Siyasi tarih meraklıları, İngilizlerin 19’uncu asırda yaptıkları sanayi devrimi ile Osmanlılardan büyük devlet bayrağını devir aldıklarını ve yaklaşık bir asır taşıdıktan sonra dünya liderliğini ABD’ye devrettiklerini bilirler. İngilizler bugün Batı Avrupa ekonomi liginin 3’üncü kümesine düşmüş, ekonomik ve toplumsal sorunları için çareler aramaktadır.
Aşağıda konu ile ilgili İngilizlerin yaptıkları bir araştırmadan kısa bölüm sunulmakta ve Osmanlı anlayışının ve yaşamının ne olduğu okuyanın anlayışına bırakılmaktadır.
İngiliz yazar Phillip Blond’a göre, geçtiğimiz kuşak iki devrime tanıklık etti. Her ikisi de bireyi özgürleştirirken yerel toplulukları yok etti.
Önce sol kökenli devrimler yaşandı.
Kültürel devrim geleneksel terbiyeyi ve adetleri yürürlükten kaldırdı.
Hukuk devrimi, sorumluluk yerine bireysel hakları öne çıkardı.
Sosyal refah devrimi, hayır kurumlarının ve kendiliğinden oluşmuş örgütlerin yerine sosyal hizmet uzmanlarını koydu.
İkinci devrim, sağ kökenli piyasa devrimiydi. Wal-Mart benzeri dev zincirler, ekonomik liberalleşme çağında yerel, dükkânları yok etti. Küresel finans piyasaları, küçük bankaların yerini aldı. Binlerce, kilometre uzaklıktaki çılgın borsacılar, yerel konularda bilgisi olan şehir bankalarını sistem dışına itti. Sendikalar susturuldu.
Her iki devrim de bireysel özgürlüklerden bahsediyordu. Ancak amaçlarından saparak, gücü daha da merkezileştirdiler. Bunlar hücresel ve bölünmüş Toplumlar yaratınca, devlet devreye girip hasarı onarmak durumunda kaldı.
24 Ocak 2011 Pazartesi
21 Ocak 2011 Cuma
OSMANLIDA YAŞAM. (15)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLI VE AZINLIKLAR.
Osmanlı Müslümanlarının Azınlıklarla Münasebetleri Nasıldı?
- Atalarımız zamanında Müslümanlarla gayrimüslimler kaynaşmışlar mıydı? Aynı semtlerde mi, yoksa farklı semtlerde mi otururlardı, Alışverişleri var mıydı? Osmanlı Müslümanları ramazanı dolu dolu yaşarken, Gayrimüslimler ne yapardı?”
Biliyoruz ki, Osmanlı Devleti çok uluslu ve çok kültürlü bir mozaikti. Farklı dinleri, dilleri, ırkları bünyesinde barındırırdı. Farklı dinlere mensup insanlar yer yer aynı mahallelerde de otururlardı; ancak genelde farklı unsurlar farklı bölgelerde yaşardı.
Bu eğilim hâlâ da var. Mesela İç Balat’ta nüfusun büyük çoğunluğunu Yahudiler oluştururdu. Dış Balat’ta ise Edirnekapı ve Draman’a doğru Türkler, Fener’e doğru Rumlar, iki kilisenin arasında kalan bölgede ise Ermeniler otururdu.
Osmanlı mozaiğinin belli başlı öğeleri olan insanlar asırlar boyunca barış içinde yaşadılar; birbirleriyle hem alışveriş. hem de komşuluk yaptılar.
Devam ediyor
19 Ocak 2011 Çarşamba
OSMANLIDA YAŞAM. (16)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLI EVLERİ
“Yürek adam”ların yetişmesinde sokaklar kadar mahallelerin eğitim sistemi kadar yaşanan evlerin rolü var. Mesela sayısız ”yürek adam”ın yetiştiği Osmanlı evleri sözün tam anlamıyla” yaşanacak mekânlar”dı ve evin tamamı kullanılırdı: Gösterişe açılan tek bir kapısı bile yoktu. Her kapı insana açılır, her bölüm insanın kendini huzurlu ve mutlu hissedeceği şekilde tasarlanırdı.
Osmanlı evinin odaları yüksek tavanlıydı. Tavanın yüksek oluşu insan ruhunu hem yüceltir, hem de ruha ferahlık ve sükûnet verirdi. Mahallenin merkezinde mutlaka bir mescit bulunur, evlerin kapı ve pencereleri karşılıklı birbirine açılırdı. Komşular pencereden pencereye “sohbet” eder, birbirlerine karşı muhabbetlerini arttırırlardı. Ayrıca evde biten herhangi bir şeyi komşudan istemenin en kestirme yolu yine bu pencerelerdi:
- Hû komşu, misafir geldi de bir içimlik kahveniz var mı?”
Diye başlayan sohbetler genelde koyulaşır, vakti unutturur, ama komşuluğu da ilerletirdi Tek veya çift katlı olan Osmanlı evlerinin bir tarafı, genellikle sokakla caddeye bakardı.
Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler ve ambar yer alırdı. Alt kattan üst kata çıkışlar ahşap merdivenle sağlanırdı. Üst katta “divanhane” (buna baş oda diyebiliriz), haremlik (kadınların bulunduğu bölüm), selâmlık (erkeklerin bulunduğu bölüm) olurdu. Bazı evlerde ise bir “yaz odası” (evin nispeten daha serin olan bölümü) bulunurdu.
Merdiven başındaki geniş mekânın adı “sofa” idi. Sofadan odalara geçilirdi. Odalardan birinin sokağa bakan ve hâne halkının dışarıyı görebilmesini sağlayan bir çıkması vardı: Buna”köşk” denirdi. Üst kat pencereleri “cumba”lı olup dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslenmişti: Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı.
Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hatta aydınlanmak için birer ocak bulundurulurdu. Bir de odalarda yatak ve yorganların konduğu bir “yüklük” vardı. Yüklüğün bir köşesi banyo olarak kullanılırdı (Asıl yıkanma yerleri, sıhhî olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıydı).
Osmanlı ailesi sofra bezi Ya da “sini” denilen büyük bakır tepsi üzerinde yemek yer, yemek yediği mekânda oturur, gece olunca da yatakları serip uyurdu. Sabah yatakları kaldırıp hayatına devam ederdi. Odalar hemen hemen mobilyasızdı. Yani evin her köşesi insana tahsis edilmiş, insanın yaşam alanı eşya ile sınırlandırılmamıştı.
