İnsanda bilinç olayı çok önemli olduğu için bu konuya biraz fazla eğilmek gerekiyor. Bilinç’ in bizim BEN liğimiz olduğunu söylemiştik. Organik bir yapısı olmayan beynimizin ürettiği, beyne giriş yapan veriler çerçevesinde şekillenen bir yapı. İşte asıl BEN dediğimiz olgu. Yeteneklerimizi yani bedeni ve ruhi yapımızdaki unsurları kullanabilen Ben.
En fazla zihin, hafıza, zeka, hayal, vehim. düşünce ve aklı kullanabilen bilincimiz; şayet ne olduğu ve nasıl kullanabileceğimizi öğrenmemişsek genellikle biyolojik bedenimizin programına tabi olur. Bu program ise bedenimizin hormonlarımızın aktifleşme ve pasifleşme durumuna göre otomatik tepki zincirinden oluşur. Eskiler buna “ nefs ” ismini vermişler. Biyolojik bedenin programına hayvani nefs, Ruh bedenimizin programına ruhani nefs olarak ikiye ayırmışlar. Bilincimiz ise bu her iki programı da kullanmayı başarabilen BEN dediğimiz kimliğimizdir. Bahsedildiği gibi kişi yaşarken bir şekilde bilinçle ilgili özelliklerini öğrenememiş, kullanabilme iradesini gösterememişse, otomatik olarak bedeninin ihtiyaçlarının tatmini yönünde hormonsal sisteme tabi olur. Sevinme, üzülme, kızma, acı duyma olgusu, beklentiler herşey, bedensel etkilenmeler doğrultusunda sabitlenir. Düşünme yeteneği, zeka, hayal hep bu ihtiyaçların en iyi şekilde temin ve tatmin doğrultusunda çalışmaya başlar. Ne pahasına olursa olsun bedensel ihtiyaçların en iyi en tatmin edici şekilde oluşması amaçlanır. Tıpkı insan dışındaki hayvansal yaşam da olduğu gibi. Yalnız insanın yaratılış yetenekleri diğerlerine göre çok fazla olduğu için, ihtiyaçlar da, güçler de o derece fazladır.
İnsani değerler dediğimiz değerlerin oluşumu için, bilincimizin farklı çalışabildiğini kabullenmek, öğrenmek gerekmektedir. Yani Bedenimize kimin patron olduğunu göstermemiz. Onu bilinç kontrolüne alabilmemiz gerekir. Aksi halde bilincimiz bedenin kontrolünde gelişimini sürdürdüğü takdirde yaşayan diğer canlılardan hiçbir farkımız kalmaz.
Hepimizin bildiği gibi evrende ki yaşam; Bir formattan başka bir formata, bir boyut veya katmandan başka bir boyut veya katmana geçiş şeklinde sonsuz olarak devam eden bir sistemdir. Yaşadığımız bu madde boyutu adını verdiğimiz boyutta, sadece insan beyninin ürettiği Ruh beden ve bilinci, bir üst boyut veya katmana geçiş yapabilecek özelliktedir. Bu geçiş kişinin isteğine bağlı değildir. Doğup ölmemiz nasıl bizim isteğimizle olmuyorsa, geçişte aynı şekilde otomatik olarak gerçekleşecektir.
Bunu neden yazdım. Bilincimizin özelliklerini bu yaşamda fark edersek, Akıl dediğimiz derinlikli düşünebilme ve ileriye dönük tahminlerde bulunabilme, plan ve hazırlık yapabilme gücünü, geleceğe yönelik uzun vadeli beklentilerimiz yönünde, menfeatlerimize uygun davranışta bulunabilme imkanına kavuşuruz. Bildiğiniz gibi beden kendi hormonsal ihtiyaçları konusunda, kendi isteği ile vazgeçme, zorluklara katlanma gibi şeylerden hoşlanmaz. Ancak ona patronun kim olduğunu, bedenin; bilincin hizmetine tahsis edilmiş bir araç, el ayak, göz kulak gibi bir organdan başka bir şey olmadığını gösterebilirsek, gelecekteki tehlikeleri fark edebilme sayesinde önlemleri de önceden alarak istediğimiz, arzu ettiğimiz bir yaşam sürme şansını bedenimizi kullanarak elde edebiliriz..
Bilinçlenmenin bu aşamasında Din devreye girer. Yalnız Din olgusuna bugünkü anlayışla yaklaşırsak sadece kendimizi kandırırız. Bugün bilimden uzaklaştırılmış mitolojik bir kavram gibi algılayıp takım tutar gibi Din tutarsak, bırakın geçeceğimiz boyutta bir faydasını görmeyi; Yaşadığımız Dünyada bile zarar görebiliriz.
Din; Kainat düzenidir. Sonsuz sayıda boyut ve katmanlardan meydana gelmiş, tespit edebildiklerimiz veya bilmediğimiz sonsuz sayıda alemlerin tamamının ismidir Din. Yaşamın sonsuz olduğunu, farklı aşamalarda, farklı boyutlarda boşluk bırakmadan devam edeceğini, bu nedenle de bir sonraki aşamada daha iyi şartlarda yaşayabilmek için bu yaşamda neler yapılabileceğini bize anlatmaya çalışır. Resul, Nebi dediğimiz insanlar, Bu sistemi yaratanın, yüksek beyin gücü ve algılama kapasitesi ile yarattığı, sistemi düzeni tüm aşamalarıyla algılayarak bize de fark ettirmeye, anlatmaya çalışan, öğreten, görevlendirilmiş kişilerdir. Onları, bir yaşam uzmanı, bir sistem uzmanı olarak düşünmemiz gerekir. Sistemin Anayasası niteliğindeki Kitabı ve onların söylemlerini, bugünün bilgileriyle çözmeye çalışıp yaşamımızı bir sonraki devreye hazırlık yapacak şekilde düzenlemeliyiz. Çünkü o devre neredeyse sonsuz bir dönemi kapsayacaktır. Yaşam şartları değişecek, Birlikte yaşayacağımız varlıklar değişecektir. Şu an o boyutu algılamıyor olabiliriz. Fakat bu onun olmadığı anlamına gelmiyor.
Hz. Ali’ nin söylediği gibi; kendisine “Ne o kadar sıkıntıya giriyorsun, ya öyle bir olgu yoksa boşuna uğraşmış olmayacak mısın” sorusuna “Peki ama ya varsa ve gerçekse ne olacak” hitabını bizde benimseyip yaşamımızı kendi kontrolümüze almayı öğrenmemiz gerekiyor.
Bütün bunlar, okuduğum eserlerden çıkardığım sonuçlardır. Yoksa çok bilmişlik, Alimlik gibi bir iddiam yoktur. Tabiî ki doğrusunu Allah bilir.
Her şeyin gönlünüze göre olması temennisiyle sevgi ve saygılar.
29 Nisan 2008 Salı
BİLİNCİMİZ – 1
İnsan olduğumuz halde, insanın ne olduğu konusunda fazla bir bilgimizin olmayışı ve bu konuyu neden hemen hemen hiç düşünmeyişimiz sizi de şaşırtmıyor mu? Gerçi herkes bir şeyler söylüyor. Ama öyle hale geldi ki Ruh ve bilinç kavramlarına inanmayanlar çoğalmaya başladı. İnsan denince görünüm olarak değerlendiriyoruz.. Biyolojik bedenimizi “insan” olarak kabul edip, başka bir vasfımızı yok farz ediyoruz. Ne kadar acı değil mi. Düşünmenin beyinde meydana geldiğini varsayıp, onu beyin’in hormonsal düzeyde bir fonksiyonu gibi görüyoruz. Tabii böyle olunca da davranışlarımıza yön verebilme gelecekle ilgili fikir üretebilme, plan yapabilme gibi yani BİLİNÇ dediğimiz en üst derecedeki KİMLİĞİMİZİ, gücümüzü kullanamıyoruz.
