29 Şubat 2012 Çarşamba

TAYYI MEKAN


Tayyi mekân; mekân değiştirmek anlamına gelmektedir. Üç şekli vardır: Nefs Tayyi Mekânı Ruh Tayyi Mekânı Fizik Vücut Tayyi Mekânı Nefsimizin elektron devir sayısı, fizik vücudumuzun elektron devir sayısının yarısı kadardır. Ayrılabilmesi için bu devir sayılarının eşitlenmesi lâzımdır.

İşte gerçek uykuya ulaştığımız zaman parçasının belki tek bir saniyelik bir bölümünde, nefsin elektron devir sayısı artar; fizik vücudun devir sayısı azalır ve ikisinin dengeye geldiği anda, nefs vücuttan tereyağından kıl çeker gibi ayrılır.

Bu neye benzer? Bir kamyon düşünün, bir de özel araba düşünün. Özel arabanın sürati iki yüz kilometre olsun, kamyonun yüz kilometre. Eğer kamyonun hızını yüz elli kilometreye çıkartırsanız, öteki arabanın hızını yüz elli kilometreye indirirseniz, ikisi yan yana giderken; herhangi bir insanın, birinden ötekine geçmesi, sokakta yürüyormuş gibi bir kolaylık arz eder. Çünkü iki araba aynı hızla ve yan yana gidiyordur. Birinden ötekine geçmek hiçbir problem göstermez. Yani; Kim nefs tayyi mekânı yaparsa, kim uykuya dalarsa; uykuya daldığı anda, onun nefsi vücudundan derhâl ayrılır.

Tayyi mekânın yaşanması ise, bu ayrılığın uyanık olarak gerçekleştirilmesidir; yani kişinin aklı nefsini kumanda etmeye başlar ve nefs, fizik vücuttan ayrıldığı zaman, akıl tamamen nefsi kontrol altında bulundurur. Artık akıl, fizik vücudu kumanda etmemektedir. Fizik vücudun elektron devir sayısı, nefs kendisinden ayrıldığı an, tekrar eski haline döner. Nefsin elektron devir sayısı da fizik vücuttan ayrıldığı an, derhâl kendi elektron sayısına döner ve böylece nefs, başka bir âlem olan zahirî âlemde, yani kendisine ait olmayan bir âlemde, sonsuz hızla hareket etmek imkânının sahibi olur.

İnsan her gece rüya görür. Bazı insanlar da rüyalarında uçarlar. Uçanlar, aslında uykularında tayyi mekânı yaşayanlardır; ama onlar hiçbir zaman tayyi mekân yaptıklarının farkına varamazlar. Sadece rüyalarında, bir hayal âleminde uçtuklarını düşünürler. Oysa ki rüyamızın çok az bir bölümü hariç aşağı yukarı bütünü gerçektir.

Bu âlemde cereyan etmeyen, başka âlemlerde cereyan eden bir güzel yolculuğu, her seferinde yaşarız. İşte söz konusu olan şey, bunun bilincinde olmaktır. Ne zaman bilincinde olursak, o zaman yaşadığımız şey artık rüya değildir; tayyi mekândır.

Nefs, vücuttan ayrıldığı an fizik vücut derhâl uykuya dalar. Akıl artık fizik vücudu kumanda etmemektedir. Nefsi kumanda etmektedir. Fizik vücudu idare eden nedir? Otomatik kontrol sistemleridir. Midemizi, bağırsaklarımızı, kalbimizi, akciğerlerimizi bütün organlarımızı çalıştıran otomatik kontrol müesseseleri, artık onları kontrol altına almışlardır. Bu sistemlerin her biri sünnetullahın bir bağlantısını ifade eder. Sünnetullah, bütün sistemleri kontrol altında tutan, Allah`ın sonsuz bilgisayar sistemidir. Allah`ın sonsuzluğu, bütün âlemleri kapsamıştır. Kur`ân-ı Kerim diyor ki: "Allah`ım, Senin Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır" .

İşte sonsuz ilim sahibi olan Allah, bu ilminden bir parçayı insanlara da vermiştir. İnsanlar nefs, ruh ve fizik vücut tayyi mekânı yapacak seviyeye ulaşabilirler. Nefs tayyi mekânında, vücuttan ayrılan nefs başka bir âleme gider. Fizik vücutla nefsin arasında, başlarını birbirine bağlayan bir kordon vardır. Allah`ın yarattığı bu kordon, nereye kadar giderse gitsin, ne kadar sonsuz uzaklara giderse gitsin hiç kopmaz. Allah her şeye kadirdir. Eğer başka insanların kordonları birbirleriyle karşılaşsa biri ötekine hiç dokunmadan birbirinin içinden geçerler. Bir gün başınızın üzerindeki kordondan nefsinize bağlandığınızı göreceksiniz.

İşte nefs tayyi mekânı yaptıklarını iddia eden budistler diyorlar ki: “Bu kordonlar göbekten birbirine bağlıdır”. Bunun külliyen yalan olduğunu kesinlikle söyleyebiliriz. Başka bir şey yaşıyorlarsa, biz onları bilemeyiz. Ama bildiğimiz, yaşadığımız nefs tayyi mekânı, başımızdan, fizik vücudumuzun başından nefsimizin başına bir kordonun uzatıldığını göstermektedir. Bu kordon, sonsuza kadar uzayabilen bir nesnedir ki; hiç bir nefsi başka bir vücuda ulaştırmaz. Başka bir vücudun bir nefsi kendisine mâl etmesi veya buna benzer bir olay, hiçbir şekilde mümkün değildir.

İşte böyle bir dizaynda, nefsimizin dilediğimiz yere, düşündüğümüz yere birkaç saniyede ulaştığını görüyoruz. Ve gittiğiniz yerlerde, eğer insanlar sizi görmüyorlarsa bilin ki nefs halindesiniz. O yaşadığınız da zahirî âlemdir. Zahirî âlemde hiç kimse normal standartlarda, nefsi görmez. İnsanların arasında gezersiniz; ama sizi kimse görmez. Dünyadasınız; ama siz uyuduğunuz esnada gündüzü yaşıyorsunuz. O zaman dünyanın öbür tarafındasınız, diğer yarım küresindesiniz ve güneşin olduğu taraf gecenin olduğu taraftan daima farklı ve dünya döndüğü için devamlı şekil değiştiriyor. Öyleyse nerede şartlar fizik değilse orada bilin ki; nefsiniz bu âlemdedir.

Ama bir de şartların fizik olduğu bir âleme gideceksiniz. Sizden evvel olanların yaşadığı berzah âlemi. O zaman bardağı tutabiliyorsanız, içindekini içebiliyorsanız oradasınız, berzah âlemindesiniz. Sizden evvel ölmüş olan kişilerin nefslerinin kıyâmete kadar yaşayacağı yerdesiniz.

Berzah âlemi, nefslerimize göre fizik olarak yaratılmıştır. Bütün insanların nefsleri öldükten sonra mutlaka oraya gider, orada yaşantılarını devam ettirirler. Kıyâmet gününe kadar orada yaşamakta devam ederler. İşte nefslerinizin o gittikleri yerde, sonsuz hızını devam ettirebilmek için Allah, nefslere küçücük bir değişiklik yaptırır. Nefslerin yapılarında yaptığı değişiklikle nefsimizin karşıt elektronlarının devir sayısını, elektron devir sayısının ötesine geçirir. O zaman berzah âleminde de sonsuz hızla hareket söz konusudur.