Bu da o mekânlarda yaşayanları rahatlatan bir faktördü (Şimdiki evlerde insanın değil, eşyanın saltanatı var). Mobilya yerine, pencere kenarlarında divan ve sekiler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen halı ve yer minderleri bulunurdu.
Mimari anlayış tamamıyla Osmanlı insanının hayat görüşünün bir yansımasıydı. Evlerini kendi faniliklerini simgelercesine, kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumlarıyla devlet binalarını sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparlardı. Bu yansımanın bir boyutu “devlet-i ebed-müddet” anlayışı, diğer boyutu ise “hayırda ebedileşme” arayışıydı.
Dışarıdan bakıldığında, zengin eviyle fakir evini ayırt etmek pek mümkün değildi. Bu da, bugün pek çok çatışma alanı oluşturan sınıflar arası farkın, Osmanlı toplumunda yok denecek kadar az olduğunun ilginç bir göstergesidir.
Osmanlı evleri içe dönük, ama dışa kapalıydı. Bu yapılanma hem İslâmî aile yapısının hassasiyetiyle, hem de aileyi ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir.
Bu evlerde ve ortamlarda yetişen isimleri hatırlarsak, mekânın ve ortamın, çocuk yetiştirmede ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. (Kayıt dışı tarihimiz, Yavuz Bahadıroğlu)
Devam edecek
OSMANLI EVLERİ
“Yürek adam”ların yetişmesinde sokaklar kadar mahallelerin eğitim sistemi kadar yaşanan evlerin rolü var. Mesela sayısız ”yürek adam”ın yetiştiği Osmanlı evleri sözün tam anlamıyla” yaşanacak mekânlar”dı ve evin tamamı kullanılırdı: Gösterişe açılan tek bir kapısı bile yoktu. Her kapı insana açılır, her bölüm insanın kendini huzurlu ve mutlu hissedeceği şekilde tasarlanırdı.
Osmanlı evinin odaları yüksek tavanlıydı. Tavanın yüksek oluşu insan ruhunu hem yüceltir, hem de ruha ferahlık ve sükûnet verirdi. Mahallenin merkezinde mutlaka bir mescit bulunur, evlerin kapı ve pencereleri karşılıklı birbirine açılırdı. Komşular pencereden pencereye “sohbet” eder, birbirlerine karşı muhabbetlerini arttırırlardı. Ayrıca evde biten herhangi bir şeyi komşudan istemenin en kestirme yolu yine bu pencerelerdi:
- Hû komşu, misafir geldi de bir içimlik kahveniz var mı?”
Diye başlayan sohbetler genelde koyulaşır, vakti unutturur, ama komşuluğu da ilerletirdi Tek veya çift katlı olan Osmanlı evlerinin bir tarafı, genellikle sokakla caddeye bakardı.
Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler ve ambar yer alırdı. Alt kattan üst kata çıkışlar ahşap merdivenle sağlanırdı. Üst katta “divanhane” (buna baş oda diyebiliriz), haremlik (kadınların bulunduğu bölüm), selâmlık (erkeklerin bulunduğu bölüm) olurdu. Bazı evlerde ise bir “yaz odası” (evin nispeten daha serin olan bölümü) bulunurdu.
Merdiven başındaki geniş mekânın adı “sofa” idi. Sofadan odalara geçilirdi. Odalardan birinin sokağa bakan ve hâne halkının dışarıyı görebilmesini sağlayan bir çıkması vardı: Buna”köşk” denirdi. Üst kat pencereleri “cumba”lı olup dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslenmişti: Kafesler, içeriden dışarıya bakanları değil, dışarıdan içeriye bakmak isteyenleri sınırlardı.
Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hatta aydınlanmak için birer ocak bulundurulurdu. Bir de odalarda yatak ve yorganların konduğu bir “yüklük” vardı. Yüklüğün bir köşesi banyo olarak kullanılırdı (Asıl yıkanma yerleri, sıhhî olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıydı).
Osmanlı ailesi sofra bezi Ya da “sini” denilen büyük bakır tepsi üzerinde yemek yer, yemek yediği mekânda oturur, gece olunca da yatakları serip uyurdu. Sabah yatakları kaldırıp hayatına devam ederdi. Odalar hemen hemen mobilyasızdı. Yani evin her köşesi insana tahsis edilmiş, insanın yaşam alanı eşya ile sınırlandırılmamıştı.
Bu da o mekânlarda yaşayanları rahatlatan bir faktördü (Şimdiki evlerde insanın değil, eşyanın saltanatı var). Mobilya yerine, pencere kenarlarında divan ve sekiler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen halı ve yer minderleri bulunurdu.
Mimari anlayış tamamıyla Osmanlı insanının hayat görüşünün bir yansımasıydı. Evlerini kendi faniliklerini simgelercesine, kireç ve kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yaparken, cami, çeşme, kervansaray, hastane gibi hayır kurumlarıyla devlet binalarını sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparlardı. Bu yansımanın bir boyutu “devlet-i ebed-müddet” anlayışı, diğer boyutu ise “hayırda ebedileşme” arayışıydı.
Dışarıdan bakıldığında, zengin eviyle fakir evini ayırt etmek pek mümkün değildi. Bu da, bugün pek çok çatışma alanı oluşturan sınıflar arası farkın, Osmanlı toplumunda yok denecek kadar az olduğunun ilginç bir göstergesidir.
Osmanlı evleri içe dönük, ama dışa kapalıydı. Bu yapılanma hem İslâmî aile yapısının hassasiyetiyle, hem de aileyi ve çocukları dış etkilerden korumayla ilgilidir.
Bu evlerde ve ortamlarda yetişen isimleri hatırlarsak, mekânın ve ortamın, çocuk yetiştirmede ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz. (Kayıt dışı tarihimiz, Yavuz Bahadıroğlu)
Devam edecek
17 Ocak 2011 Pazartesi
OSMANLIDA YAŞAM. (14)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
İNSAN MERKEZLİ EĞİTİM
İnsan merkezli olarak eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki ediyor.
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi için de, hayırda yansır, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirirdi.
Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı, hayırda yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgaları oluşturduğunu gösteriyor. Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “insanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.
Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kıyafet faklı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Bu da Osmanlı’yı “dilencisiz millet” yaptı. Osmanlı ahlâkında insan, hayatın merkezidir. Vakıf müesseseler ise, insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir.
Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramasıyla mümkündür! Belli ki, bu idrak Osmanlı insanında mevcuttu. Bu idrak olmasaydı, yirmi altı binden fazla vakıf kurulabilir miydi? Bu vakıflardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, ortaçağda böylesine derin bir çevre bilincini takdirle anmamak haksızlıktır. Kendi ecdadımıza haksızlık demek, “sütsüzlük” demek olacağından, hayvanlara ve bitkilere bakış açısına birkaç örnekle işaret etmek isteriz.
Elisee Recus yazıyor:
- Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır. Gezgin Guer, Bir örnek veriyor:
- Bu adamlar (dediği bizim ninelerimiz ve dedelerimizdir) sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür.”
Devam edecek
İNSAN MERKEZLİ EĞİTİM
İnsan merkezli olarak eğitilen Osmanlı insanı din, dil, renk, ırk farkı gözetmeksizin insanlara hizmeti ibadet telakki ediyor.
"İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” prensibi için de, hayırda yansır, bu ulvi ve külli yarışın bir sonucu olarak da, büyük hayır müesseseleri (vakıflar) vücuda getirirdi.
Osmanlı’da vakıf müesseselerin bolluğu ve yaygınlığı, hayırda yarışın ne denli büyük bir toplumsal heyecan dalgaları oluşturduğunu gösteriyor. Rahatlıkla diyebiliriz ki, Osmanlı insanı, “insanların en hayırlısı insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, Allah yolunda harcananın da en hayırlısı halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşılayandır” anlayışı çerçevesinde, hayatını yaradılış hikmetine hizmete vakfetmişti.
Devlet, insanının bu ulvi çabasından öylesine etkilendi ki, bizatihi kendisi devasa bir vakfa dönüşüp din, dil, renk, ırk, kıyafet faklı gözetmeksizin, tüm gücünü, yönettiği insanların hizmetine sundu. Bu da Osmanlı’yı “dilencisiz millet” yaptı. Osmanlı ahlâkında insan, hayatın merkezidir. Vakıf müesseseler ise, insana (ve tabii ki hayata) duyulan sevgi ve saygının kurumlaşmış halidir.
Bir kişinin malını-mülkünü hiç tanımadığı insanların hizmetine sunması, insanı tüm teferruatı ve kıymetiyle kavramasıyla mümkündür! Belli ki, bu idrak Osmanlı insanında mevcuttu. Bu idrak olmasaydı, yirmi altı binden fazla vakıf kurulabilir miydi? Bu vakıflardan bazıları hayvanlara ve bitkilere yöneliktir ki, ortaçağda böylesine derin bir çevre bilincini takdirle anmamak haksızlıktır. Kendi ecdadımıza haksızlık demek, “sütsüzlük” demek olacağından, hayvanlara ve bitkilere bakış açısına birkaç örnekle işaret etmek isteriz.
Elisee Recus yazıyor:
- Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır. Gezgin Guer, Bir örnek veriyor:
- Bu adamlar (dediği bizim ninelerimiz ve dedelerimizdir) sokak başlarında sahipsiz köpeklere ve kedilere et dağıtırlar. Sokaktaki ağaçların kuraklıktan kurumasını önlemek için bir fakire para verip sulatacak kadar kaçık Müslümanlara bile rastlamak mümkündür.”
Devam edecek
14 Ocak 2011 Cuma
OSMANLIDA YAŞAM. (13)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMALIDA ÇEVRE BİLİNCİ
Çevreyi kirletmek ise bir Avrupalı alışkanlığıydı. Osmanlı insanı, “kul hakkı” sayıldığı için yerlere çöp atmaz, ortamı kirletmezdi. Hatta “Ağaçlar zikreder” düşüncesiyle, ağaçlan yeşertmeye çalışırlardı. Mesela kurak günlerde ücretle adam tutup sokaktaki ulu çınarları sulatır, göçmen kuşların yorgunluk atması için saçak altlarına kuş sarayları yaparlardı.
Osmanlı insanı asla yere tükürmezdi. Bazı Batılı gözlemciler, sırf yere tükürmedikleri için atalarımızı eleştirmişti:
Osmanlı insanının üstün bir ahlâk anlayışı vardı. Türkiye Seyahatnamesi ile meşhur Du Loir 1650’ lerde şunları yazıyor:
- Hiç şüphesiz ki, ahlâk bakımından Türk siyasetiyle medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.
Devam edecek.
13 Ocak 2011 Perşembe
OSMANLIDA YAŞAM - 12 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLIDA SOSYAL İLİŞKİLER.
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
- Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir. Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir.
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
- Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftira gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubalîlikler yoktur.”
Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
- Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezaket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshir eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrifat kurallarının zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo De Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
- Tetkik ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emîn olabilir.
- Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayaktakımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.
Devam edecek.
OSMANLIDA SOSYAL İLİŞKİLER.
Meşhur Fransız gezgin Brayer şunları söylüyor:
- Türk halkının üstü-başı çok temizdir. Hâl ve tavırlarında büyük bir asalet, yüzlerinde tatlı bir sükûnet ve nezaket vardır! Konuştukları dil hoş ve ahenklidir. Sohbet edenlerin ifadeleri veciz, telaffuzları tertemizdir! Tebessümlerine incelik, el hareketlerine zarafet ve sadelik hâkimdir.
Brayer, hayranlıkla devam ediyor:
- Yabancıları en çok hayrette bırakan şey, birkaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umumiyetle sözünü kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar sabreder. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle savunurlar. Söylenen sözlerde herhangi bir fenalık, koğuculuk, iftira gibi kötülükler ve edebe aykırı lâubalîlikler yoktur.”
Sözü Avrupa’da eşine rastlanmayan bir konuya getiriyor:
- Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riayet, hayal edilemeyecek bir nezaket içindedir. Diyebilirim ki Osmanlıların ahlâkî hususiyetleri, insanı âdeta teshir eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişamı, misafir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riayet ettikleri teşrifat kurallarının zarafeti karşısında hayran olmamak elde değildir.”