Eğitim sistemimize bakıldığında sadece biyolojik olarak bedenimizin işleyiş sistemini görüyoruz.. Bilinç ve Ruh la ilgili hiçbir öğreti yok. Psikolojik olarak etkilenmeleri ve onlarla ilgili konuları öğrenmeyi yeterli görüyoruz. Sanki bilinçli olarak bu konulara yaklaşılması yasaklanmış gibi gelmiyor mu size de? Hani hayvanat bahçesinde hayvanlara ait mekanlarda sınırlar vardır. Yine hayvan terbiyecilerinin ilgilendikleri hayvana koyduğu sınırlar vardır. O sınır aşılmaya kalkışıldığında sert önlemler, cezalar devreye girer. Bizi de sanki birileri terbiye ediyormuş gibi gelmiyor mu? Yok Ruh muş, yok bilinçmiş bunları öğrenmeyeceksin. Zaten öğrenecek bir şey de yok deniyor.
Halbuki dünya da ileri düzeyde olan birçok Devlet bu konu ile ilgili Üniversiteler ve araştırma merkezleri açıyor. Bu merkezlerden biri olan İngiltere Surrey Üniversitesi. Beyin ile ilgili çalışmaların birinde senkronize ateşlenme ve beyin elektro manyetik alanı (Bilinç alanı) teorisini geliştirdiler. Teori de kısaca uyarılan sinir hücresi bu elekromanyetik merkeze bir sinyal gönderiyor. Sinyal bu merkezden dalgasal bir şekilde diğer sinyallere otomatik olarak bağlanarak bütünleştiği tespit edilmiş durumda. Hatta bana kalırsa bu etkileşim diğer beyinlerden biri ile de ilgili ise yayınladığı enerji dalgaları ile diğer beyni bile etkilediği görüşündeyim. Düşünün, nazar dediğimiz olay bundan farklı bir olay değil. Hele son olarak suyunda etkilenen bir yapıya sahip olduğu Prof Tomato tarafından da ispatlandığı için, diğer beyinleri bırakın etkilemeyi, yapısını bile bozacak kadar da kuvvetli olabileceği görüşündeyim. Bildiğiniz gibi bedenimizin üçte ikisi sudan meydana gelmiştir.
Konuyu dağıtmayayım, bilim adamları arasında, bilincimizin beyindeki bu elektro manyetik alanda olabileceği fikri ağırlık kazanmış durumda. Biz insanı biyolojik bedeninden başka bir özelliği olmayan, düşünme ve davranış eylemleri beyinde hormonsal düzeyde gerçekleştiğini zannederken, batılı bilim adamları bilincin varlığını da geçmiş onun yeri ve işleyiş sistemini araştırıyor. İngiliz Prof. Mc. Fadden, Beyindeki bu elektro manyetik alanın tıpkı bir komuta merkezi gibi çalıştığı, davranış şekillerimizi oluşturan ilgili bölümlerdeki nöronları aktive eden, yahut pasifize eden bir merkez olduğunu, bu merkezin de aslında bizim kişisel irademizin ortaya ilk çıktığı yer olduğunu belirtiyor. Yani bilincimizin bu bölümün kendisi veya o alanda var olduğunu ileri sürüyor. Bir çok üniversitede Subliminal Vision Prof gibi programlarla bilinç düzeyinde eğitim, telkin, yerleşik bilgi depolama, zayıflama konularında oldukça da başarılılar. Şahsen kendim de kullanıyorum.
Bu konu önemli olması dolayısıyla bir yazı daha yazmayı düşünüyorum. Umarım düşünmeye meraklı beyinlere değişik bir soluk olabilirim.
Saygılar sevgiler. Her şey gönlünüzce olsun.
Eğitim sistemimize bakıldığında sadece biyolojik olarak bedenimizin işleyiş sistemini görüyoruz.. Bilinç ve Ruh la ilgili hiçbir öğreti yok. Psikolojik olarak etkilenmeleri ve onlarla ilgili konuları öğrenmeyi yeterli görüyoruz. Sanki bilinçli olarak bu konulara yaklaşılması yasaklanmış gibi gelmiyor mu size de? Hani hayvanat bahçesinde hayvanlara ait mekanlarda sınırlar vardır. Yine hayvan terbiyecilerinin ilgilendikleri hayvana koyduğu sınırlar vardır. O sınır aşılmaya kalkışıldığında sert önlemler, cezalar devreye girer. Bizi de sanki birileri terbiye ediyormuş gibi gelmiyor mu? Yok Ruh muş, yok bilinçmiş bunları öğrenmeyeceksin. Zaten öğrenecek bir şey de yok deniyor.
Halbuki dünya da ileri düzeyde olan birçok Devlet bu konu ile ilgili Üniversiteler ve araştırma merkezleri açıyor. Bu merkezlerden biri olan İngiltere Surrey Üniversitesi. Beyin ile ilgili çalışmaların birinde senkronize ateşlenme ve beyin elektro manyetik alanı (Bilinç alanı) teorisini geliştirdiler. Teori de kısaca uyarılan sinir hücresi bu elekromanyetik merkeze bir sinyal gönderiyor. Sinyal bu merkezden dalgasal bir şekilde diğer sinyallere otomatik olarak bağlanarak bütünleştiği tespit edilmiş durumda. Hatta bana kalırsa bu etkileşim diğer beyinlerden biri ile de ilgili ise yayınladığı enerji dalgaları ile diğer beyni bile etkilediği görüşündeyim. Düşünün, nazar dediğimiz olay bundan farklı bir olay değil. Hele son olarak suyunda etkilenen bir yapıya sahip olduğu Prof Tomato tarafından da ispatlandığı için, diğer beyinleri bırakın etkilemeyi, yapısını bile bozacak kadar da kuvvetli olabileceği görüşündeyim. Bildiğiniz gibi bedenimizin üçte ikisi sudan meydana gelmiştir.
Konuyu dağıtmayayım, bilim adamları arasında, bilincimizin beyindeki bu elektro manyetik alanda olabileceği fikri ağırlık kazanmış durumda. Biz insanı biyolojik bedeninden başka bir özelliği olmayan, düşünme ve davranış eylemleri beyinde hormonsal düzeyde gerçekleştiğini zannederken, batılı bilim adamları bilincin varlığını da geçmiş onun yeri ve işleyiş sistemini araştırıyor. İngiliz Prof. Mc. Fadden, Beyindeki bu elektro manyetik alanın tıpkı bir komuta merkezi gibi çalıştığı, davranış şekillerimizi oluşturan ilgili bölümlerdeki nöronları aktive eden, yahut pasifize eden bir merkez olduğunu, bu merkezin de aslında bizim kişisel irademizin ortaya ilk çıktığı yer olduğunu belirtiyor. Yani bilincimizin bu bölümün kendisi veya o alanda var olduğunu ileri sürüyor. Bir çok üniversitede Subliminal Vision Prof gibi programlarla bilinç düzeyinde eğitim, telkin, yerleşik bilgi depolama, zayıflama konularında oldukça da başarılılar. Şahsen kendim de kullanıyorum.
Bu konu önemli olması dolayısıyla bir yazı daha yazmayı düşünüyorum. Umarım düşünmeye meraklı beyinlere değişik bir soluk olabilirim.
Saygılar sevgiler. Her şey gönlünüzce olsun.
28 Nisan 2008 Pazartesi
POZİTİF ENERJİ ÜRETMEK
Günümüzde insanların aşırı hareketlilikten ve ihtiyaçların çeşitliliğinden dolayı gerilim halinde yaşıyorlar. Buna stres diyorlar. İnsanı canından bezdiren, sinirli, huysuz, kızgın hale getiren sebep. Uzun süre bende muzdariptim bundan. Ama herhalde karakterim nedeniyle araştırdığım için bundan da kurtulmanın yolunu bulduğumu sanıyorum.