Nefsler bu âleme ulaştıkları zaman tekrar yapı değişikliğine uğrarlar. Işık duvarı üzerinden geçerken, iki âlem arasındaki ve bizim âlemimizde normal bir nefsin standartlarında gelirler. Bir gün inşaallah hepinize TAYYİ MEKÂN nasip olacak. TAYYİ MEKÂN`ı yaptığınız zaman şunu unutmayın; sakın şu vücudunuzu düşünmeyin. Neden düşünmeyin? Çünkü düşünürseniz soluğu vücudunuzda alırsınız. Tekrar dönmeniz de o gece hayli güç bir şey. İnşaallah yaşarsınız.

Yaşadığınız zaman göreceksiniz ki; aslında uçaklara falan fazla para vermenize gerek yok Allah`ın yardımıyla, her şey çok güzel gerçekleşebilir. İşte nefs tayyi mekânı, bu standartlar altında gerçekleşebilen bir olgudur. Söylediğim gibi hepiniz tayyi mekânı kim bilir kaç defa yaşamışsınızdır. Ama rüyada yaşadığınız için bunun bilincinde değilsiniz. Sadece bir hayal yaşadığınızı zannetmektesiniz. Oysa ki kişi rüyasında mutlaka bir gezegene gitmiştir.

Eğer nefs tayyi mekânının ötesine geçmek söz konusu ise, bunun adı ruh tayyi mekânıdır. Ruhumuz kendisine ait olan elektron devir sayısını dilediği an, dilediği stan-dartlarda değiştirmek imkânının sahibidir.

Ruhumuz 6 grup enerji küresinden oluşur ve emr âleminin de, zahirî âlemin de, berzah âleminin de bütün özelliklerini bir ruh, dilediği an kazanabilir veya yok edebilir. Zahirî âlemde bir ruh, dilerse zahirî âlemin bir parçası olur. Dilerse zahirî âlemin bir parçası olmanın hemen dışına çıkar. Berzah âleminde bir ruh, berzah âleminin varlığı olur. Herkes onu nefs zanneder veya dilerse bir anda bu standardın dışına çıkabilir.

Aynı ruh, gayb âleminde, gayb âleminin standartlarına girer veya dışına çıkabilir. Allahû Tealâ ruha farklı bir özellik vermiştir. O dilediğini, dilediği standartlarda yapmak imkânının sahibidir. Kim ruh tayyi mekânını yapabilir? Salâha ulaşan kişinin başının üzerine, Allahû Tealâ bir hediye olarak kendi ruhunu gönderir. Bu ruh tayyi mekânı yapması için Allahû Tealâ`nın o kişiye bir hediyesidir. Onun başının üzerinde taşıdığı bu ruh, aklının her zaman kumanda edebileceği, bir nevi uçak gibidir ve o ruha kumanda eden akıl, o ruhu dilediği yere bir anda ulaştırabilir.

Ruh tayyi mekânının nefs tayyi mekânından farkı, ruhun gittiği yerde fizik hüviyete derhâl bürünebilme imkânıdır. Ama orada o bunu yaparken, eğer fizik vücut uykuda değilse, o kişinin fizik vücuduna, akıl kumanda etmektedir. O zaman ruha Allah kumanda eder. Öyleyse, farklı bir tayyi mekân boyutuna girdik: Ruh tayyi mekânı. Sadece salâha ulaşıp da başının üzerine Allah`ın ruh tayyi mekânını yapmak üzere böyle bir ruhu hediye ettiği insanlar, bunu gerçekleştirebilir.

Bu konuda çok şeyler okumuşsunuzdur. Bir çok hikâyeler anlatılır. Ama aslında hangi evliya bunu gerçekleştirmişse biliniz ki bu hakikattir. Allah`ın kanunları, fizik kanunlardır. Fiziğin ötesi ise, o ait olduğu âlemin fiziğidir; gene aynı şeydir. Her âlemde geçerlidir, âlem farklılıkları sonsuz hızın varlığına sebeptir. Bir kişi fizik vücuduyla herhangi bir şehirde görünürken, onun ruhu başka bir yerde, meselâ hacda aynı anda, aynı gün görülebilir. O kişinin fizik vücudu uykudaysa, o sırada akıl, ruha kumanda eder. Kişi uyanıksa, fizik vücudunun içindeyse, aklı fizik vücuduna kumanda ediyorsa; o zaman ruha kumanda eden Allah`ın sünnetullahıdır. Ve bu tayyi mekânın sahibi olan kişi, aslında bu tayyi mekânı yaşayan değildir.

Öyleyse, bir çok evliya için anlatılan çok şeyler duymuşsunuzdur. Mevlâna Celâlettin Rumî aynı günde hem Konya`da görülmüştür, hem Hac`da görülmüştür ve normal standartlarda fizik olarak görülmüştür. Bu da eşyanın tabiatına son derece uygundur. Çünkü söylediğimiz gibi ruh, dilediği âlemde fizik olabilir, dilediği âlemde fiziğin de ötesine geçebilir.

Bu ikinci tayyi mekân çeşidinde de ruhun hareket halinde olması, söylediğimiz gibi fizik vücudun uyku haline girmesiyle gerçekleşirse eğer; kişinin aklı, ruhu kontrolü altında tuttuğu için, bütün olanlardan Allahû Tealâ`nın bu evliyası her zaman haberdardır. Ama Allahû Tealâ bunu dilerse ruhu bir başka varlığa, bir başka şeyi ispat etmek için o kişinin ruhunu, Allah`ın sünnetullahıyla kumanda ederek başka bir yere her zaman gönderebilir ve dünya üzerinde bunun da neticeleri çok görülmüştür.

Bir başka tayyi mekân çeşidi var mı? Evet var, fizik vücut tayyi mekânı. Zannetmeyin ki, fizik vücut kendi kendine fizik vücut tayyi mekânı yapabilir. Hayır fizik vücut, daima bir vasıtadır. Öyleyse sonuca bakarsak ne görüyoruz? Fizik vücut tayyi mekânını yerli yerine oturtabilmek için, fizik vücutla nefs arasındaki ilişkinin çok iyi bilinmesi lâzımdır.

Fizik vücudumuzun içindeki nefs, fizik vücudumuzun elektron devir sayısının yarısı kadar elektron devir sayısına sahiptir. Bu sebeple fizik vücudumuzun içinde esirdir. Fizik vücut bayılmadıkça, fizik vücut ölmedikçe, fizik vücut uykuya dalmadıkça nefs, fizik vücudumuzdan ayrılamaz. Belki bir insanın nefs tayyi mekânını yaşayabilmesi, 3 standartta gerçekleşir:

Fizik vücudun uyku haline girmesi birinci standart; bayılması, ikinci standart; ölmesi, üçüncü standart. Ölürse, artık o kişinin nefs tayyi mekânı, zaten 40 günlük bir mezarda geçen, geri kalanı da berzah âleminde geçen, kıyâmete kadar devam edecek olan bir tayyi mekân olayıdır. Fizik vücut tayyi mekânına gelince, bu söylediğimiz kanunla çok yakından alâkalıdır. Hangi kanunla? Nefsimiz fizik vücudumuz içinde esirdir. Neden esirdir? Çünkü nefsimizin elektron devir sayısı, fizik vücudumuzunkinin yarısı kadardır.

İşte öyle bir an düşünün ki; ruh, fizik vücudumuzun üzerine geliyor, yerine yerleşiyor; ama ruhun elektron devir sayısı fizik vücudumuzun iki katı kadar. Ne demek bu? Şu demek: Ruh, fizik vücudumuzu esir alır ve fizik vücudumuz, ruhumuzun her zerresine kumanda etmesi sebebiyle görünmez olur. Hiç kimse fizik vücudu göremez. Neden göremez? Çünkü ruhu göremezler. Ruh da fizik vücudumuzun her zerresine sahip olduğu, her zerresini kapladığı için, hiç kimse fizik vücudumuzu göremez.