Tanınmış yazar Edmondo De Amicis ise Osmanlı halkını şöyle anlatıyor:
- Tetkik ve tespitlerime göre, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahi bir yabancı için hiçbir hakaret ve zarara uğrama tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde bile camileri gezmek kabildir! Bu ziyaretlerde bir yabancı, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet görebileceğinden emîn olabilir.
- Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla meraklı bir bakışa bile hiçbir zaman tesadüf edilmez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga eden ayaktakımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.
Devam edecek.
12 Ocak 2011 Çarşamba
OSMANLIDA YAŞAM - 11 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLIDA KADIN.
Kadınlara karşı dinamiklerini imandan alan derin bir hürmet beslenirdi. Erkek ve kadın arasında mutlak surette bir mesafe vardı. Bunun belirleyicisi “Zinaya yaklaşmayın” mealindeki âyet-ti. Sokakta karşılaşılan kadına asla dik dik bakılmaz, derhal başlar öne inerdi. Kadının sokakta rahatça yürümesi için, erkekler kendilerini hafif alargaya çekerler, kadına yol verirlerdi. (Sonra nasıl olduysa bu durum tersine döndü: Köylerde kadınlar erkeklere yol vermek için kenara çekilip çömelmeye başladılar).
Her kadın toplumsal edebin bir gereği olarak anne, teyze, hala ve bacı olarak görülürdü. Onları rahatsız edecek en küçük davranışta bile bulunulmaz, bulunanı toplum müthiş yadırgar. Büyükler derhal müdahale ederlerdi.
Lady Craven erkeklerin kadınlara karşı saygısını “aşırı” bile bulduğunu itiraf ettikten sonra, Osmanlı Devleti’nin kadınlara karşı tavrını hayretler içinde şöyle dile getiriyor:
- Türklerin kadınlara karşı olan muameleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Mesela bir erkek ağır bir suçtan dolayı idam edilip bütün mal varlığına el konsa bile karısına ve çocuklarına gayet iyi muamele edilir. Kadınların mücevherlerine dokunulmaz. Çocuklar devlet himayesine alınıp bırakılır.”
(Zamanın Avrupa’sında idam edilen erkeğin tüm mal varlığı ile birlikte yakınlarının takılarına da el konulurdu).
Devam edecek.
11 Ocak 2011 Salı
OSMANLIDA YAŞAM - 10 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLIDA KENT YAŞAMI.
“Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, Tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı. Böylece gönüller birbirine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu.
Osmanlı gerçek anlamda bir “Barış ve kardeşlik toplumu” idi. Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.
Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder:
- Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübarek olması mümkün değildir. Bu esaslara riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkki edilip dışlanırlar.”
Du Loir görüp incelediği toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı Türk toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:
- Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu hususa âit bir hükmü gereğince Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini adetâ ilân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar.
Devam edecek.
OSMANLIDA KENT YAŞAMI.
“Gülümseyiniz, müminin mümine gülümsemesi sadakadır” hadisi ve “Selamı yayınız” tavsiyesi çerçevesinde, karşılaştıkları herkese gülümseyerek selam verirler, Tanıdıklarına ayrıca hal-hatır sorarlar, aile efradına (ailenin diğer bireylerine) selam yollarlardı. Böylece gönüller birbirine ısınır, geniş anlamlı toplumsal bir mutabakat oluşurdu.
Osmanlı gerçek anlamda bir “Barış ve kardeşlik toplumu” idi. Hasbelkader nefsine yenilip biriyle kavga edeni, mahallenin önde gelenleri birkaç gün içinde barıştırırdı. Olmaz da küslük uzarsa, dört gözle bayram beklenir, bayramlar barışın ve kardeşliğin vesilesi yapılırdı.
Bu durumu Avrupalı gezginlerden Villamont, takdir hisleriyle kaydeder:
- Her kimin bir düşmanı varsa, bayramlarda ona gidip af dilemek zorundadır. Öteki de el öpmeden ve tokalaşmadan önce affettiğini söylemek mecburiyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübarek olması mümkün değildir. Bu esaslara riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkki edilip dışlanırlar.”
Du Loir görüp incelediği toplumsal yapıdan o kadar etkilenmiştir ki, Osmanlı Türk toplumunun bazı kötülüklerden haberdar olmadığını düşünmekten kendini alamamıştır:
- Türkler herhangi bir intikam hissi beslemekten son derece çekinirler: Dinlerinin bu hususa âit bir hükmü gereğince Cuma namazına başlamadan önce düşmanlarını affettiklerini adetâ ilân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar.
Devam edecek.
10 Ocak 2011 Pazartesi
OSMANLIDA YAŞAM - 9 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLI DA AHDE VEFA
Vefa demek insanın gerek dil ile ve gerekse hal ile muhatabına karşı duyduğu sorumluluk ve yerine getirme işlevidir. İslam’da öğülen emredilen bir işlevdir. Osmanlıda İslam ahlaklı bir yaşam şekli oluştuğu için insanların gerek Allah ile ve gerekse kendi aralarındaki ilişkilerde hatta doğa ve çevre ile ilişkilerinde vefa duygusu, işlevi çok önemli idi. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Osmanlı’nın 600 yıl hayatta kalması ve ihtişamı bu vefa duygusu ve işlevi sayesinde mümkün olmuştur.
İşte bunun yabancı gözü ile teyidi;
-“Türkler vaatlerine dindarane bir sadakat gösterirler.” (Comtede Bonneval).
-“Müslüman Türkler yeminleriyle ahitlerine de son derece sadıktırlar.” (Mouradgea d’Ohsson).
Yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesine gelip tetkiklerde bulunan Avrupalı gezginler, Avrupa ile mukayese kabul etmez insan hakları uygulamaları karşısında şaşkınlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlar, kendi toplumları için de böylesine “hakça” ve “insanca” bir yönetim temenni etmişlerdir.
Devam edecek….
OSMANLI DA AHDE VEFA
Vefa demek insanın gerek dil ile ve gerekse hal ile muhatabına karşı duyduğu sorumluluk ve yerine getirme işlevidir. İslam’da öğülen emredilen bir işlevdir. Osmanlıda İslam ahlaklı bir yaşam şekli oluştuğu için insanların gerek Allah ile ve gerekse kendi aralarındaki ilişkilerde hatta doğa ve çevre ile ilişkilerinde vefa duygusu, işlevi çok önemli idi. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Osmanlı’nın 600 yıl hayatta kalması ve ihtişamı bu vefa duygusu ve işlevi sayesinde mümkün olmuştur.