Biliyor musunuz; bu kendimizi tanımamamızdan kaynaklanıyor. Önceki mutluluk ile ilgili yazılarımda insan beyninin kullanması gereken bir enerjiye ihtiyacı olduğunu açıklamıştım. İnsanın çevresine ve kendine olumlu pozitif bakabilmesi için pozitif enerji edinmesi gerekiyor. Bunu üreten santral, beynimizdir. Beynimiz; Kendi ürettiği enerji yeterli gelmediğinde, başka beyinlerden de pozitif enerji üretmesini sağlayarak dışardan da temin edebilmektedir.
Bakın bu hayal mahsulü, felsefi bir olgu değildir. Tamamen fiziksel etki tepki olayıdır. İnsan oluşumunun başlangıç dönemi olan ana karnında iken beyin gelişmeye başlıyor.Bu gelişim 4 ncü aydan doğuma kadar gelişimini sürdürür. Sonra çevre ve eğitimle kullanılabilirlik kazanır. Yani bizi mutlu edecek olgular, bu gelişimler sonucunda belirir. Kendimizi ve tanımak istediğimiz insanı ilk etapta yüzeysel olarak tanıyabilir, hangi tür davranışların beynimizde pozitif enerji üretimine sebep olabileceğini bulabiliriz.
Pozitif enerji denince, olumlu yönde gelişmeleri meydana getirebilecek enerji olarak anlıyoruz. Bir beyin olumlu yönde odaklanabildiği oranda (+) enerji üretebiliyor.. İnanan, inançlı kişiler bunu daha kolay yapar. Bunun nedeni beynin çalışma şeklinden kaynaklanır. Olumlu düşünmek, güzel düşünebilmek beyinde biyokimyasal olarak değişikliklere sebep olur. Mesela seratonin bunlardan biridir. Aynı şekilde üzüntü stres ve olumsuz düşünce de yine biyokimyasal değişimlere sebep olur. hatta o hale gelir ki bedenin savunma sistemini (immun siystem) çökerterek hastalıkların, bilhassa kanserin gelişmesine davetiye çıkarır. Yani kendimizi olumluya doğru yönlendirmemiz gerekiyor. İşin püf noktası işte bu. Yönlenebilmek, yönlendirebilmek.
Peki olumluya pozitif düşünmeye nasıl yönlendireceğiz? O da yine beynimize doğru sorular sorarak olumlu yönelme sağlayabiliriz. "Allahım bu neden başıma geldi, ben ne suç işledim, ne kötülük yaptım" diyerek değil; "Bunun şu şekilde olması gerekiyordu. Doğru etkenler oluşturamadığım için sonuçta böyle oldu. Artık aynı hataya düşmem" diyebilmeli, pozitif çıkar edinimine yönelebilmeli.
Bu düşünce tarzını benimsemek kolay değil. Çok eksersiz yapmak gerekiyor. Önce çevrenizde pozitif bir alan oluşturmalıyız. Bunu en yakınlarımızı kullanarak başlayabiliriz. Onları Pozitif enerji üreten hale daha kolay getirebiliriz. Onlara gülümseyin. Tuhafınıza gitse de, şimdiye kadar yapmamış olsanız da, Yanlış anlaşıla bileceğinizi sansanız da onlara sarılın, hatta öpün. Başta yapmacıkta olsa sevdiğinizi söyleyin. Küçük hediyeler alın. Bunların hepsi (+) enerjinin tohumlarıdır. Birde inançlı iseniz korkmayın. Kesin başarırsınız. Hani Dini terminolojide günah sevap kavramları var ya, onlar aslında bu Pozitif ve Negatif enerjilerdir. Tüm yaşam, hem bu dünya, hem diğer alemler, bu enerjilerden hangisini kullanmayı seçtiğimiz ve başardığımız ölçüde bize yansıyacaktır. Pozitif oluşumlara sebep olduğumuz oranda pozitifliği yaşayacağız, negatif oluşumlara sebep olduğumuz oranda da negatifliği yaşayacağız. Seçim bizim.herşey gönlünüzce olsun.
Biliyor musunuz; bu kendimizi tanımamamızdan kaynaklanıyor. Önceki mutluluk ile ilgili yazılarımda insan beyninin kullanması gereken bir enerjiye ihtiyacı olduğunu açıklamıştım. İnsanın çevresine ve kendine olumlu pozitif bakabilmesi için pozitif enerji edinmesi gerekiyor. Bunu üreten santral, beynimizdir. Beynimiz; Kendi ürettiği enerji yeterli gelmediğinde, başka beyinlerden de pozitif enerji üretmesini sağlayarak dışardan da temin edebilmektedir.
Bakın bu hayal mahsulü, felsefi bir olgu değildir. Tamamen fiziksel etki tepki olayıdır. İnsan oluşumunun başlangıç dönemi olan ana karnında iken beyin gelişmeye başlıyor.Bu gelişim 4 ncü aydan doğuma kadar gelişimini sürdürür. Sonra çevre ve eğitimle kullanılabilirlik kazanır. Yani bizi mutlu edecek olgular, bu gelişimler sonucunda belirir. Kendimizi ve tanımak istediğimiz insanı ilk etapta yüzeysel olarak tanıyabilir, hangi tür davranışların beynimizde pozitif enerji üretimine sebep olabileceğini bulabiliriz.
Pozitif enerji denince, olumlu yönde gelişmeleri meydana getirebilecek enerji olarak anlıyoruz. Bir beyin olumlu yönde odaklanabildiği oranda (+) enerji üretebiliyor.. İnanan, inançlı kişiler bunu daha kolay yapar. Bunun nedeni beynin çalışma şeklinden kaynaklanır. Olumlu düşünmek, güzel düşünebilmek beyinde biyokimyasal olarak değişikliklere sebep olur. Mesela seratonin bunlardan biridir. Aynı şekilde üzüntü stres ve olumsuz düşünce de yine biyokimyasal değişimlere sebep olur. hatta o hale gelir ki bedenin savunma sistemini (immun siystem) çökerterek hastalıkların, bilhassa kanserin gelişmesine davetiye çıkarır. Yani kendimizi olumluya doğru yönlendirmemiz gerekiyor. İşin püf noktası işte bu. Yönlenebilmek, yönlendirebilmek.
Peki olumluya pozitif düşünmeye nasıl yönlendireceğiz? O da yine beynimize doğru sorular sorarak olumlu yönelme sağlayabiliriz. "Allahım bu neden başıma geldi, ben ne suç işledim, ne kötülük yaptım" diyerek değil; "Bunun şu şekilde olması gerekiyordu. Doğru etkenler oluşturamadığım için sonuçta böyle oldu. Artık aynı hataya düşmem" diyebilmeli, pozitif çıkar edinimine yönelebilmeli.
Bu düşünce tarzını benimsemek kolay değil. Çok eksersiz yapmak gerekiyor. Önce çevrenizde pozitif bir alan oluşturmalıyız. Bunu en yakınlarımızı kullanarak başlayabiliriz. Onları Pozitif enerji üreten hale daha kolay getirebiliriz. Onlara gülümseyin. Tuhafınıza gitse de, şimdiye kadar yapmamış olsanız da, Yanlış anlaşıla bileceğinizi sansanız da onlara sarılın, hatta öpün. Başta yapmacıkta olsa sevdiğinizi söyleyin. Küçük hediyeler alın. Bunların hepsi (+) enerjinin tohumlarıdır. Birde inançlı iseniz korkmayın. Kesin başarırsınız. Hani Dini terminolojide günah sevap kavramları var ya, onlar aslında bu Pozitif ve Negatif enerjilerdir. Tüm yaşam, hem bu dünya, hem diğer alemler, bu enerjilerden hangisini kullanmayı seçtiğimiz ve başardığımız ölçüde bize yansıyacaktır. Pozitif oluşumlara sebep olduğumuz oranda pozitifliği yaşayacağız, negatif oluşumlara sebep olduğumuz oranda da negatifliği yaşayacağız. Seçim bizim.herşey gönlünüzce olsun.