İşte böylece fizik vücudumuzun, ruhumuzla birlikte sonsuz hızla hareket edebildiğini görüyoruz. Bir kişi ruh tayyi mekânı yaptığı zaman, ruhu oraya yalnız gider, sonsuz hızla gider, orada şekil değiştirir, normal bir insan hüviyetine girer. Kimse onun ruh mu, gerçek bir fizik beden mi olduğunu anlayamaz. Sonra da tekrar sonsuz hızla ait olduğu yere geri dönecektir. Fizik vücudun üzerindeki yerini tekrar alacaktır; ama fizik vücut tayyi mekânında gidilecek yere ulaşıldığı zaman, ruh kontrol müessesini bıraktığı anda fizik vücut orada serbesttir. arada dilediği gibi hareket edebilir; ama kendi âlemine, bulunduğu yere geri dönerken, o zaman tekrar fizik vücudu, ruhun kontrolü altına alması gerekir ve tekrar ruh, iki kat devir sayısıyla fizik vücudun üzerine gelip onu tamamen kaplar.

Bu, geri dönüş için mutlaka gereklidir. Geriye ulaşıldığında, ait olduğu yere geri dönüldüğünde, ruh tekrar fizik vücudu terk eder ve başın üzerindeki yerini alır. Fizik vücutta, orada sanki bir uykudan uyanmış gibi normal standartlarına ulaşır. Fizik vücut standartları, ruh standartları, nefs standartları, 3 ayrı tip tayyi mekânı sergiler.

İşte Hazreti Süleyman`ın Belkıs`ın tahtını getirmeden evvel, "Bana hanginiz onun tahtını getirebileceksiniz?" dediği zaman, ifrid adlı cin diyor ki: "Siz daha yerinizden kalkana kadar, ben onu size getirebilirim." Kitap`tan bir ilme sahip olan adamsa dedi ki: "Siz gözünüzü açıp kapatıncaya kadar, ben onu size getiririm." Allahû Tealâ:"Ve Hazreti Süleyman, o kişiden yüzünü döşemeye çevirdiği zaman, döşemenin üzerinde tahtı gördü." diyor.

Öyle ise, olay gerçekleşmiş. Allahû Tealâ, Hazreti Süleyman`a verdiği hızları, üç ayrı bölümde dizayn etmiştir. Ve Hazreti Süleyman devamlı olarak tayyi mekânı yaşamıştır. O, sonsuz hızın sahibiydi. Bu statüde, Allahû Tealâ`nın zamanı geriye çalıştırması veya sonsuz hızı tarif eden bir çok âyet-i kerimesinin var olduğunu görüyoruz.

Meselâ; yedi uyuyanlar için Allah’u Tealâ zamanı durdurmuştur. Zaman, diğer insanlar için devam ediyor; ama onlar için gitmiyor. Onlar mağaraya alındıklarında Allahû Tealâ`ya diyorlar ki: "Yarabbi, bize katından bir mürşid gönder, bizi mutluluğuna ulaştır." Allahû Tealâ diyor ki: "Onları sağdan sola, soldan sağa hep döndürdük, aya çıktıkları zaman uyandırdık onları. Ne kadar diye sordular birbirlerine, ‘bir kaç saat dediler` diyor.” Ama fırına ekmek almaya gittiklerinde ellerindeki paraların iki yüz, üç yüz yıl evveline ait olduğu anlaşıldı ve böylece yedi uyuyanlar o dizayn içersinde, zamanın kendilerine çalışmadığı bir ortamın sergilendiğini anladılar.

Allahû Tealâ`nın ihsan ettiği hız müesseseleri, bütün sistemlerde Allah`ın emrettiği biçim ve boyutta geçerlidir. Meselâ Allahû Tealâ dünya ile kendi arasındaki mesafeye “elli bin yıllık yol” diyor ve meleklerin oraya bir günde çıktığını söylüyor. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)`in BİR KAÇ DAKİKADA ÇIKTIĞINI GÖRÜYORUZ. Öyle ise farklı sistemler söz konusudur.

Bugüne kadar dünyadan Allah`ın katına kadar fizik vücuduyla gidip oradan dönebilen, sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V)`dir Hazreti İdris`in de, Hazreti İsa`nın da Allah`ın katında olduğu söyleniyor. Fizik vücut olarak oradalar ve  Hazreti İsa`nın tekrar döneceği konusunda Allahû Tealâ`nın kesin bir teminatı var. Ama Hazreti İdris`in ne olacağı hakkında bir işaret, Kur`ân-ı Kerim`de yoktur. Bu da bir tayyi mekândır. Hazreti İdris`in cennete alınması olayı, bir tayyi mekân olayıdır.

Hazreti İdris, Allahû Tealâ`ya diyor ki: "Mutlaka cennetini görmek istiyorum." Allahû Tealâ sonunda dayanamıyor, onu cennetine götürüyor. İyice dua ettikten sonra: "Çık, tekrar seni dünyaya göndereceğim." diyor. Hazreti İdris diyor ki: "Çıkmam." Allahû Tealâ: "Ama bana çıkacağım diye söz verdin." diyor, Hazreti İdris diyor ki: "Tamam, verdim; ama şimdi çıkmak istemiyorum. Sen, benim Rabbimsin, beni affedersin". Allahû Tealâ diyor ki: "Kabul ettim. Hadi kal burada!"

Yani naz makamı da Allahû Tealâ`ya bazen böyle, onun önceden bildiği; ama bilmez göründüğü şeyleri yaptırır. Allahû Tealâ muhakkak her şeye kadirdir. Hazreti İsa`nın göğe alınışına beraberce bakalım. On ikinci havari Romalılara haber verir ve salona gelir. Allahû Tealâ diyor ki: "O geldiği zaman, Biz onun yüzüyle Hazreti İsa`nın yüzünü değiştirdik. Onu İsa`ya götürdüler. Çarmığa gerdiler. Biz de Hazreti İsa`yı katımıza kaldırdık" .

Nasıl kaldırmış? Gene tayyi mekân olayı. Hem Hazreti İdris`in, hem de Hazreti İsa`nın olayı, tayyi mekân olayıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)`in Allah`ın katına çıkması, mirac olayı, gene tayyi mekândır. Üçü de fizik vücud tayyi mekânını yaşamıştır. Unutmayın, hepsinin fizik vücutlarının üzerine, ruhları örtü olmuştur. O standartlar içinde, Allah`ın göklerine yükselmişlerdir. Allah`ın katına kadar yükselmişler ve iki tanesi orada kalmıştır. Sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V)`e has bir olay yaşanmıştır. O, tekrar geri dönmüştür. Allahû Tealâ`ya ne kadar hamd etsek şükretsek azdır ki;

O bizim Peygamberimiz. Allahû Tealâ Kur`ân`ı ona indirmiş ve bütün âlemlerde mutlaka tanınan bir peygamber. Allahû Tealâ onun için diyor ki: "Seni âlemlere rahmet olarak yarattım." Kur`ân-ı Kerim için de gene Allahû Tealâ öyle söylüyor: "Âlemlere rahmet olarak yarattım." diyor.

Kur`ân-ı Kerim sadece şu bizim dünyamızda Peygamber Efendimiz (S.A.V)`e indirilen, sadece bu dünyada tanınan bir dîn kitabı değildir. Allah`ın bütün âlemlere indirdiği bir kitaptır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de o kitap kendisine inen kişi olarak, bütün âlemlerde tanınmaktadır.

İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V)`in miracına dikkatle baktığımız zaman, onun da bir fizik vücut tayyi mekânı olduğunu görüyoruz. Ne yapmış Allahû Tealâ? Gelecek nesillere ve Mekkeli`lere ibret olsun diye Peygamber Efendimiz (S.A.V)` i doğrudan doğruya katına almamış. Evvelâ oradan bilmem kaç hafta mesafede olan bir kervana, Peygamber Efendimiz (S.A.V)`i ulaştırmış. Orada durmuş. Peygamber Efendimiz (S.A.V), o kervan sahipleriyle konuşmuş. 1-2 dakika konuşmadan sonra oradan ayrılan Peygamber Efendimiz (S.A.V), bir kaç dakika sonra, ikinci kervana ulaşmış. (2.kervan, 1.kervandan 1 hafta sonra gelecek Mekke ye) ve onlarla da konuşmuş. Özellikle zaman ölçüsünü onlara tayin ettirmiş ve ondan sonra da Allahû Tealâ onu Mescid-i Aksa`ya ulaştırmış. Mescid-i Aksa`yı da tavaf ettikten sonra, oradan Allahû Tealâ`nın katına yükselmiş.

Allahû Tealâ Kur`ân-ı Kerim`de buyuruyor ki: "Kalbi gördüklerini tekzib etmedi." Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allahû Tealâ`nın katına ulaştığı zaman gördüğü şeyi, ruhunun baş gözleri ile görüyor; ama ondan evvel gördüklerini -Allahû Tealâ bize de, bütün kalp gözü açık olanlara gösterdiği gibi-, kalp gözüyle göstermiş ve Allahû Tealâ bu sebebe dayalı olarak: “Kalbi gördüklerini tekzip etmedi.” diyor. Biliyorsunuz ki; Hazreti Musa da Allahû Tealâ`yı baş gözleriyle görmek istedi, görmekte ısrar etti. Allahû Tealâ da buyurdu ki: "Sen buna dayanamazsın. Biz baş gözlerini bizi görecek olan vasıfta yaratmadık. Onun için sen peygamber de olsan buna dayanamazsın, bundan vazgeç." dedi. O da: "Vazgeçmem." dedi. Allahû Tealâ: "Öyleyse, şimdi bu karşıdaki dağa tecelli edeceğim. O, beni kendi gözleriyle görecek. (Dağın kendisine has olan görme özelliğiyle görecek.) Sonucun ne olduğuna bak. Ondan sonra ısrar ediyorsan, o zaman düşünelim." Ve Allahû Tealâ dağa tecelli etti. Dağın kendisine ait olan görme hassasıyla, Allahû Tealâ`yı görmesini sağladı; ama dağ bile dayanamadı ve berhava oldu ve Hazreti Musa da o anda dağın görme hassasını yakaladı ve bayıldı. Bu görüşten sonra Hazreti Musa`nın artık Allahû Tealâ`yı baş gözüyle görme talebinden vazgeçtiğini görüyoruz.

İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allahû Tealâ`nın huzuruna vardığı zaman, baş gözleriyle Allahû Tealâ`yı görmedi. (Fizik vücudunun) Ruhunun baş gözüyle gördü ki; ruhu zaten emr âleminin varlığıdır. Allah`ın katındaki varlıkların gözleriyle gördü. Unutmayın, huzur namazının imamının fizik vücudu orada değildir, ruhu oradadır. Bütün o namaz kılanların fizik vücutları değil, ruhları namazları kılmaktadır. Öyleyse hepsi, her an Allahû Tealâ`yı görebilmektedirler ve sadece fizik vücudumuzun gözleri Allahû Tealâyı görmeye tahammül edemez. Nefsimizin gözleri Allahû Tealâ`yı görmeye tahammül edemez; ama ruhumuzun gözleri Allahû Tealâ`yı görmenin yeterli vasıflarına sahiptir.

Bir de nefsimizin kalbindeki kalp gözü, Allah`ı görmenin standartlarına sahiptir. Peygamber Efendimiz (S.A.V), giderken Cebrail (A.S)`ı gördü. Onunla karşılaştılar, konuştular. Oradan Allahû Tealâ`nın katına ulaştı, geriye döndüğünde, ispat vasıtaları birer birer geliyordu. Peygamber Efendimiz ( S.A.V) demişti ki: “Falanca yerde kervanla karşılaştım”. Tabiî hiç kimse inanmamıştı; ama kervan denildiği zaman, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile karşılaştıklarını, konuştuklarını anlattılar. Onlardan bir hafta sonra gelen ikinci kervan da aynı şeyleri söyledi ve peygamber Efendimiz (S.A.V)` e Mescid-i Aksa hakkında sual sordukları zaman; derhal gözünün önüne Mescid-i Aksa`nın bütün camları, pencereleri, her şeyi geldi ve bütün cevapları bir defa daha görerek, net olarak verdi.

Öyleyse miraç olayı da tam bir tayyi mekân olayıdır. Fizik vücut tayyi mekân olayıdır ve Kur`ân-ı Kerim`de birçok fizik vücut tayyi mekânından bahsedildiğini görüyoruz. Tayyi mekân dediğimiz zaman, fevkalade güzel bir olayın yaşanması söz konusudur. Bilet parası falan ödemeden bir yerden bir yere her zaman gitmek mümkündür. Allahû Tealâ, O`nun yoldaki bütün dileyen insanlara lâyık oldukları gün mutlaka bu ihsanda bulunacaktır.



GÜZİN OSMANCIK

26 Şubat 2012 Pazar

SOSYAL KANSER, FLÖRT



FLÖRT  EVLİLİKLERİ, MUTSUZLUK VE  BOŞANMA GETİRİR

Dünyada ve ülkemizde inatla uygulanan karma eğitimin  acı meyvelerinden birisi  de flört ve zina olarak karşımıza çıkmaktadır….
Batıdan bize ithal edilen karma eğitimle karıştırılan iki cinsin etkileşimi yüzünden hem eğitimin kalitesi düşmüş hem de okullarda kız kavgaları ve çekişmeleri yüzünden erkekler arasında ki   adavet, kıskançlık, rekabet, haset  yüzünden huzur ve asayiş bozulmuştur. Bu eğitimler sayesinde birbiriyle paralellik arz eden flört ve zina kavramları birbirlerine bir nevi pezevenklik etmişlerdir.

Batıdan getirilen hayatımızı kuşatan batıl ajan flört, bir nevi zinaya ve fuhuşa zemin hazırlamadaki ön ayak görevini sadakatle yerine getirmiştir ve getirmeye devam etmektedir. İşte inatla ve hainlikle uygulanan bu karma eğitimin sonucu olarak iki cinsin etkileşimi ve birlikteliği ile başlayan aşk ve sevme süreçleri flört olarak karşımıza çıkmak zorunda kalmıştır.

Bu sürece katkı sağlamada ise sanat adı altında sunulan cinsellik, sevme ve aşk yüklü filmlerin, şehvet kokan müziklerin, müstehcen sinemaların, sütun fahişelerinin gayri meşru aşklarının ballandırılarak anlatıldığı gazeteler ve fotoromanların payı büyüktür. Bu yayınlarla bilinçaltına yerleştirilen sevgi, aşk, özgürlük, romantizmi tatma yaşama telkinleri ile büyüyen çocuklar ve gençler karma eğitimdeki birlikteliğin de verdiği etkileşimle daha ilkokul çağlarında sevme büyüsüne, aşkı tatma hevesine, meşkin romantizmini yaşama moduna girmişlerdir. Kendilerine örnek aldıkları film kahramanları ve sanatçı bozması ablaları gibi olma onlar gibi aşklar yaşama ve sevme macerasına daha çocuk denen yaşta özentiyle başlayarak ta ileride evliliklerini ve hayatlarını etkileyecek bir sürü olumsuzlukların temelini farkında olmadan bu devrelerde atmışlardır.

Hayat meydanında en önemli gaye olarak görülen ve insanın hayatında en büyük ve mühim yeri tutan evliliğin bir ömre sığdırılmamasında, planlanan ömür boyu birlikteliğin zamansız olarak bitmesinde, Kur-anın İlahi ve Peygamber Efendimizin nebevi düsturlarının zıddına batıdan ithal edilen flört denilen birbirini sevme, tanıma süreci ve esasına dayandırılmasının etkisi büyüktür.