İşte bunun yabancı gözü ile teyidi;
-“Türkler vaatlerine dindarane bir sadakat gösterirler.” (Comtede Bonneval).
-“Müslüman Türkler yeminleriyle ahitlerine de son derece sadıktırlar.” (Mouradgea d’Ohsson).
Yüzyıllar boyu Osmanlı ülkesine gelip tetkiklerde bulunan Avrupalı gezginler, Avrupa ile mukayese kabul etmez insan hakları uygulamaları karşısında şaşkınlıklarını dile getirmekten kendilerini alamamışlar, kendi toplumları için de böylesine “hakça” ve “insanca” bir yönetim temenni etmişlerdir.
Devam edecek….
7 Ocak 2011 Cuma
OSMANLIDA YAŞAM - 8 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLI EVİNDE GÖNÜLK İNSANI
Araştırmalara göre, her yedi kişiden biri depresyon ya da panik atak hastası… Gençler arasında yorgunluk ve umutsuzluk hâd safhada; kimse geleceğinden emin değil… Yani toplumun genç ve yaşlı nüfusuna genel bir bıkkınlık hâkim!
Genelde umutsuzluk inançsızlığın çocuğudur. Bizim toplumun büyük çoğunluğu elhamdülillah Müslüman! Buna rağmen nedir bu bıkkınlık, küskünlük, umutsuzluk ve teslimiyet?
Cevabı bulmak için geçmişimize bakmak gerekiyor. Zira bu-gün olup bitenlerin kökeni geçmiştedir. Zaten bu yüzden tarih bir “mihenk taşı” işlevi görür.
Uzmanlara göre, insan karakterini şekillendiren birkaç unsur var:
Bunlardan birincisi aile, ikincisi eğitim, üçüncüsü çevre, dördüncüsü muhit ve mekândır.
Diğerleri bir yana, sadece şu ”Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı Mahallesi”ni bir ölçüde hayata geçirebilsek, eminim çok şey değişecek. Çünkü hayat mekâna ve muhite göre şekillenir.
Eskiden “mahalle” dediğimiz sistemli muhitlerde ahşap, ferah büyük aileye mahsus, yüksek tavanlı evlerde otururduk. Mahalle, “imam”ın başkanlığında oluşturulan “ak saçlılar” (biri-kimli yaşlılar) tarafından denetlenir, sorunlar çıkar çıkmaz çözülür, komşular birbirlerine güvenirdi.
Evler kıbleye dönük inşa edilirdi. Osmanlı insanının çoğunun’ kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi. Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi.
Ortada mahalle mescidi. Mescidin yanında bir eğitim kurumu (eğitimsiz Müslümanlığın yarım kalacağı inancından beslenen bu kurumlar mahallenin olmazsa olmaz varlıklarıydı), mahallelinin uğrayıp dertleşeceğin cumbalı, bahçeli ahşap evler.
Osmanlı evlerinin giriş kapılan bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak: paylaşma, bölüşme” ahlâkının bir yansımasıydı…
‘Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı mahallesi’ in bir ölçüde hayata geçirebilsek çok şey değişecektir.
“Yardım” aşkıyla, giriş kapısının üstünü geniş bir örtü koyarlardı… Bu tam anlamıyla “yardım aşkına” yapılan bir uygulamaydı. Çünkü bu örtüden ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve Güneşten korunmak isteyen yorgun insanlar yararlanırlardı.
Caddeden gelip geçenler bu örtü altına sığınıp doludizgin yağmurdan, ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi.
Bazen ev sahipleri, kendi saçak altlarına sığınanları “Tanrımisafiri” sayar, içeri buyur eder, karnını da doyurduktan sonra salardı. Tek cümle ile Osmanlı’da hayat “muavenet”ti (yardımlaşma).
Yaralı göçmen kuşlara evlerinin saçak altında “kuş evi” yapmayı akıl eden yardım ahlâkı, elbette hayatın özü ve özeti olan insana karşı böylesine mehabetli, aşk yüklü, sevda dolu bir yaklaşım sergileyecekti.
Devam Edecek.
OSMANLI EVİNDE GÖNÜLK İNSANI
Araştırmalara göre, her yedi kişiden biri depresyon ya da panik atak hastası… Gençler arasında yorgunluk ve umutsuzluk hâd safhada; kimse geleceğinden emin değil… Yani toplumun genç ve yaşlı nüfusuna genel bir bıkkınlık hâkim!
Genelde umutsuzluk inançsızlığın çocuğudur. Bizim toplumun büyük çoğunluğu elhamdülillah Müslüman! Buna rağmen nedir bu bıkkınlık, küskünlük, umutsuzluk ve teslimiyet?
Cevabı bulmak için geçmişimize bakmak gerekiyor. Zira bu-gün olup bitenlerin kökeni geçmiştedir. Zaten bu yüzden tarih bir “mihenk taşı” işlevi görür.
Uzmanlara göre, insan karakterini şekillendiren birkaç unsur var:
Bunlardan birincisi aile, ikincisi eğitim, üçüncüsü çevre, dördüncüsü muhit ve mekândır.
Diğerleri bir yana, sadece şu ”Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı Mahallesi”ni bir ölçüde hayata geçirebilsek, eminim çok şey değişecek. Çünkü hayat mekâna ve muhite göre şekillenir.
Eskiden “mahalle” dediğimiz sistemli muhitlerde ahşap, ferah büyük aileye mahsus, yüksek tavanlı evlerde otururduk. Mahalle, “imam”ın başkanlığında oluşturulan “ak saçlılar” (biri-kimli yaşlılar) tarafından denetlenir, sorunlar çıkar çıkmaz çözülür, komşular birbirlerine güvenirdi.
Evler kıbleye dönük inşa edilirdi. Osmanlı insanının çoğunun’ kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi. Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi.
Ortada mahalle mescidi. Mescidin yanında bir eğitim kurumu (eğitimsiz Müslümanlığın yarım kalacağı inancından beslenen bu kurumlar mahallenin olmazsa olmaz varlıklarıydı), mahallelinin uğrayıp dertleşeceğin cumbalı, bahçeli ahşap evler.
Osmanlı evlerinin giriş kapılan bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak: paylaşma, bölüşme” ahlâkının bir yansımasıydı…
‘Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı mahallesi’ in bir ölçüde hayata geçirebilsek çok şey değişecektir.