27 Nisan 2008 Pazar
SEVGİYİ YAŞAMAK
Yaşamında sevgiyi aramamış bir varlık olduğunu düşünemiyorum. Çünkü yaşamın kendisidir sevgi. Sadece onu tanımakta zorlananlar, Kendi düşünceleri doğrultusunda olduğunu sananlar, sevgi her isteğimi yerine getiren kişiye duyduğum histir diyenler vardır. Bu nedenle sevgi iki bölümde incelenmesinde yarar vardır.
1 - Sevgiyi sadece dilinde kullanan edebiyatı ile tanıyanlar,
2 - Sevgiyi gerçekten tanıyıp onu gönlünde duyanlar.
Sevgi konusunda daha önce de yazdığım için tarifi konusunu kısa keseceğim. Sevgi, sevilen varlığa teslim olmak, onun isteklerini karşılık beklemeden yerine getirmek, her an onunla olmak arzusu duymaktır. Hoşlanmakla çok karıştırıldığı için genellikle hoşlanılan beğenilen varlığa duyulan his zannedilir. Halbuki bir şeyden hoşlandığınızda. Beğendiğinizde ona sahip olmak istersiniz. Halbuki sevgide kendi benliğinizi, kendi isteğinizle sevdiğinize teslim edersiniz. Onun için yaşarsınız adeta. Sevdiğiniz mutlu olduğunda, sizde mutlu olup, incindiğinde mutsuz olursunuz, Gerçek sevgide artık siz yok olursunuz. İşte sevgi böyle bir şeydir.
İnsanlık tarihi boyunca düşünce adamları hep sevgiyi tanıtmaya, sevgiyi öğretmeye çalışmışlar. Lakin çok kişide her şeyde olduğu gibi sevgi kavramını da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlar. Günümüzde ise nesli tükenmiş canlı gibi sevginin edebiyatıyla yetinip, beğenmeyi hoşlanmayı sevgi zannederek çoğu kez "sevdiğimize" kızıyoruz.
Bir hikaye okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla anlatmaya çalışayım. Gönül ehli birine sevgiyi sormuşlar. Sevginin sözünü edenlerle, sevgiyi yaşayanlar arasında ne fark vardır diye. O da; "Göstereyim" demiş.
Özel bir sofra kurulmuş. Sevgiyi sadece dilinde olduğunu düşündüğü kişileri davet etmiş. Çorbalar konmuş. Yalnız kaşıklar kişinin ağzına götürebileceğinden büyükmüş. Tek şartta kaşığın sapının ucundan tutarak yenmesi gerekli imiş. Kaşığın ucundan tuttuklarında ise kaşık, ağızlarına götürebileceklerinden çok büyükmüş. Sofradakiler bin bir türlü pozisyon deneyerek doğru dürüst çorbayı içemeden sofradan aç kalkmışlar. Onlar gidince sevgiyi gönülden yaşayanları, gönül gözüyle tanıyarak seçip, sofraya buyur etmiş. Aynı şartı onlara da bildirmişler. Son gelenler kaşığı tarif edildiği şekilde tutup karşısındaki arkadaşının yemesini sağlayarak hepsi de karınlarını doyurup, şükredip kalkmışlar.
İşte o zaman bu düzeni hazırlayan gönül adamı; kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini, arkadaşını düşünür ve önce onun doymasını sağlarsa, kendisi de kardeşi ya da arkadaşı tarafından doyurulacaktır. Diyerek asıl sevginin ve onu yaşamanın püf noktasını örnekle anlatmış.
Zamanımızda bizler ise sevginin gerçek anlamını bilmediğimiz için çoğu kez "Ha şu komşunun kızı sevgimi?" diyerek birde espri yapabiliyoruz. Ne kadar acı değil mi?
Herkesin sevgiyi tanıması ve yaşaması dileği ile her şey gönlünüzce olsun.
1 - Sevgiyi sadece dilinde kullanan edebiyatı ile tanıyanlar,
2 - Sevgiyi gerçekten tanıyıp onu gönlünde duyanlar.
Sevgi konusunda daha önce de yazdığım için tarifi konusunu kısa keseceğim. Sevgi, sevilen varlığa teslim olmak, onun isteklerini karşılık beklemeden yerine getirmek, her an onunla olmak arzusu duymaktır. Hoşlanmakla çok karıştırıldığı için genellikle hoşlanılan beğenilen varlığa duyulan his zannedilir. Halbuki bir şeyden hoşlandığınızda. Beğendiğinizde ona sahip olmak istersiniz. Halbuki sevgide kendi benliğinizi, kendi isteğinizle sevdiğinize teslim edersiniz. Onun için yaşarsınız adeta. Sevdiğiniz mutlu olduğunda, sizde mutlu olup, incindiğinde mutsuz olursunuz, Gerçek sevgide artık siz yok olursunuz. İşte sevgi böyle bir şeydir.
İnsanlık tarihi boyunca düşünce adamları hep sevgiyi tanıtmaya, sevgiyi öğretmeye çalışmışlar. Lakin çok kişide her şeyde olduğu gibi sevgi kavramını da kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlar. Günümüzde ise nesli tükenmiş canlı gibi sevginin edebiyatıyla yetinip, beğenmeyi hoşlanmayı sevgi zannederek çoğu kez "sevdiğimize" kızıyoruz.
Bir hikaye okumuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla anlatmaya çalışayım. Gönül ehli birine sevgiyi sormuşlar. Sevginin sözünü edenlerle, sevgiyi yaşayanlar arasında ne fark vardır diye. O da; "Göstereyim" demiş.
Özel bir sofra kurulmuş. Sevgiyi sadece dilinde olduğunu düşündüğü kişileri davet etmiş. Çorbalar konmuş. Yalnız kaşıklar kişinin ağzına götürebileceğinden büyükmüş. Tek şartta kaşığın sapının ucundan tutarak yenmesi gerekli imiş. Kaşığın ucundan tuttuklarında ise kaşık, ağızlarına götürebileceklerinden çok büyükmüş. Sofradakiler bin bir türlü pozisyon deneyerek doğru dürüst çorbayı içemeden sofradan aç kalkmışlar. Onlar gidince sevgiyi gönülden yaşayanları, gönül gözüyle tanıyarak seçip, sofraya buyur etmiş. Aynı şartı onlara da bildirmişler. Son gelenler kaşığı tarif edildiği şekilde tutup karşısındaki arkadaşının yemesini sağlayarak hepsi de karınlarını doyurup, şükredip kalkmışlar.
İşte o zaman bu düzeni hazırlayan gönül adamı; kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini, arkadaşını düşünür ve önce onun doymasını sağlarsa, kendisi de kardeşi ya da arkadaşı tarafından doyurulacaktır. Diyerek asıl sevginin ve onu yaşamanın püf noktasını örnekle anlatmış.
Zamanımızda bizler ise sevginin gerçek anlamını bilmediğimiz için çoğu kez "Ha şu komşunun kızı sevgimi?" diyerek birde espri yapabiliyoruz. Ne kadar acı değil mi?
Herkesin sevgiyi tanıması ve yaşaması dileği ile her şey gönlünüzce olsun.
SEVGİYİ TANIMAK
Sevgi kelimesini hepimiz bilir ve kullanırız. Anlamını kendimize göre yapar, öyle de inanırız. Tuhaf olan taraf, bizim bu tarifimizi herkes bilsin, kabul etsin ve uygulasın isteriz. Hatta bunun için bazen zorlarız.
Üniversite yıllarımda yaşadığım bir olay, sevgi kavramına bakış açımı değiştirmişti. Bunu sizlerle paylaşmak istedim. Belki sizlerin de sevgi kavramınıza değişik bir boyut getirebilir.
İktisat ikinci sınıfta idim. Çok sevdiğim bir kız arkadaşım vardı. Her an onunla olmak, ondan hiç ayrılmamak isterdim. O İşletme de olduğu için derse gitmek bana acı veriyordu. Hani bugünkü gibi cep telefonlarımız olsaydı herhalde derste bile sohbet edebilirdik. Neyse arkadaşlığımız uzunca bir süre güzel devam etti. Ta o okul gezisine kadar.