Batının menfaat odaklı birliktelik yöntemi olan flört ile evlenen ya da flörte bulaşarak evlilik yapanların evlilik sürecinde yaşadıkları olumsuzlukların başında mutsuzluk, ihanet, geçimsizlikler ve boşanmalar gelmektedir. Bu olumsuz ve yıkıcı zararların meydana gelmesinde en büyük tetikleyici rolü oynayan flörte bulaşmanın ve flörtle evlenmenin mutsuzluklara ve boşanmalara zemin hazırlamadaki rolünü kısa maddeler halinde kısaca izah etmeye çalışacağız ki ilahi ve nebevi çekirdekler üzerine bina edilmeyen birlikteliklerin insanın dünyasını ve ahiretini nasıl tehlikeye düşürebileceği bazen dünyada bile cinayete düşürebileceği anlaşılsın.

1-FLÖRT EVLİLİĞE MUTSUZLUK VE İHANET GETİRİR

Karma eğitimde okuyan kız ve erkeklerin ilkokuldan üniversiteye kadar geçen süreçte etkileşimleri yüzünden bir çok erkek arkadaşları olur, bunlarla okulların seviyesine göre ilişkiler içerisinde bulunurlar, ilkokulda saf olan aşklar orta ve lisede saflığı yanında cinselliğe el ele tutuşmaya ve öpüşmeye kadar gider. Bazıları ise birbirini kaybetme korkusu düşüncesinden dolayı daha lisedeyken evlenirler. Üniversite dönemi ise iş daha çok evlilik odaklı ya da zevk odaklı yada muhabbet odaklı bir hale gelir. ilkokul ve üniversite dönemi içerisinde bir bayanın hayatından kişilik ve hayat anlayışına göre 1 den  10 a  yakın bazen daha fazla erkek geçer.

Bu süreçlerdeki denemelerde aslında  hissi, vehmi farazi, yalancı  ve duygusal aşklar ve sevdalar yaşanır.aranan erkek ya bir türlü bulunmaz yada bulunsa bazı sebepler yüzünden seviyeyi tutturamadıklarından ilişki biter. Okul bittikten sonra bazıları okul arkadaşıyla evlenir, evlenmeyenler ise okul dönemi onlarca erkekle geçirilmiş maceralar ve fotoromanlarla dolu mazisini nisyan perdesi ile örterek yeniden  mutlu olmak düşüncesiyle yeni bir flörtle evliliğe adım atar.

Evliliği bir eşle adım atan bu bayanlar aslında  mazide bıraktığı onlarca erkekle yaşadıkları heyecanlı maceralarını hatıralarını ve  fotoromanları da arkalarından istemeden getirip istemeden evlerine sokarlar.Zaten flört döneminde bütün güzellikler tüketildiği için evlilikte sıradanlık yaşanır, heyecanlar gider yerini ünsiyet ve  monotonluğa bırakır.

Zamanla eşiyle problemlerde ve olumsuzluklarda kadın; ümitsizlik, elem, keder, pişmanlık vartalarına düşünce eşinde bulamadığı güzel olan şeyleri geçmişteki erkek arkadaşlarıyla geçirdiği hatıralarında arar.birisinin güzel öpüşünü,ötekisinin güzel esprili mizacını, bir başkasının yakışıklılığını diğer başka birisinin güler yüzlü ve anlayışlı halini eşiyle kıyas eder.

Her arkadaşlık ettiği ve aşk yaşadığı erkeklerdeki güzel huyların hepsini evli olduğu erkekte bulamayınca  eşine karşı bir soğuma geçirir. Eğer geçmişte yaşadığı cinsel deneyimlerindeki lezzeti ve cinsel tatmini eşinde bulamazsa,  artık eşinin yerine yatakta hayalen onları koyar  eşini zihinsel olarak aldatmaya başlar, onların hayalleri ile evinde yaşamaya başlar, düşünceleri ile mazideki hatıraları hazır zamana getirip yaşar.

Bir zaman sonra artık hayali aldatmalar da tatminsizlik vermeye başlar, Şeytanın yardımıyla mazideki  hatıraları hayalinde, zihinde tasvir ederek, şekillendirerek kalıplarına dökmeye başlar.

Aklın onayı olan tasdikten aşamasından sonra, İzan denen kalbin rızasını da alır.İltizam denen bütün azaların bu işe taraftar olması ve  nefis ve hevanın cesareti ile de  mazideki aşıklar aranmaya başlanır. Mazi defterinden  eski aşıklardan en unutulmayanı ya da en iyisi çabuk bulunur.

Önce eski hatıralar maceralar hatırlanır, sonra kadın mevzuyu mutsuzluğa, tatminsizliğe ve evliliğin yürümediğine getirir. Teselli aşamaları kendisine yabancı olmuş bir erkeğin kollarında aranır. Sonra gelsin aldatmalar gayri meşru muhabbetler, gitsin şerefler namuslar iffetler.

        Demek mazi defterlerini yıkıp atmak yakmak nafile bir çaba, hafızadaki anıları silme imkânı olmuyor. Böyle bir imkânın olmaması ise insanlığın yüzde 70’nin aleyhine yüzde 30’nun ise lehinedir. Özellikle kadınların aleyhinedir. Çünkü kadının hissi yoğunluğu yüksek bir varlık olması nedeniyle geçmişin hatıralarından medet ve teselli araması hasebiyle mazide yaşadığı arkadaşlık, aşk, meşk maceraları şeytanın elinde öyle bir koz oluyor ki o kozları kullanarak o kadınları bazen vehim zanlarla, bazen eşleriyle aradaki problemlerde, iletişimsizliklerde, vb gibi ailevi olumsuzluklarda o evlilik ve kadın aleyhinde kullanarak kadınların hissi varlıklar olmasını fırsat bilerek o kadınları vartalara, gayri meşru yoldan alternatif mutluluklar aramaya iter.

Neticesinde ise ya aldatmayı affetmeyin eşi tarafından öldürülmesi ya da boşanmayla evliliğin bitirilmesi. Bugün eşini aldatanların büyük bir çoğunluğu bunu eski tanıdıklarıyla yapmaları flörtün evliliğin düşmanı olduğunun bir delilidir..

2–FLÖRTLE EVLİLİK LERDE BOŞANMA SÜREÇLERİ DAHA FAZLADIR.

Terbiyeyi Medeniyetin madde perest eğitim sistemi ile terbiyelenenler. Evlilikte iki cinsin mutlu bir birlikteliği için birbirini tanımasını gerektiğini, evlilik sürecinden önce birbirlerinin kişiliklerini test etme ve deneme dönemleri olması gerektiğini savunmaktadırlar. Bu söz bir bakıma doğrudur ama doğru onların bildiği gibi değildir. Evlilik öncesi flört döneminde kadın ve erkek evlilik kriterlerini belirlemede uhrevi olan soy, asalet, güzellik, dindarlık gibi denklik kriterleri değil dünyevi mevki, makam, güzellik, yakışıklık, zenginlik gibi kriterleri önde tutarlar. Böyle bir durumda evlilik amacı daha çok menfaate, şehvete ve zevke dayalı bir hal alır.

İki tarafın okulda ya da işyerinde etkileşimi sonucu bu birliktelik daha da heyecan yüklenir, adrenalinler yükselir. Arzular duygular taşmaya başlar çünkü bu dönemde iki taraf ta şair kesilir, edebiyatçı kesilir, klasik ev sahibi olma hayalleri kurulur, evcilik oyunları bir lokma ve hırka üzerine kurulur, iki tarafın daha çok aşk ve hissiyatla hareket ettikleri bu dönemde miyop olan aşkın gözü ve aklı tek şey düşünür bir an önce evlenmeği ve birbirlerinin olmayı.