“Yardım” aşkıyla, giriş kapısının üstünü geniş bir örtü koyarlardı… Bu tam anlamıyla “yardım aşkına” yapılan bir uygulamaydı. Çünkü bu örtüden ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve Güneşten korunmak isteyen yorgun insanlar yararlanırlardı.
Caddeden gelip geçenler bu örtü altına sığınıp doludizgin yağmurdan, ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi.
Bazen ev sahipleri, kendi saçak altlarına sığınanları “Tanrımisafiri” sayar, içeri buyur eder, karnını da doyurduktan sonra salardı. Tek cümle ile Osmanlı’da hayat “muavenet”ti (yardımlaşma).
Yaralı göçmen kuşlara evlerinin saçak altında “kuş evi” yapmayı akıl eden yardım ahlâkı, elbette hayatın özü ve özeti olan insana karşı böylesine mehabetli, aşk yüklü, sevda dolu bir yaklaşım sergileyecekti.
Devam Edecek.
6 Ocak 2011 Perşembe
OSMANLIDA YAŞAM - 7 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLI EVİNDE GÖNÜLK İNSANI
Araştırmalara göre, her yedi kişiden biri depresyon ya da panik atak hastası… Gençler arasında yorgunluk ve umutsuzluk hâd safhada; kimse geleceğinden emin değil… Yani toplumun genç ve yaşlı nüfusuna genel bir bıkkınlık hâkim!
Genelde umutsuzluk inançsızlığın çocuğudur. Bizim toplumun büyük çoğunluğu elhamdülillah Müslüman! Buna rağmen nedir bu bıkkınlık, küskünlük, umutsuzluk ve teslimiyet?
Cevabı bulmak için geçmişimize bakmak gerekiyor. Zira bu-gün olup bitenlerin kökeni geçmiştedir. Zaten bu yüzden tarih bir “mihenk taşı” işlevi görür.
Uzmanlara göre, insan karakterini şekillendiren birkaç unsur var:
Bunlardan birincisi aile, ikincisi eğitim, üçüncüsü çevre, dördüncüsü muhit ve mekândır.
Diğerleri bir yana, sadece şu ”Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı Mahallesi”ni bir ölçüde hayata geçirebilsek, eminim çok şey değişecek. Çünkü hayat mekâna ve muhite göre şekillenir.
Eskiden “mahalle” dediğimiz sistemli muhitlerde ahşap, ferah büyük aileye mahsus, yüksek tavanlı evlerde otururduk. Mahalle, “imam”ın başkanlığında oluşturulan “ak saçlılar” (biri-kimli yaşlılar) tarafından denetlenir, sorunlar çıkar çıkmaz çözülür, komşular birbirlerine güvenirdi.
Evler kıbleye dönük inşa edilirdi. Osmanlı insanının çoğunun’ kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi. Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi.
Ortada mahalle mescidi. Mescidin yanında bir eğitim kurumu (eğitimsiz Müslümanlığın yarım kalacağı inancından beslenen bu kurumlar mahallenin olmazsa olmaz varlıklarıydı), mahallelinin uğrayıp dertleşeceğin cumbalı, bahçeli ahşap evler.
Osmanlı evlerinin giriş kapılan bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak: paylaşma, bölüşme” ahlâkının bir yansımasıydı.
OSMANLI EVİNDE GÖNÜLK İNSANI
Araştırmalara göre, her yedi kişiden biri depresyon ya da panik atak hastası… Gençler arasında yorgunluk ve umutsuzluk hâd safhada; kimse geleceğinden emin değil… Yani toplumun genç ve yaşlı nüfusuna genel bir bıkkınlık hâkim!
Genelde umutsuzluk inançsızlığın çocuğudur. Bizim toplumun büyük çoğunluğu elhamdülillah Müslüman! Buna rağmen nedir bu bıkkınlık, küskünlük, umutsuzluk ve teslimiyet?
Cevabı bulmak için geçmişimize bakmak gerekiyor. Zira bu-gün olup bitenlerin kökeni geçmiştedir. Zaten bu yüzden tarih bir “mihenk taşı” işlevi görür.
Uzmanlara göre, insan karakterini şekillendiren birkaç unsur var:
Bunlardan birincisi aile, ikincisi eğitim, üçüncüsü çevre, dördüncüsü muhit ve mekândır.
Diğerleri bir yana, sadece şu ”Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı Mahallesi”ni bir ölçüde hayata geçirebilsek, eminim çok şey değişecek. Çünkü hayat mekâna ve muhite göre şekillenir.
Eskiden “mahalle” dediğimiz sistemli muhitlerde ahşap, ferah büyük aileye mahsus, yüksek tavanlı evlerde otururduk. Mahalle, “imam”ın başkanlığında oluşturulan “ak saçlılar” (biri-kimli yaşlılar) tarafından denetlenir, sorunlar çıkar çıkmaz çözülür, komşular birbirlerine güvenirdi.
Evler kıbleye dönük inşa edilirdi. Osmanlı insanının çoğunun’ kıble yürekli” olmasının hikmeti, belki de evlerini kıbleye dönük inşa etmeleriydi. Cephesi kıbleye dönük evlerde yaşayanların yürek pusulaları da kıbleyi gösterirdi.
Ortada mahalle mescidi. Mescidin yanında bir eğitim kurumu (eğitimsiz Müslümanlığın yarım kalacağı inancından beslenen bu kurumlar mahallenin olmazsa olmaz varlıklarıydı), mahallelinin uğrayıp dertleşeceğin cumbalı, bahçeli ahşap evler.
Osmanlı evlerinin giriş kapılan bile Osmanlı’nın başkalarını düşünen ve tanısın tanımasın, dara düşen herkese yardım ulaştırmayı amaçlayan “infak: paylaşma, bölüşme” ahlâkının bir yansımasıydı.
‘Osmanlı evi”ni ve “Osmanlı mahallesi’ in bir ölçüde hayata geçirebilsek çok şey değişecektir.
“Yardım” aşkıyla, giriş kapısının üstünü geniş bir örtü koyarlardı… Bu tam anlamıyla “yardım aşkına” yapılan bir uygulamaydı. Çünkü bu örtüden ev sahiplerinden çok, yağmurdan ve Güneşten korunmak isteyen yorgun insanlar yararlanırlardı.