Bir okul gezisine katılmıştık. Uludağ'da Kirazlı yayla'da piknik yapacaktık. Ne hayaller kurmuştum. Elele tutuşup kırlarda koşuşturacaktım. Kayaların tepesine birlikte oturup hayaller kuracaktık. O ağacın dibinde otururken ben onun dizlerine başımı koyup... anlayın işte, romantik bir havaya girmiştim. Ertesi gün olduğunda neşe içinde alana geldik. Ben hemen hadi biz gezelim dedim. O hayır bugün arkadaşlarla beraber olacağız. Bazı eğlenceler düzenledik sende gel dedi…..! Bana... Sevdiği adama... Çok bozulmuştum. Çok kızmıştım. “Bizde aynı. Arkadaşlarlayız, fırsat bulursan gel” deyip oradan uzaklaştım. Bir mazeret uydurarak şehre dönen bir arabayla geri döndüm. Tamam diyordum işte gerçek yüzünü gördük. Sever gibi davranıp bizi kullanmış. Sırf hoş vakit geçirmek için, can sıkıntısından kurtulmak için benimle olmuş. Neler düşünmedim ki. O hırsla nereye gittiğimi bilmeden. Mudanya arabasına binmişim.
Mudanya'yı bilir misiniz bilmem. Çıkışında Arnavut köy diye küçük bir koyu vardır. Üst kısmı denizden 80- 90 metre yukarıda bir tepe vardır. Oraya gitmeye karar verdim. Tepeye ulaştığımda tuhaf bir durumla karşılaştım. Biraz yaşlı, buruşuk pardösü ve fötr şapkalı bir adam vardı. Tuhaf olan martıların durumu idi. Adam elindeki poşetten bir balık alıp havaya kaldırıyor, martılarda onu kapma yarışına giriyorlardı. Sanki birlikte oyun oynuyorlardı. Bir tanesi omuzun da, bir tanesi başında, gerisi de havada çığlık çığlığa oynuyorlardı. Ben yaklaşınca martılar uzaklaşmaya başladılar. Adam bana dönüp "yavaş ol hareket etme" dedi. Elindeki torbadan birkaç balık alıp havaya savurdu. Martıların onları havada kapmalarını gülümseyerek izledi. Bu sanki bir işaretmiş gibi Martılar uzaklaştılar.
Adam gülümseyerek gelip yanıma oturdu. Cebinden çıkardığı su şişesiyle ellerini yıkarken, sanki beni daha önce tanıyormuş gibi "Merhaba, hoş geldin" dedi. "Ne o, suratın mahkeme duvarı gibi olmuş. Kız meselesi mi?" Hiç sesimi çıkarmadım. Ama kızmıştım. Beni hiç umursamadan konuşmaya devam ediyordu. "Bilirim o duyguyu. Ben de yaşadım". Dayanamadım "seni bu hale o mu getirdi" diye alaycı bir şekilde konuştum. Zaten çatmaya adam arıyordum... Adam eğilip yüzüme, gözlerime baktı. "Çok mu seviyordun?" cevap vermedim. "Seni ilgilendirmez" diyecektim demedim. Artık kimseyi sevebileceğime de inanmıyordum. Konuşmak bile istemiyordum.
Adam başını çevirip gözlerini denize diktikten sonra; "Evlat sen onu sevmemişsin. Hoşlanmışsın, beğenmişsin, ama sevmemişsin" dedi. Sevmek başka nasıl olurdu ki. Adam mırıldanarak devam ediyordu. "Sevmek sevilene tabi olmaktır. Onun için yaşamak, onun için nefes almak, Onun kendisini alıp sahiplenmesini, hissetmek demektir. Birisini seviyorum dediğin zaman onun gibi düşünen, onun gibi gören, onun gibi değerlendiren kişi olursun. Sana karşılık vermesini değil seni kullanmasını istersin. Sen ise onun sana ait olmasını istiyorsun, seninle olmasını, sana, senin istediğin gibi davranmasını bekliyorsun. Kendi egon yüzünden onun da bir kişiliği, iradesi, tercihleri olacağı hiç aklına gelmiyor. Sen ona sahip olmak, ondan faydalanmak istiyorsun. Bunun adı sevgi değil hoşlanmak, beğenmektir. Unutma sevmek sevdiğine teslim olmak, hoşlanmak, beğenmek ise teslim almaktır. Şimdi git ona olan duygularını yeniden bir değerlendir. Doğru karar vermemen hem kendini hem de sana değer verenleri üzer. Sana da onlara da yazık olur."
Adam kalkıp yavaşça oradan uzaklaştığında, ben yerimden kalkamamıştım bile. Kafam allak bullak olmuştu. Bende yavaşça kalkıp dönüş yolunu tuttum. Ama artık sakindim. Sevgiyi tanıyordum. Daha şimdiden onun sıcaklığını hissediyordum. İşte sevgiyle böyle tanıştık.
İnsanın bazı güzel şeyleri idrak edebilmesi için illaki acı çekmesi mi gerekiyor acaba?
Her şey gönlünüzce olsun.
Üniversite yıllarımda yaşadığım bir olay, sevgi kavramına bakış açımı değiştirmişti. Bunu sizlerle paylaşmak istedim. Belki sizlerin de sevgi kavramınıza değişik bir boyut getirebilir.
İktisat ikinci sınıfta idim. Çok sevdiğim bir kız arkadaşım vardı. Her an onunla olmak, ondan hiç ayrılmamak isterdim. O İşletme de olduğu için derse gitmek bana acı veriyordu. Hani bugünkü gibi cep telefonlarımız olsaydı herhalde derste bile sohbet edebilirdik. Neyse arkadaşlığımız uzunca bir süre güzel devam etti. Ta o okul gezisine kadar.
Bir okul gezisine katılmıştık. Uludağ'da Kirazlı yayla'da piknik yapacaktık. Ne hayaller kurmuştum. Elele tutuşup kırlarda koşuşturacaktım. Kayaların tepesine birlikte oturup hayaller kuracaktık. O ağacın dibinde otururken ben onun dizlerine başımı koyup... anlayın işte, romantik bir havaya girmiştim. Ertesi gün olduğunda neşe içinde alana geldik. Ben hemen hadi biz gezelim dedim. O hayır bugün arkadaşlarla beraber olacağız. Bazı eğlenceler düzenledik sende gel dedi…..! Bana... Sevdiği adama... Çok bozulmuştum. Çok kızmıştım. “Bizde aynı. Arkadaşlarlayız, fırsat bulursan gel” deyip oradan uzaklaştım. Bir mazeret uydurarak şehre dönen bir arabayla geri döndüm. Tamam diyordum işte gerçek yüzünü gördük. Sever gibi davranıp bizi kullanmış. Sırf hoş vakit geçirmek için, can sıkıntısından kurtulmak için benimle olmuş. Neler düşünmedim ki. O hırsla nereye gittiğimi bilmeden. Mudanya arabasına binmişim.
Mudanya'yı bilir misiniz bilmem. Çıkışında Arnavut köy diye küçük bir koyu vardır. Üst kısmı denizden 80- 90 metre yukarıda bir tepe vardır. Oraya gitmeye karar verdim. Tepeye ulaştığımda tuhaf bir durumla karşılaştım. Biraz yaşlı, buruşuk pardösü ve fötr şapkalı bir adam vardı. Tuhaf olan martıların durumu idi. Adam elindeki poşetten bir balık alıp havaya kaldırıyor, martılarda onu kapma yarışına giriyorlardı. Sanki birlikte oyun oynuyorlardı. Bir tanesi omuzun da, bir tanesi başında, gerisi de havada çığlık çığlığa oynuyorlardı. Ben yaklaşınca martılar uzaklaşmaya başladılar. Adam bana dönüp "yavaş ol hareket etme" dedi. Elindeki torbadan birkaç balık alıp havaya savurdu. Martıların onları havada kapmalarını gülümseyerek izledi. Bu sanki bir işaretmiş gibi Martılar uzaklaştılar.