İki taraf kendilerini birbirine karşı hatadan müberra, kusurdan münezzeh bir şekilde takdim eder, kusurlar gizlenir, kötü huylar örtülür, birbirlerini kaybetmemek için her şey mubah görünür, birçok ayıplar, günahlar, hatalar susturulur ve bazen yıllara sığdırılan flörtten evliliğe geçilir.

Gel zaman hemen git zaman dedirtircesine yavaş yavaş, o toz pembe dünyalar birden kabuslara dönmeye başlar, tatlı düşler acı çığlıklara döner, hedeflenen arzular tatmin edildiği için birden o heyecan dalgaları, o iltifatı şahaneden sözler gider, ne şairlik kalır ne edebiyatçılık evlilikte, bundan sonra tenkit, hiciv, azarlama, aşağılama, tahkir etme, yüzde gözde kaşta vücutta kusur bulmalar başlar, burnunun üzerinde niçin kaşın var dayakları başlar, kanıyla canıyla birbirlerini seven eşler kanlı bıçaklı olur, birbirlerini beş dakika görmezse dayanamayan eşler şeytan görmüş gibi birbirlerini görmeye tahammül etmeyecek hale gelirler,birbirlerine karşı sadakat,itaat hoşgörü sözü veren eşler ihanetler ve sadakatsizlikte yarışırlar. Aslında bu insanların farkında olmadıkları bir şey vardır oda flört döneminde bütün paylaşılacak şeyleri paylaştıklarının ve evliliğe hiç bir heyecan bırakmadıkları gerçeği.

Büyük emek ve paralarla ya da umutlarla ve hayallerle kurulan evlilik daha başında monoton bir hal alır. Kadın kurduğu hayallerin çoğunu hayal kırıklığı ile değiştirmek zorunda kalır, erkek ise emeline ulaştığı için hissiyatlar ve duygular tatmin edildiği için artık ünsiyetten dolayı bir bıkkınlık rehaveti yaşar. Birbirlerine tahammül ya da mecburiyet durumlarına boyun eğenler çoluk çocuk çevre baskısı ile bu işi kör topal götürmeye çalışırlar. Bazıları ise evliliklerinde bulamadığı sevgiyi ilgi alakayı yalancı ve yabancı kollarda aramakla geçirir, Birbirine tahammül sınırlarının sonuna gelen eşler ise soluğu mahkemede alırlar.

Mahkemelerde “The End” ile biten evliliklerin boşanma haberlerini gazetelerde her gün duyuyoruz. “Büyük aşk bitti”, üç yıl flört ettikten sonra evlendiler 6 ay sonra boşandılar. Severek evlendiler kavga ederek ayrıldılar. Vb gibi hüzün puntoları kullanılır gazetelerde.

İşte flört denen ve deneme yanılma yöntemi ile yapılan evliliklerin çoğusu sadece beş on senelik bir ömre nispet edildiği için tahammül sınırlarını çabuk zorluyor, sonsuzluğa yani ebedi bir hayata nispet edilmediği için evliliklerde ki sürtüşmelerde, uyumsuzluklarda ve küçük kavgalarda ve sıkıntılı anlarda birbirine karşı gösterilmemesi gereken hoşgörü, hürmet merhamet çabuk zayi olabiliyor, canlar kanlar iyi ve kötü günler için beraber dayanma ve sabretme tahahhütleri unutuluyor. Verilen vaatler edilen tatlı sözler çiğnenebiliyor. Kudsi ve ulvilikten uzak olması sebebiyle nefsi çatışmalara iki tarafta düşebiliyor.

Elimin sallasam ellisi tehditleri, baba evine gitme şantajları, bir başkası var iddiaları vb gibi polemikler ve isnatlar sonuç cinnetle, boşanmayla, ihanetle, kaçmakla evlilikler yıkılır. Bugün bu hakikati artık sadece medya değil bilim adamları da dile getirip.”aşkla başlayan temelinde sevgi ve manevi değerlerin harcının olmadığı evliliklerin çabuk yıkılıyor “ Diyorlar.


3-FLÖRTLE EVLİLİKLERDE MUTSUZLUK VE İHANET SÜREÇLERİ DAHA FAZLADIR.

Hayatımızdaki bütün kavramlarda ve anlamlarda bu ister Dinde, ister felsefede, isterse psikolojide veya hikâyelerde olsun beyaz, güzel ve temiz olan şeyler iyiliği, erdemi, iffeti fazileti temsil eder. O paklık ve duruluk bir nevi o şeyin kıymetini de yansıtır. Bir bağdan taze taze koparılıp getirilen bir sepet elmanın değeri ile aynı bağdan toplanmış çürük elma sepetinin kıymeti bir değildir. Sevgiliye yakuttan elmastan teşekkül edilmiş bir hediye vermekle gümüş ve altınla süslenmiş hediye sunmak bir değildir. Tertemiz bir sayfa ile kirlenmiş bir sayfa bir değildir. Eşe sunulan canlı parlak rengârenk bir çiçek demeti ile solgun çiçek demeti bir değildir. Bir şeyin kıymeti ve değeri ona takılan zinetler nispetinde artar ya da eksilir. Eşya nispet edildiği şeye göre kıymet kazanır ya da değeri düşer.

Nasıl ki bütün sosyal olgularda temiz pak ve güzel olan tercih edilir ve kıymet görürse aynen öylede sosyal içtimai hayatın en esaslı yerini teşkil eden evlilikte dahi temizlik paklık duruluk tercih edilir ve edilmedir. Yani iki taraf evlilik süreçlerinde fikren kalben ruhen bedenen tam bir uyum içinde sadakat teslimiyet sevgi saygı hoşgörü uyumu ve mahviyeti içinde olmalıdırlar. Yoksa evlilik sadece eziyete zahmete riyakârlığa ihanete tebdil eder.

Böyle bir sürecin yaşanmaması içinde evlilik kurumunun düşmanı olan flörtten kaçınmak gerekir. çünkü flört evlilik dinamiklerinin bir nevi dinamitleyicisi olabiliyor, insan nasıl ki eşine bir çiçek alınca en taze ve canlısını ve en güzelini arar, elbise alınca defolu olanı değil sağlam olanı tercih eder, bir gömlek alınca lekeli olanı değil temiz ve yeni olanı tercih ediyorsa  iki taraf ta  mazisi temiz ve pak ola tercih etmelidir.

Eşler birbirlerine temiz hayat sayfalarıyla gelmeli, birbirlerine temiz hayatlarını sunmalı, flörtün büyüsüne gerekliliğine aldanarak ya da kendini kaptırarak evlenme ümidiyle, yada aradıkları erkeği buluncaya kadar gömlek değiştirir gibi sevgili arkadaş eş değiştirerek hayat sayfalarını geçmişin haramları, günahları, yasak aşkları, fotoromanlarıyla doldurarak sonrada o kara sayfayı hiçbir şey yokmuş gibi arkalarından evlerine getirmemeliler. evliliğe bir eşle temiz bir maziyle adım atan bayanların gelecekleri de mutlu mesrur saadetli olur, geçmişin hatalarını maceralarını aşklarını tekrardan okuyup hatırlatacak ellerinde her hangi bir hatıralarla dolu kitap sayfası, macera ve heyecanla dolu bir aşk name olmadığı için mutluluk onlar için daha bonkör olur. amma evliliğe ve yeni evine geçmişin kirli, maceralı, heyecanlı hayat sayfalarıyla gelen ve gizli sayfalarını beyinin gizli kasalarında saklayan bu insanlar vakti zamanı gelince bu tozlu kirli paslı mazi sayfalarını hayal ve düşünce ile gün yüzüne çıkararak  teselli ararlar.bu teselli süreçlerinde fikren hayalen bedenen teşebbüsler yaşanır.geçmişin kirli sayfaları evlilikleri ihanete, sadakatsizliğe boşanmaya yada cinayetlere götürebilir.