Caddeden gelip geçenler bu örtü altına sığınıp doludizgin yağmurdan, ya da yakıcı güneşten korunurlar, sonra da ev sahiplerine dualar ederek giderlerdi.
Bazen ev sahipleri, kendi saçak altlarına sığınanları “Tanrımisafiri” sayar, içeri buyur eder, karnını da doyurduktan sonra salardı. Tek cümle ile Osmanlı’da hayat “muavenet”ti (yardımlaşma). Yaralı göçmen kuşlara evlerinin saçak altında “kuş evi” yapmayı akıl eden yardım ahlâkı, elbette hayatın özü ve özeti olan insana karşı böylesine mehabetli, aşk yüklü, sevda dolu bir yaklaşım sergileyecekti.
Devam Edecek.
5 Ocak 2011 Çarşamba
OSMANLIDA YAŞAM - 6 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLI DA AVARIZ VAKFI
Mahalle sakinleri, hayırlı işlerde de kolektif bir bilinçle hareket ederlerdi. Hayır işleri için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştu. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakfın gelir kaynağını, yine mahallelinin yaptığı bağışlar teşkil ederdi.
Avarız vakfının gelirleri, mahalledeki hastalara, fakirlere ve ekonomik durumu müsait olmadığı için evlenemeyenlere yardımda kullanılırdı. Fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, yeni su yolları açılması, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı içinde bu vakıftan yararlanılırdı. İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları da bu vakıftan karşılanırdı.
Mahalleye yeni taşınanlara yahut mahalleden taşınacaklara yine bu vakıf vasıtasıyla yardımcı olunurdu. Mahallede ihtiyacı olanlara borç verilir, şimdiki deyişle kredi açılırdı. Mahalledeki bu resmî dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri gözetirlerdi.
Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlarla onları kalkındırmaya çalışırlardı. Bu yüzden de Osmanlı ekonomisinde kriz olmazdı. Mahalle eksenli bu yardımlaşma ahlâkının temelinde, pek tabii olarak, “’Komşusu açken tok yatan bizden değildir” anlayışı yatardı.
Kısacası “mahalle” denilen küçük hayat alanları, Osmanlı asırlarında “cevher insan”, ya da “yürek adam” üretiminin merkezleriydi. Bu küçük yerleşim birimlerinde, herkes birbirini ya-kından tanıdığından, çocukların “tanıdık biri görmeden yaramazlık yapma” ihtimalleri son derece zayıftı.
Ufak tefek kusurlar genelde nazar-ı müsamaha ile karşılanırdı, ancak büyücek hataların bir bedeli vardı: Hiçbir çocuk (ya da genç) böyle bir bedel ödeyip mahalleye “rezil” olmayı göze alamazdı. Bu yüzden adımlar dikkatle atılır, “mahallenin namusu”na toz kondurulmaz, herkes kendi alanı içinde mutlu olmaya çalışırdı. Bu da zaman içinde karaktere dönüşür ve toplum “cevher insan”larla beslenirdi.
Yaşam alanının insan karakteri üzerindeki etkileri inkâr edilemez. Eski mahalle hayatının yanı sıra, evlerin yüksek tavanlı, bahçeli ve manzaralı oluşunun, Osmanlı insanının ruhu ve fiziği üzerindeki olumlu etkilerini, tüm tarihimizdeki iftihar vesikalarında görebiliyoruz.
Devam Edecek.
OSMANLI DA AVARIZ VAKFI
Mahalle sakinleri, hayırlı işlerde de kolektif bir bilinçle hareket ederlerdi. Hayır işleri için her mahallede bir “Avarız Vakfı” kurulmuştu. Mahalle sakinlerince oluşturulan yönetim kurulu tarafından idare edilen bu vakfın gelir kaynağını, yine mahallelinin yaptığı bağışlar teşkil ederdi.
Avarız vakfının gelirleri, mahalledeki hastalara, fakirlere ve ekonomik durumu müsait olmadığı için evlenemeyenlere yardımda kullanılırdı. Fakirlerin cenazelerinin kaldırılması, yeni su yolları açılması, cami, mescit, mektep gibi yerlerin onarımı içinde bu vakıftan yararlanılırdı. İmam, müezzin, muallim gibi mahalle görevlilerinin maaşları da bu vakıftan karşılanırdı.
Mahalleye yeni taşınanlara yahut mahalleden taşınacaklara yine bu vakıf vasıtasıyla yardımcı olunurdu. Mahallede ihtiyacı olanlara borç verilir, şimdiki deyişle kredi açılırdı. Mahalledeki bu resmî dayanışmanın yanında, ayrıca mahallenin zenginleri, mahallelerindeki fakirleri gözetirlerdi.
Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlarla onları kalkındırmaya çalışırlardı. Bu yüzden de Osmanlı ekonomisinde kriz olmazdı. Mahalle eksenli bu yardımlaşma ahlâkının temelinde, pek tabii olarak, “’Komşusu açken tok yatan bizden değildir” anlayışı yatardı.
Kısacası “mahalle” denilen küçük hayat alanları, Osmanlı asırlarında “cevher insan”, ya da “yürek adam” üretiminin merkezleriydi. Bu küçük yerleşim birimlerinde, herkes birbirini ya-kından tanıdığından, çocukların “tanıdık biri görmeden yaramazlık yapma” ihtimalleri son derece zayıftı.
Ufak tefek kusurlar genelde nazar-ı müsamaha ile karşılanırdı, ancak büyücek hataların bir bedeli vardı: Hiçbir çocuk (ya da genç) böyle bir bedel ödeyip mahalleye “rezil” olmayı göze alamazdı. Bu yüzden adımlar dikkatle atılır, “mahallenin namusu”na toz kondurulmaz, herkes kendi alanı içinde mutlu olmaya çalışırdı. Bu da zaman içinde karaktere dönüşür ve toplum “cevher insan”larla beslenirdi.
Yaşam alanının insan karakteri üzerindeki etkileri inkâr edilemez. Eski mahalle hayatının yanı sıra, evlerin yüksek tavanlı, bahçeli ve manzaralı oluşunun, Osmanlı insanının ruhu ve fiziği üzerindeki olumlu etkilerini, tüm tarihimizdeki iftihar vesikalarında görebiliyoruz.
Devam Edecek.