Adam gülümseyerek gelip yanıma oturdu. Cebinden çıkardığı su şişesiyle ellerini yıkarken, sanki beni daha önce tanıyormuş gibi "Merhaba, hoş geldin" dedi. "Ne o, suratın mahkeme duvarı gibi olmuş. Kız meselesi mi?" Hiç sesimi çıkarmadım. Ama kızmıştım. Beni hiç umursamadan konuşmaya devam ediyordu. "Bilirim o duyguyu. Ben de yaşadım". Dayanamadım "seni bu hale o mu getirdi" diye alaycı bir şekilde konuştum. Zaten çatmaya adam arıyordum... Adam eğilip yüzüme, gözlerime baktı. "Çok mu seviyordun?" cevap vermedim. "Seni ilgilendirmez" diyecektim demedim. Artık kimseyi sevebileceğime de inanmıyordum. Konuşmak bile istemiyordum.
Adam başını çevirip gözlerini denize diktikten sonra; "Evlat sen onu sevmemişsin. Hoşlanmışsın, beğenmişsin, ama sevmemişsin" dedi. Sevmek başka nasıl olurdu ki. Adam mırıldanarak devam ediyordu. "Sevmek sevilene tabi olmaktır. Onun için yaşamak, onun için nefes almak, Onun kendisini alıp sahiplenmesini, hissetmek demektir. Birisini seviyorum dediğin zaman onun gibi düşünen, onun gibi gören, onun gibi değerlendiren kişi olursun. Sana karşılık vermesini değil seni kullanmasını istersin. Sen ise onun sana ait olmasını istiyorsun, seninle olmasını, sana, senin istediğin gibi davranmasını bekliyorsun. Kendi egon yüzünden onun da bir kişiliği, iradesi, tercihleri olacağı hiç aklına gelmiyor. Sen ona sahip olmak, ondan faydalanmak istiyorsun. Bunun adı sevgi değil hoşlanmak, beğenmektir. Unutma sevmek sevdiğine teslim olmak, hoşlanmak, beğenmek ise teslim almaktır. Şimdi git ona olan duygularını yeniden bir değerlendir. Doğru karar vermemen hem kendini hem de sana değer verenleri üzer. Sana da onlara da yazık olur."
Adam kalkıp yavaşça oradan uzaklaştığında, ben yerimden kalkamamıştım bile. Kafam allak bullak olmuştu. Bende yavaşça kalkıp dönüş yolunu tuttum. Ama artık sakindim. Sevgiyi tanıyordum. Daha şimdiden onun sıcaklığını hissediyordum. İşte sevgiyle böyle tanıştık.
İnsanın bazı güzel şeyleri idrak edebilmesi için illaki acı çekmesi mi gerekiyor acaba?
Her şey gönlünüzce olsun.
26 Nisan 2008 Cumartesi
EVRİM BİLMECESİ
Tüm zamanlarda popüler olan bir konu var, evrim teorisi. Bilim adamı değilim ama bir zamanlar kafa yorduğum konulardan olduğu için bir çok makale, yorum, gazete haberlerini takip ederek kendimce sonuçlar çıkarmaya çalışmıştım. Bu konu ile ilgilenenlere kolaylık olur diye yazayım dedim.
Darvin'in Teorisi olarak tanımlanan evrim teorisi; insanların, ilk tek hücreli canlı olan amiplerin binlerce, milyonlarca yıllık sürelerde evrim geçirerek önce suda, sonra karada yaşam şartları etkisi ile gelişerek, son biz yani insan meydana gelmiştir diyor. Bizden önceki son atamız"da maymun imiş. Zaten bunu deyince insanlar tepki gösterdi.
Din merkezli düşünen kesimde Allah tek ve bir defada insanı yarattı ilk insanda Hz.Adem oldu fikrini savunuyorlar.
Bilim adamları bugün biyolojik olarak insan bedenin ilk oluşum zaman süresini 6 milyon yıl olarak tahmin ediyorlar. Bulunan fosiller ve Arkeolojik bulgular hemen hemen bu süreci destekliyor. İnsan genetiğinin diğer canlıların genetik yapısıyla karşılaştırıldığında en yakın maymun türü çıkıyor.
Bilim tarafı böyle diyor. Din merkezlilerin görüşünü yazmıştım. Yazımın başında bende kafa yordum derken dinsel bilgiler bazında yorumlamaya, cevaplar aramaya çalışmıştım. Ama bir türlü mantıksal bir bütünlüğe kavuşturamamıştım. Örneğin Hz. Adem tekse ve ilkse kime peygamber olarak görevlendirildi? Kardeş kardeşle bir araya gelmediyse nasıl çoğaldılar gibi sorular rahatsız ediyordu. Neden sonra bir arkadaşın verdiği Ahmed Hulusi'nin kitaplarından birinde onun ileri sürdüğü teoriyi okudum. Mantıksal bütünlüğü tutturdum.
Kısaca ben şöyle anladım; Günümüzdeki insanı, bedeniyle ve ruhuyla ele almak gerekir. İnsanı tek boyut itibarıyla ele alınması doğru değildir. İnsanın Biyolojik bedeni bilim adamlarının ileri sürdükleri gibi evrim geçirerek son haline ulaşmıştır. Tabii ki o ilk tek hücreliyi de yaratan, ona evrim geçirterek son haline getirende Allah'tır, O'nun ilmi içerisinde gerçekleşmiştir. Son 8-10 bin yıl öncesine kadar da hayvansal formda yaşamış, insansı varlıklar halinde idiler. Sonra yeni bir gelişim, bir mutasyon evresi geçirerek, düşünen, yorumlayan, gelecekle ilgili planlar, hazırlıklar yapabilecek yeteneklere kavuştu. Dini Tanımla eşref-i mahlukat oldu. Bu ilk yeni insanda Hz. Adem oldu. Çevresinde bulunan diğer insansıları aydınlatmak, onlarında bu yeteneklerini kullanabilmelerini sağlamayı öğretmekle görevlendirildi. Dolayısıyla çoğalmakta normal seyrinde, sapıklık bulaşmadan süre geldi. Zaten Kur'an da Hz. Adem'e Halife vasfının verilmesi anlatılırken, Melek ve Cinlerin, önceden de İnsanın varlığını bildikleri, tanıdıkları anlatılıyor.
Sonuç olarak İnsan ilk yaratılış olan tek hücreli varlıktan gelişe gelişe bu günkü biyolojik beden seviyesine ulaşmış, daha da ileri evreye geçerek, bir tür enerji kökenli ruh beden oluşturacak kapasiteye ulaşarak sonsuz hayata geçiş yapabilecek, hatta o boyuttaki yaşamını burada iken düzenleyebilecek kabiliyet ve yeteneğe kavuşmuştur diyebiliriz. Ben bu şekilde ikna oldum.
Her şey gönlünüzce olsun.
Darvin'in Teorisi olarak tanımlanan evrim teorisi; insanların, ilk tek hücreli canlı olan amiplerin binlerce, milyonlarca yıllık sürelerde evrim geçirerek önce suda, sonra karada yaşam şartları etkisi ile gelişerek, son biz yani insan meydana gelmiştir diyor. Bizden önceki son atamız"da maymun imiş. Zaten bunu deyince insanlar tepki gösterdi.
Din merkezli düşünen kesimde Allah tek ve bir defada insanı yarattı ilk insanda Hz.Adem oldu fikrini savunuyorlar.
Bilim adamları bugün biyolojik olarak insan bedenin ilk oluşum zaman süresini 6 milyon yıl olarak tahmin ediyorlar. Bulunan fosiller ve Arkeolojik bulgular hemen hemen bu süreci destekliyor. İnsan genetiğinin diğer canlıların genetik yapısıyla karşılaştırıldığında en yakın maymun türü çıkıyor.