Böyle felaketlerin önünün almanın en güzel yolu toplumu flört denen beladan kurtarmak olmalıdır. flörtün geçici tatlığına aldanan nice insanlar evlilik dönemlerinde acılıktan başka bir şey görmemektedirler.

Flörtün aile yapısı toplum yapısı ferdin ruhi yapısı üzerinde ki olumsuz menfi tesirlerini kaldırmak için yapılaması gereken en mühim şey nefsi ve şehvani, terbiyeyi medeniye kriterlerine göre değil, ilahi ve nebevi kriterlere göre şekillenmiş bir evlilik müessese kurmaktan geçer. Evliliğin en mühim şartı olan ve evliliklerde sükuneti ve dengeyi koruyan denklik kriterlerine göre yapılmalıdır.eğer iki taraf diyanette,güzellikte, asalette ve zenginlikten  birbirlerine denk iseler o evlilikte dengeler iki taraf için eşit olacaktır.birisi ağır gelerek ötekisini fazilette ,erdemde diyanette güzellikte tartamayacağı için dengeler tam olacaktır. Kalpler başka mecralara taraflara kaymayacaktır.

İlahi ve nebevi kriterlere göre flört süreçleri yaşanmayan o evde ve yuvada, belki küçük nefsi ve vehmi kıvılcımlar ve çatışmalar ara sıra olacaktır, ama uyum ve sükûnet hali daha çok hükmedecektir.

 Yazarını bulamadığım için sitenin ismini veriyorum.

25 Şubat 2012 Cumartesi

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (13)



12. den devam

- Mealini ne yaptı?

- Mealinin kendisine kıyamadı yakmaya. Teşebbüs etti ama kıyamadı, vasiyet bıraktı. En sevdiği dostu Yozgatlı İhsan efendiye vasiyet bıraktı ve meali ona verdi. O da kıyamadı.

- Mahfuz mu şu anda.

- Değil. O da kıyamadı, ondan sonra 4 – 5 kişilik bir heyet, yine merhumun talebelerinden huzurunda vasiyet yerine getirildi. Çünkü vasiyetiydi. Kesin olarak biliyoruz meal, görgü şahitlerinden iki kişinin ömürlerinin sonunda itirafıyla bu vasiyet yerine getirildi, meal yakıldı. Sebil-ül Reşat’ta yayınlanan parça bölük mealler var, onlar değil tabii.

- Mehmet Akif bunu söylüyor mu yakılsın diye?

- Vasiyet ediyor. Niye ediyor? 1930 ların başında Türkiye’de Türkçe Kur’an diye bir şaklabanlık icat edildi. Kur’an ın Türkçesi değil, Türkçe Kuran. Türkçe ibadet, Türkçe Kuran. Dolayısıyla bu furya bir takım mahfillerde fiiliyata da geçiriliyor. İstanbul’da bir iki camide Türkçe ibadet adı altında garip bir uygulama da yapılıyor. Ezan zaten malum.

- Bunu yapanlarda meşhur musikişinas bildiğimiz besteciler.

- Allah taksiratlarını affetsin bazıları ömürlerinin sonunda istiğfar ettiler, tevbe ettiler. İşte Akif bunları görüyor. Akif gibi bir soylu, şahsiyet abidesi, Kur’an ın uğruna ömrünü vermiş bir zat, Kur’an ın birilerinin elinde böyle harcanmasına razı olmuyor.

- Bu şekilde kullanılmasına müsaade etmiyor yani.

- Ben Akif’i neden takdir ettim biliyor musunuz, ne zaman takdir ettim. Bilgisayarım çöktü mealimin tam ortasında. Tabii bilgisayarın çökmesinin hiçbir önemi yok benim için. Ama mealim çöktü, emeğim çöktü. 3 gün deli koyun gibi gezdim. 3 gün kendimde değildim. Elim ayağım tutmadı. Sonunda bilgisayarımın hard diskini kurtardılar. 3 ayet kaybettim. Hala o 3 ayete yanarım. Bakara suresinden 3 ayet. O 3 günde anladım ben. O gün mealimin çok az kısmını bitirmiştim. Bugün 2007 nin sonundayız. Allah etmesin öyle bir şey olsa..!

99 depreminde bina gidip geliyor, yani kıyamet sahneleri yaşanıyor o anda. Çocukların annesi, büyük oğlumuzu memlekette bırakmışız, onu bilinç altında unutmuş. Onu arıyor evin içinde. Ben ise aklımda bir tek şey var, eyvah..! mealim..! İlk dışarı çıkarken ilk ve tek aldığım şey mealim oluyor. Yani bilgisayarım.

- Canın yongası olmuş.

- Eyvallah. Şimdi Muhammed Akif’in bu yaptığı bir fedakarlık. Bu bir fedakarlık. Bu Kur’an uğruna yapılan bir fedakarlık mealimi yakın diye vasiyet etmek.

Meal yapan çok insan olduğunu biliyorum. Ama bir ömrüne mal olan mealini kendi vasiyetiyle yaktıran bir tek adam tanıyorum Kur’an ı koruma uğruna.

Sonuçta yaktırmasa iyi olmaz mıydı? İyi olurdu. Ben arzu etmez miydim yakılmamasını? Çok arzu ederdim. Şu anda keşke o meal elimizde olsa ne iyi olurdu. Bütün bu ihtişamları bir kenara bırakıyorum. Onun Kur’an a olan muhabbeti, Kur’an a olan ta’zimi karşısında sadece önümü bağlıyorum efendim.

- Kur’an a gölge oluşturabilme ihtimali dahi onun için tahammül sınırlarını aşıyor yani.

- Bunu 11 yılını meal için harcamış biri olarak söylüyorum. Bunun ne demeye geldiğini bir nebze bilen biri olarak söylüyorum.


Devam ediyor.
Kaynak vahyin penceresinden

24 Şubat 2012 Cuma

MESNEVİ SOHBETLERİ - 31 - AŞIK ÖLÜDÜR



Hz. Mevlana beytinde;

Cümle maşuktan ibarettir âşık perdedir. Diri olan ancak maşuktur, âşık ölüdür.”

Çok güzel hikmet dolu bir ifade. Hepimiz biliriz insan bir güzeli severse ve o sevgi aşk derecesine varırsa o aşık için artık sadece maşuku vardır. Kendi arzu ve iradesi kalmamış her yerde, her şeyde onu görür olmuştur. Şairin dediği gibi.

Ben ben değilim, ben dediğim sensin hep,
Canım dediğim, ten dediğim sensin hep.

Fuzuli’de Mecnun’un dilinden Leyla’ya hitabını ifadesinde;

Gel sen, sen isen neyim Men-i zar? Diye sorar.

Sırf madde bedenden teşekkül etmiş fani bir varlığa karşı olan muhabbeti insanı ne hale getirdiğini düşünürsek. Ya o bedeni tüm varlık aleminin yaratanın Maşuk olduğunu kabul etsek, aşıkın ne hale gelebileceğini hayal edebiliyor musunuz: 

İşte ilahi aşk; aşık’ın nazarında tüm varlık alemin hiç seviyesinde gösterdiği gibi, aynı zamanda da İlahi Maşuk Olan Allah ile kendi arasında bi,r perdenin bulunduğunun da delilidir.

Şair Hümam-ı Tebrizi bunu ifade ederken;

Benimle sevgilim arasında Hümam perde olmaktadır.
Artık o perdeyi bertaraf etmenin sırası gelmiştir.

İfadesi bu gerçeği ifade eder.

Demek ki benlik perdesi kalktığında Maşuk’un var olan her şeyi en güzel haliyle, Aşık’ın da dolu bir mide, ölü bir cesetten başka bir şey olmadığı anlaşılır.