4 Ocak 2011 Salı
OSMANLIDA YAŞAM - 5 -
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLIDA İNSAN – MEKAN İLİŞKİSİ.
Osmanlı’yı zirveye taşıyan insan modeli Osmanlı mahallesinde yetişirdi. Osmanlı mahallesinde birbirini tanıyan, birbirini seven, bir-birlerinin yaşayışından, davranışından sorumlu olduklarına inanan ve dayanışma ruhunu mahalleye hâkim kılan insanlar yaşardı. Her mahallenin ortasında bir “mahalle mescidi”, mahallelerin merkezinde ise bir “merkez camii” olurdu. Evler camileri sevgi kuşağı gibi sarar, böylece cami, yani “Allah’ın evi” hayatın merkezine dönüşürdü.
Mahalleli vakit namazlarını mahalle mescidinde, Cuma namazlarını ise merkez camiinde kılmaya özen gösterirdi. Bu yolla mahalle içi dostlukları, mahalleler arası dostluğa dönüştürme fırsatı doğardı. Bu yüzden Osmanlı insanı, çağın insanına musallat olan depresyon ve panik atak gibi ruh hastalıklarından habersiz yaşardı.
Kadın ve erkek sohbet eşliğinde yüreklerini boşaltır, aynı metotla kendilerini ifade imkânı bulurlardı. Camilerin etrafında okullar, hamamlar, imaretler (fakirlere yiyecek giyecek dağıtılan, yolculara konaklama imkânı veren yerler), hastaneler ve dükkânlar yer alırdı. Genel olarak pazarlarda aynı çevrede kurulurdu.
Halk her ihtiyacını cami merkezli bir dünyadan karşılardı. Ayrıca bu çevredeki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı gibi küçük esnafa ait dükkânlar da birer “sohbet merkezi” işlevi görürdü.
Osmanlı mahallesinin sakinleri zincirleme olarak birbirlerine kefildi.
Devam Edecek.
OSMANLIDA İNSAN – MEKAN İLİŞKİSİ.
Osmanlı’yı zirveye taşıyan insan modeli Osmanlı mahallesinde yetişirdi. Osmanlı mahallesinde birbirini tanıyan, birbirini seven, bir-birlerinin yaşayışından, davranışından sorumlu olduklarına inanan ve dayanışma ruhunu mahalleye hâkim kılan insanlar yaşardı. Her mahallenin ortasında bir “mahalle mescidi”, mahallelerin merkezinde ise bir “merkez camii” olurdu. Evler camileri sevgi kuşağı gibi sarar, böylece cami, yani “Allah’ın evi” hayatın merkezine dönüşürdü.
Mahalleli vakit namazlarını mahalle mescidinde, Cuma namazlarını ise merkez camiinde kılmaya özen gösterirdi. Bu yolla mahalle içi dostlukları, mahalleler arası dostluğa dönüştürme fırsatı doğardı. Bu yüzden Osmanlı insanı, çağın insanına musallat olan depresyon ve panik atak gibi ruh hastalıklarından habersiz yaşardı.
Kadın ve erkek sohbet eşliğinde yüreklerini boşaltır, aynı metotla kendilerini ifade imkânı bulurlardı. Camilerin etrafında okullar, hamamlar, imaretler (fakirlere yiyecek giyecek dağıtılan, yolculara konaklama imkânı veren yerler), hastaneler ve dükkânlar yer alırdı. Genel olarak pazarlarda aynı çevrede kurulurdu.
Halk her ihtiyacını cami merkezli bir dünyadan karşılardı. Ayrıca bu çevredeki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı gibi küçük esnafa ait dükkânlar da birer “sohbet merkezi” işlevi görürdü.
Osmanlı mahallesinin sakinleri zincirleme olarak birbirlerine kefildi.
Devam Edecek.
3 Ocak 2011 Pazartesi
OSMANLIDA YAŞAM. (4)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLIDA MAHALLE YÖNETİMİ
Sultan II. Mahmut dönemine kadar her mahallenin başında bir “imam” bulunurdu. (Muhtarlık sistemini Sultan II. Mahmut getirdi). İmamlar devlete karşı mahalle halkını, mahalle halkına karşı da devleti temsil ederlerdi.
İmamlık o kadar önemliydi ki, şehrin idarecileri olan kadılar, bağlı bulundukları kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imamlar bizzat padişah tarafından atanırdı. Bu da imamların devlet nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterirdi.
Osmanlı mahallesinin sakinleri zincirleme olarak birbirlerine kefildi. Mahallede meydana gelen vukuatların failleri bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli bundan sorumlu tutulurdu. Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan bir kanunnameye göre, mahallede meydana gelen her türlü yasadışı olaydan mahalle halkı sorumluydu.
Bu her mahalle sakinini aşırı bir dikkat ve gayrete sevk eder. Mahallede tam anlamıyla bir “otokontrol” sağlardı. Böylece Osmanlı mahallelerinde soygun, cinayet, hırsızlık, yaralama, gasp, kavga gibi olaylar pek yaşanmazdı.
Devam Edecek.
OSMANLIDA MAHALLE YÖNETİMİ
Sultan II. Mahmut dönemine kadar her mahallenin başında bir “imam” bulunurdu. (Muhtarlık sistemini Sultan II. Mahmut getirdi). İmamlar devlete karşı mahalle halkını, mahalle halkına karşı da devleti temsil ederlerdi.
İmamlık o kadar önemliydi ki, şehrin idarecileri olan kadılar, bağlı bulundukları kurumun en üst düzey yetkilisi tarafından atanırken, imamlar bizzat padişah tarafından atanırdı. Bu da imamların devlet nazarında ne derece büyük bir öneme sahip olduğunu gösterirdi.
Osmanlı mahallesinin sakinleri zincirleme olarak birbirlerine kefildi. Mahallede meydana gelen vukuatların failleri bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli bundan sorumlu tutulurdu. Yavuz Sultan Selim zamanında çıkan bir kanunnameye göre, mahallede meydana gelen her türlü yasadışı olaydan mahalle halkı sorumluydu.
Bu her mahalle sakinini aşırı bir dikkat ve gayrete sevk eder. Mahallede tam anlamıyla bir “otokontrol” sağlardı. Böylece Osmanlı mahallelerinde soygun, cinayet, hırsızlık, yaralama, gasp, kavga gibi olaylar pek yaşanmazdı.
Devam Edecek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)