Bilim tarafı böyle diyor. Din merkezlilerin görüşünü yazmıştım. Yazımın başında bende kafa yordum derken dinsel bilgiler bazında yorumlamaya, cevaplar aramaya çalışmıştım. Ama bir türlü mantıksal bir bütünlüğe kavuşturamamıştım. Örneğin Hz. Adem tekse ve ilkse kime peygamber olarak görevlendirildi? Kardeş kardeşle bir araya gelmediyse nasıl çoğaldılar gibi sorular rahatsız ediyordu. Neden sonra bir arkadaşın verdiği Ahmed Hulusi'nin kitaplarından birinde onun ileri sürdüğü teoriyi okudum. Mantıksal bütünlüğü tutturdum.
Kısaca ben şöyle anladım; Günümüzdeki insanı, bedeniyle ve ruhuyla ele almak gerekir. İnsanı tek boyut itibarıyla ele alınması doğru değildir. İnsanın Biyolojik bedeni bilim adamlarının ileri sürdükleri gibi evrim geçirerek son haline ulaşmıştır. Tabii ki o ilk tek hücreliyi de yaratan, ona evrim geçirterek son haline getirende Allah'tır, O'nun ilmi içerisinde gerçekleşmiştir. Son 8-10 bin yıl öncesine kadar da hayvansal formda yaşamış, insansı varlıklar halinde idiler. Sonra yeni bir gelişim, bir mutasyon evresi geçirerek, düşünen, yorumlayan, gelecekle ilgili planlar, hazırlıklar yapabilecek yeteneklere kavuştu. Dini Tanımla eşref-i mahlukat oldu. Bu ilk yeni insanda Hz. Adem oldu. Çevresinde bulunan diğer insansıları aydınlatmak, onlarında bu yeteneklerini kullanabilmelerini sağlamayı öğretmekle görevlendirildi. Dolayısıyla çoğalmakta normal seyrinde, sapıklık bulaşmadan süre geldi. Zaten Kur'an da Hz. Adem'e Halife vasfının verilmesi anlatılırken, Melek ve Cinlerin, önceden de İnsanın varlığını bildikleri, tanıdıkları anlatılıyor.
Sonuç olarak İnsan ilk yaratılış olan tek hücreli varlıktan gelişe gelişe bu günkü biyolojik beden seviyesine ulaşmış, daha da ileri evreye geçerek, bir tür enerji kökenli ruh beden oluşturacak kapasiteye ulaşarak sonsuz hayata geçiş yapabilecek, hatta o boyuttaki yaşamını burada iken düzenleyebilecek kabiliyet ve yeteneğe kavuşmuştur diyebiliriz. Ben bu şekilde ikna oldum.
Her şey gönlünüzce olsun.
25 Nisan 2008 Cuma
Hz. MUHAMMEDİ TANIMANIN ÖNEMİ
Bizler yani insanlar; Yaşadığımız evrende en kapsamlı olarak yaratılmış olan birimleriz. İnsan varlığının da maddi ve manevi olmak üzere iki özelliğe sahip olduğuna, düşünebilen tüm insanlar hemfikirdir.
Canlı yaşayan biri ile ölü birini yan yana koyduğunuzda madde bedenin hiçbir şeye yaramadığını, asıl kimliğin canlı insandaki manevi olarak isimlendirdiğimiz ruh-bilinç (nefsin şuuru) olduğunu idrak ederiz.
Maddenin sakınımı kanununu; Hiçbir maddenin yoktan var olmayacağını, var olan maddenin de yok olmayacağını, ancak madde ve enerji olarak birbirlerine dönüşebileceğini herkes bilir ve kabul eder değil mi? Bunun anlamı; varlığımız, benliğimiz, kimliğimiz şu an var olduğuna göre nasıl ve ne şekilde olacağını bilemesekte, bir şekilde yok olmadan, ama değişim geçirmiş olarak yaşamına devam edecek demektir.
Bu basit gerçek madde bedenin nasıl, Parçacık- atom-madde-atom- parçacık döngüsü içerisinde olduğu gibi, Ruh-Bilinç yapısının da bir döngüsü olacağını kabule zorlar bizi. İnanç kavramlarımız bu noktada başlar. İşte Hz. Muhammed bu noktada, insanlığın geleceği noktasında devreye giriyor.
Hz. Muhammed aleyhisselam hakkında yazı yazmak, benim kapasitemin çok üzerinde, haddimi aşan bir eylem olduğunun bilincindeyim. Onun affına sığınarak iyi niyetli olma mazereti ile yazdığım herkes tarafından bilinsin istiyorum.
Allah bizleri o büyük Zat’ın şefaatinden mahrum etmesin inşallah.
İnsanın asıl kimliğinin ruh - bilinç olduğunu kabul eden herkesin Hz. Muhammed’i çok iyi tanıması, bilmesi, öğrenmesi şarttır. Çünkü;
1 – Maddi ve manevi iki alem arasında dengeli bir uyum sağlamak, ve diğer insanlara örnek olabilecek en uygun kişidir. Tarihte onunki kadar hayatının en ince ayrıntısına kadar bilinen başka kimse yoktur. Üstelik bu bilgiler hayali uydurma değil yazılı kayıtlarla sabittir. Bir Arap atasözü, Şiir Arapların arşiv dairesidir der. O döneme aitte sayılamayacak kadar şiirin yanı sıra, Hz. Muhammed’in yaşamına gönderme yapılması şeklinde yüzlerce yazılı dokümanda mevcuttur.
2 – Hz. Muhammed İslamı tebliğe başladığı ilk günden itibaren tüm insanlığı hedef almış, kavim, millet, ümmet ve zaman birimi kavramları ile sınırlamamıştır.
3 – İslamı tebliğ ederken söylemlerine ilk başta kendisi sıkı sıkı riayet edip uygulamak suretiyle örnek olmuştur.
4 - Öğrettiği şeyler insan hayatının tüm yönleri ile inanışlar, ruhi ve manevi uygulamalar, ahlak, ekonomi, siyaset, ya da ortaklaşa ruhsal ve dünyevi hayata dair her şeyle ilgilenmiş, kendi yaşantısı ile de en güzel örneğini bırakmıştır.
5 – İslam öncesi toplumsal yaşam ve İslam sonrası aynı toplumdaki oluşumlar, uygulama örnekleri ile izlenebilmesi.
6 – Tebliğ ettiği bilgilerin hiçbir şekilde bilime ters düşmeyecek kadar isabetli olması.
Bu ve bunlar gibi gerekçeler düşünebilen herkesin rahat anlayıp kabul edebileceği gerekçelerdir.
Hz. Muhammed (S.A.V.)bilindiği gibi son peygamberdir.
Biliyor musunuz aslında Peygamber kelimesini hiç sevmiyorum. Dilimiz alıştığı için kullanıyoruz. Ama yanlış. Sanki o büyük insanın seviyesini düşürüyor gibi geliyor. Çünkü;
Peygamber: Farsça bir kelime olup Tanrının elçisi, ulağı, postacısı anlamında bir kelimedir. Halbuki İslam’da İlah, Tanrı gibi bir kavram yoktur.
Kelime-Tevhid de; İlah, Tanrı yoktur. Sadece Allah vardır İtikadı, olmazsa olmaz inanç şeklidir.
Tanrı, ilah gibi kavramları ötelerde, boyutlarda vs. vs. gibi BAŞKA yerlerde var kabul eden inanç şekli; Batıl, felsefi, doğru olmayan inanç biçimidir. Böyle bir inanç şeklini işaret eden peygamber kelimesi de yanlış demektir.
Orijinal olarak Resulallah dememiz gerekir.
Resul; Eğer bir nebi yeni bir çalışma, yaşama biçimi getiriyorsa, o günün şartlarına göre geçmiş Resul ve Nebilerin tatbik ettiğinden daha farklı bir çalışma sistemi getiriyorsa veya dini ifade ile yeni bir şartlar bütünü getiriyorsa o zaman ona Resûl denir. Her Resul aynı zamanda Nebidir. Ama Her Nebi Resul değildir.
