapmamız gerekli olan şeyleri söylerler. Dolayısıyla yapılması
serbest olan şeyler size açık bırakılmıştır.
Böylece zihniyet daralması manevi hayatın önünde en büyük engeldir,
bunun karşılığına biz zahitlik diyoruz. Arif, zahidin üst makamıdır. Niyazi
Mısri bir şiirinde diyor ki sadece oruç tutmakla, sadece namaz kılmakla, sadece
hacca gitmekle insanı kâmil olunamaz diyor, lazım olan irfan imiş. Yani namazın
irfanını bileceksin, secdenin felsefesini bileceksin. Açıklamada peygamberimiz
diyor ki Allah’a bir kulun en yakın olduğu yer secde anıdır. Secde Hafız’ın
divanında sırılsıklam olan bir yerdir. Hatta izleyicilerin iz’anını biraz
zorlayalım, bizim edebiyatımızda geçer bu. Meşhur şair Hafız’ın divanında
geçer. Seccadeyi şaraba bulamadan hakkı bulamazsın. Diye bir tabir geçer. Tabii
ki burada sembolizm var, yani izleyicilerimizi mübarek ramazan ayında farklı
yerlere çekmeyelim.
Burada şarap aşkı sembolize eder, dolayısıyla seccade denilen yer, namaz
kılınan yerin sadece bir aerobik pedi gibi düşünmemek gerekir, üzerinde aerobik
çalışmalar yapılan bir ped değildir o. Onda gözyaşı olması gerekir, on da uzun
durulması gerekir, onda, işte 12 dakikada tesbih dâhil teravih namazından
çıkaran bir imam varmış oraya gidelim derlermiş. Allah’tan bu sene diyanet el
koydu bu olaya, ama geçtiğimiz senelere kadar çok yaygın bir şeydi. Falanca
yerde, kapısında da son model arabaların olduğu bir imam efendi 12 dakikada
tesbih dâhil teravih namazı kıldırıyor diye herkes oraya koşuyordu.
Şimdi bu namaz sevap değildir. Yani 20 rekâtlık uzun bir namazı 12
dakikada çıkarıyor olmak, bir spor salonu haline getirir orayı.
S. – Neden çok tutuluyor popüler oluyor?
M. – Şimdi efendim teravih namazının maneviyatta ki yeri anlatılmadığı
için ister istemez toplumumuz da bu tür şeyler salt, hukuki yaptırımlar olarak
anlaşılıyor. Yani askeriye de vardır, gece lamba söndürülecek diye, onu oraya
yazmak gerekmez, o sizin içinizde olan bir şeydir ve kapatırsınız.
S. – Bazı insanlar anladığım kadarıyla dinini içselleştirerek, kendini
tanıyarak ve tamamen yaşamama açısından dolayı kaynaklanıyor bunlar değil mi?
Tasavvuf mu yardımcı oluyor insana herhalde.
M. – Evet.
P. – Benim merak ettiğim şu, sizin anlattığınızdan doğru bir çıkarım mı
bu, gerek din de ya da başka bir alanda da belki uygulanabilir. Bir konunun
uzmanı olabilirsin, o konuya dair şekli olarak her şeye vakıf olabilirsin. Ama
bu onun özünü bileceğin anlamını taşımıyor, doğru değil mi?
M. – Tabii ki.
P. – Şimdi buradan yola çıkarak az önce siz dediniz ya bir yola girmek
önemlidir. Ben de şunu soracağım, o yola giren tüm insanlar, örneğin siz,
örneğin ben veya Y bey. Eğer kendimizi zorlar isek mutlaka aynı noktada buluşur
muyuz, yoksa o bize verilen bir lütuf mudur.
M. – Bir yere kadar sizin belli bir astrolojik bir yapınız var, belirli
bir fiziki yapınız var, belirli bir müktesebatınız var. Yani start noktası
dediğimiz başlangıç noktasında farklı yerlerden başlıyoruz. Efendim
cinsiyetiniz var vs. yani tesir eden belirli faktörler var. Bunlarla beraber
siz başladığınız zaman, ben de bir yerden başladığım zaman bir müddet farklı
gidebiliyoruz. Bu artık yedili sistemde ilk dört derece denebilir. İnsiyatik
yapılarda, yani tasavvuf bir insiyatik yapıdır.
S. – Ne demek o?
M. – Dikey manada seyr – sülük yaptırılarak, yolculuk yaptırılarak
derece derece insanı terakki ettirmeyi hedefleyen bir sistemdir.
S. – Bu batınilik gibi bir şey mi, var bu gelenekte değil mi?
M. – Anadolu İslâm’ı bu İslâm’dır, tasavvufi İslâm’dır, ilm-i batıni
esas alır, batın iç demektir, zahir dış demektir. Şunu iyi biliyoruz ki durup
dururken bir şeye dış diyemeyiz, dışa her zaman için bir iç gerekir. Yani bir
iç olmadan dış olamaz. Dolayısıyla tezahür, zuhura geliş, açığa çıkış her zaman
içten dışarı doğru olmuştur. Yolculukta bunun tam aksi olarak dıştan içeri
doğru olur.
S. - Batınilik ezoterizmdir değil
mi?
M. – Batın iç demektir, ezoterizm de, egzoterizmin zıddıdır. Ezoterizm
bu ilm-i Batının batı dillerinde ki karşılığıdır. İslâm da kullanılan bir tabir
değil. Ama yeni batıdan tercüme kitaplarında kullanılmaya başlandı. Mesela
Hristiyan ezoterizmi, Yahudi ezoterizmi der gibi İslâm ezoterizmi. İslâm
ezoterizmi denilen şey İslâm tasavvufudur. Bizim geleneğimizde ki adı bunun
tasavvuftur. Sufizm kelimesi bile yenidir. Yani izm kelimesi yoktu bizde.
S. – İslâm tasavvufu Anadolu da olan ezorerizmidir. Bunun Yahudi
ezoterizmi ile bağlantıları var mıdır acaba?
M. – Her dinin az evvel her dinin katları olduğunu söylemiştim.
Hristiyanlık dininin, Hindiuzmin vs. hepsinin katları var. Sizin katınız var,
benim katım var, her şey burada mertebeli. Yani “Bir ben var bende, benden
içeru” diyorsa Yunus Emre bunu söylemeye çalışıyor. 7 katlı septene denilen bir
sistem var, yani İslâm tasavvufunda nefs-i emareden başlayıp nefs-i Kâmile ye
kadar mertebe mertebe insanın eğitimi anlatılmıştır.
Az evvel bu ayrılıklar ve birliği sormuştunuz piramit benzeridir.
Piramidin altı geniş ve farklı ise, birlik yukarıya doğru daraldıkça oluşuyorsa
İslâm tasavvufu da insanı en alt düzeyinden alıp yukarıya doğru çıkarır.
Birlik, birleşme artık o üst düzeylerde olur. O açıdan sizin başladığınız
nokta, benim başladığım nokta farklı da olsa, isterseniz Arjantin de olun,
isterseniz Çinli olun farklı yerlerden başlanırsa da belirli bir şeyden sonra
yavaş yavaş yakınlaşma başlar. Dilde yakınlaşma başlar, yani aynı sözü
söylemeye başlarlar. (Devam ediyor)