Yeni yaşama biçimi ve çalışma biçiminin kaynağı olan ilahi ilim, Vahiy kaynaklıdır. Yani direkt olarak Allah’tan inzal eden ilahi ilimlerdir. Birim olarak insanın herhangi bir etkisi, katkısı söz konusu değildir.
Böyle bir Resul kavramının peygamber diye isimlendirilmiş olunmasını yanlış buluyorum. Allah’ın kitabında isimlendirdiği şekli beğenmeyip değiştirmişiz gibi geliyor. Neyse konumuz bu değil.
Sonuç olarak. Gerek bu dünyada gerekse ölüm ötesi yaşamda huzurlu ve mutlu bir yaşam için olmazsa olmaz Hz. Muhammed (S.A.V.)i tanımak, hayatını incelemek, önerilerini bizzat onun yaşamında da inceleyerek kendi yaşamımızı bu doğrultuda yönlendirmemiz şarttır. Bu her şeyden öte kendi yaşamsal menfaatlerimiz için gereklidir.
Allah her insanı Hz. Muhammed(S.A.V.)i tanımayı, anlayabilmeyi, sevmeyi, tebliğlerini hayatı öneme haiz olarak dikkate alıp onun yolundan gidebilmek için çaba gösterebilmeyi kolaylaştırsın inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun.
Kaynaklar;
İnsan-ı kamil – Abdül kerim H. İbrahim el Cili
Akıl ve İman - Ahmed Hulusi
İslâm peygamberi - Muhammed Hamidullah
Canlı yaşayan biri ile ölü birini yan yana koyduğunuzda madde bedenin hiçbir şeye yaramadığını, asıl kimliğin canlı insandaki manevi olarak isimlendirdiğimiz ruh-bilinç (nefsin şuuru) olduğunu idrak ederiz.
Maddenin sakınımı kanununu; Hiçbir maddenin yoktan var olmayacağını, var olan maddenin de yok olmayacağını, ancak madde ve enerji olarak birbirlerine dönüşebileceğini herkes bilir ve kabul eder değil mi? Bunun anlamı; varlığımız, benliğimiz, kimliğimiz şu an var olduğuna göre nasıl ve ne şekilde olacağını bilemesekte, bir şekilde yok olmadan, ama değişim geçirmiş olarak yaşamına devam edecek demektir.
Bu basit gerçek madde bedenin nasıl, Parçacık- atom-madde-atom- parçacık döngüsü içerisinde olduğu gibi, Ruh-Bilinç yapısının da bir döngüsü olacağını kabule zorlar bizi. İnanç kavramlarımız bu noktada başlar. İşte Hz. Muhammed bu noktada, insanlığın geleceği noktasında devreye giriyor.
Hz. Muhammed aleyhisselam hakkında yazı yazmak, benim kapasitemin çok üzerinde, haddimi aşan bir eylem olduğunun bilincindeyim. Onun affına sığınarak iyi niyetli olma mazereti ile yazdığım herkes tarafından bilinsin istiyorum.
Allah bizleri o büyük Zat’ın şefaatinden mahrum etmesin inşallah.
İnsanın asıl kimliğinin ruh - bilinç olduğunu kabul eden herkesin Hz. Muhammed’i çok iyi tanıması, bilmesi, öğrenmesi şarttır. Çünkü;
1 – Maddi ve manevi iki alem arasında dengeli bir uyum sağlamak, ve diğer insanlara örnek olabilecek en uygun kişidir. Tarihte onunki kadar hayatının en ince ayrıntısına kadar bilinen başka kimse yoktur. Üstelik bu bilgiler hayali uydurma değil yazılı kayıtlarla sabittir. Bir Arap atasözü, Şiir Arapların arşiv dairesidir der. O döneme aitte sayılamayacak kadar şiirin yanı sıra, Hz. Muhammed’in yaşamına gönderme yapılması şeklinde yüzlerce yazılı dokümanda mevcuttur.
2 – Hz. Muhammed İslamı tebliğe başladığı ilk günden itibaren tüm insanlığı hedef almış, kavim, millet, ümmet ve zaman birimi kavramları ile sınırlamamıştır.
3 – İslamı tebliğ ederken söylemlerine ilk başta kendisi sıkı sıkı riayet edip uygulamak suretiyle örnek olmuştur.
4 - Öğrettiği şeyler insan hayatının tüm yönleri ile inanışlar, ruhi ve manevi uygulamalar, ahlak, ekonomi, siyaset, ya da ortaklaşa ruhsal ve dünyevi hayata dair her şeyle ilgilenmiş, kendi yaşantısı ile de en güzel örneğini bırakmıştır.
5 – İslam öncesi toplumsal yaşam ve İslam sonrası aynı toplumdaki oluşumlar, uygulama örnekleri ile izlenebilmesi.
6 – Tebliğ ettiği bilgilerin hiçbir şekilde bilime ters düşmeyecek kadar isabetli olması.
Bu ve bunlar gibi gerekçeler düşünebilen herkesin rahat anlayıp kabul edebileceği gerekçelerdir.
Hz. Muhammed (S.A.V.)bilindiği gibi son peygamberdir.
Biliyor musunuz aslında Peygamber kelimesini hiç sevmiyorum. Dilimiz alıştığı için kullanıyoruz. Ama yanlış. Sanki o büyük insanın seviyesini düşürüyor gibi geliyor. Çünkü;
Peygamber: Farsça bir kelime olup Tanrının elçisi, ulağı, postacısı anlamında bir kelimedir. Halbuki İslam’da İlah, Tanrı gibi bir kavram yoktur.
Kelime-Tevhid de; İlah, Tanrı yoktur. Sadece Allah vardır İtikadı, olmazsa olmaz inanç şeklidir.
Tanrı, ilah gibi kavramları ötelerde, boyutlarda vs. vs. gibi BAŞKA yerlerde var kabul eden inanç şekli; Batıl, felsefi, doğru olmayan inanç biçimidir. Böyle bir inanç şeklini işaret eden peygamber kelimesi de yanlış demektir.
Orijinal olarak Resulallah dememiz gerekir.
Resul; Eğer bir nebi yeni bir çalışma, yaşama biçimi getiriyorsa, o günün şartlarına göre geçmiş Resul ve Nebilerin tatbik ettiğinden daha farklı bir çalışma sistemi getiriyorsa veya dini ifade ile yeni bir şartlar bütünü getiriyorsa o zaman ona Resûl denir. Her Resul aynı zamanda Nebidir. Ama Her Nebi Resul değildir.
Yeni yaşama biçimi ve çalışma biçiminin kaynağı olan ilahi ilim, Vahiy kaynaklıdır. Yani direkt olarak Allah’tan inzal eden ilahi ilimlerdir. Birim olarak insanın herhangi bir etkisi, katkısı söz konusu değildir.
Böyle bir Resul kavramının peygamber diye isimlendirilmiş olunmasını yanlış buluyorum. Allah’ın kitabında isimlendirdiği şekli beğenmeyip değiştirmişiz gibi geliyor. Neyse konumuz bu değil.
Sonuç olarak. Gerek bu dünyada gerekse ölüm ötesi yaşamda huzurlu ve mutlu bir yaşam için olmazsa olmaz Hz. Muhammed (S.A.V.)i tanımak, hayatını incelemek, önerilerini bizzat onun yaşamında da inceleyerek kendi yaşamımızı bu doğrultuda yönlendirmemiz şarttır. Bu her şeyden öte kendi yaşamsal menfaatlerimiz için gereklidir.
Allah her insanı Hz. Muhammed(S.A.V.)i tanımayı, anlayabilmeyi, sevmeyi, tebliğlerini hayatı öneme haiz olarak dikkate alıp onun yolundan gidebilmek için çaba gösterebilmeyi kolaylaştırsın inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun.
Kaynaklar;
İnsan-ı kamil – Abdül kerim H. İbrahim el Cili
Akıl ve İman - Ahmed Hulusi
İslâm peygamberi - Muhammed Hamidullah
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)