Allah bizleri de benlik perdesini kaldırabilen, bu hissi, duyguyu yaşayanlardan eylesin inşallah.

Cumanız Mübarek olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi

18 Şubat 2012 Cumartesi

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (12)



- Ben Muhammed Akif, siz öyle diyorsunuz. Mehmet Akif bir talimatla yapılan meale girişti, yaptı, fakat bu mealin akıbeti ne oldu hocam. Siz bunlara meraklısınız.

- Bu konuda gerçekten Dücane kardeşimizin çok emek mahsulü, çok güzel müstakil çalışması var. Bendeniz Mısır’da iken de konunun tarafları ile dolaylı taraflarıyla birkaç kez görüşmüştüm. Tüm bilgilerimiz bir tek hakikati gösteriyor. Muhammed Akif üstadımız, Kur’an şairimiz mealini yapmış, bitirmiş. Hem de büyük emek mahsulü ve gerçekten de Türk diliyle yazılmış şiiriyeti de içinde taşıyan. Ki bugünkü meallerin en büyük problemi ses değerliliğinden yoksu olmaları. Kur’an ın ses değerini kaynak dilden hedef dile taşıyamamış, yani taşıma gayreti gösterememiş olmaları.

- Yani düz, takır tukur, katır kutur ibareler.

- Evet. Merhum Elmalı’lı üstadımız buna çalışmış, fakat o dilde bugün artık demode olmuş durumda. Bu onun kusuru değil, maalesef dilimizi iğdiş ettikleri için, dilimizi katledenlerin kusuru. Bu ayrı bir hadise. Ama vakâ bu. Artık o meali bu nesil anlayamaz. Bugün dolayısıyla Kur’an ın şiiriyetinin, yani kaymak dilden hedef dile taşındığı bir şiiriyet göremiyoruz. Bu bir ihtiyaç, bu bir eksiklik aynı zamanda. Bunu hedefleyen bir çalışma göremiyoruz daha doğrusu. Çalışma, başında bunu hedeflemiş olmalı. Bunu hedeflemek için de mutlaka ve mutlaka edebiyatla yüreğinden ilgilenmiş olmalı. Şiirle yüreğinden ilgilenmiş olmalı.

- Çok fark ettiriyor hocam o. Şiirden nasip almak veya almamak çok fark ettiriyor.

- Hiç şüphesiz. Ettirmez mi, Kur’an boşuna mı;

 Ve ma allemnahüş şi're ve ma yenbeğıy leh (Yasin/69)

Yani şiiri kendisine rakip ilan ediyor. Aslında bu Kur’an ın şiire verdiği ödüldür aslında. Yani ben şiir değilim derken, benden başka bir şey olsaydım o olurdum gibi zımni bir anlam da içerir aslında.

Dolayısıyla Muhammed Akif Üstadımızın o muhteşem mealinin sonucunda bittiğini anlıyoruz, biliyoruz. Hatta şahitleri buna şahadet ediyorlar.

- O zamanın konjonktüründe şu doğrumu, yani şu Kur’an bir tercüme edilsin de halk tarafından ne olduğu görülsün. Halk bunu anlamadığı için yüceltiyor, çok büyük bir şeymiş gibi zannediliyor, tercüme edelim bakalım görelim der gibimiydi?

- Doğrusu Kur’an ın tercümesine karar veren devlet erkanının kafasındaki değer de bu dilinde ki de bu, itirafları da bu. Yani bu konuda kimseyi zorla inandırmaya kalmanın hiçbir yararı yok. Yani kimseyi olduğundan farklı da göstermeyelim, olduğundan yüksekte göstermeyelim. Yani inkar etme hakkını Allah vermiş, biz kim oluyoruz. Eğer inkar ediyorsa inkarıyla bilinsin insan. Yani Kur’an ın tercümesini isteyen insanların, iradenin maksadı bu. Bu kayıtlara da geçmiş durumda. Yani ne olduğunu bilsinler de insanlar inandıkları kitabın arkasından gitmesinden vazgeçsinler.

Böyle zihni bir arka plan var. Ama Muhammed Akif bu zihnin arka planı zaten gördüğü için vatanını terk ediyor. Gurbete niye düşüyor Muhammed Akif. Unutmayın jön Türkler gibi, ittihatçılar gibi Paris’lerde işretle yaşamadı Muhammed Akif. Onun bunun parasıyla yaşamadı. Dolayısıyla kan ağladı tabir caizse. Aile darmadağın oldu, bir ekmeğe muhtaç oldu o koca insan. Ki o bir şahsiyet abidesi idi. Meclisin İstiklal marşı için verdiği parayı, sırtında paltosu olmadığı halde  almayacak kadar bir şahsiyet abidesi idi. Dolayısıyla onu diline dolayanlar onun tırnağı etmezler. Bunu da biliyoruz.



Devam ediyor.
Kaynak vahyin penceresinden

17 Şubat 2012 Cuma

MESNEVİ SOHBETLERİ - 30 - GÜLÜN KOKUSU


Hz. Mevlana beytinde;

“Gül bitipte gül bahçesi harap olunca gül kokusunu nerden arayıp bulalım, gül suyundan.”

Yine gül ve bülbül aşkının mevsimi geçince duydukları özlem işleniyor. Güzelim gül fidanları kuru, dikenli bir çalıya dönüştüğünde, onun hasretiyle yanan bülbül ancak onun geriye kalan gül yağından gül suyundan özlemini gidermeye çalıştığı misali veriliyor.

İşte bunun gibi toplum da, içindeki insan-ı kamil gibi faziletli, değerli insanlar çekilip gidince  onların bu güzel özelliklerini varislerinde bulunan ve onların yanında gül suyu gibi kalanlarla iktifa etmek zorunda kalacaktır.

Veda haccı sırasında; Allah Bugün size dininizi ikmal ettim hiçbir eksiğini bırakmadım” (Maide/3) ayeti geldiğinde ashab-ı kiram sevinmiş ve gülmüşlerdi. Sadece Hz. Ebu Bekir (R.A.) dinin kemale ermiş tamamlamaya muhtaç bir yer kalmadığı bildirilince bunun Hz. Peygamber’in ahirete intikalinin de bir iması olduğunu anlayıp büyük bir üzüntü ile ağlamıştı.

Bilindiği gibi Ashab-ı kiramda, Hz. Ebu Bekir de Hz. Peygamberle sohbet etmek şerefine nail olmuşlardı. Fakat ondaki feyz-i nebevi diğerlerinde olmadığı için onun gösterdiği anlayışı, görüşlerindeki isabeti hiç birisi gösteremiyorlardı.

Demek ki normal insanlarda olduğu gibi velilerin bile zevk derecesi farklıdır. Allah’ın yasası böyle.

Allah bizleri derdimizi anlayan, bizleri doğru yola yönlendiren İnsan-ı kamillerin sohbetlerinde bulunabilmeyi nasip etsin inşallah.

Cumanız Mübarek olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi

11 Şubat 2012 Cumartesi

KURAN - MEAL - TEFSİR İLİŞKİSİ (11)


9 dan devam.

- Şimdi biz Kur’an ı açıyoruz, Kur’an da ayetlerin başında numaralar görüyoruz. Ayetler indirilirken numara diye bir şey yok. Bu numaralamak nereden çıktı. Numara; Lokal, parçacı algılamayı da besleyen, modern araştırma teknikleri, bakış açıları, araştırma tarzı vs. Çünkü parçayı ele alarak sürekli parçaları birbirine vurdurmak tarzı çok var. Teolojik algı da var, Batının bize aşıladığı yaklaşım, araştırma teknikleri vs. Bu numaralama nereden çıktı hocam?

- Şimdi şunu söyleyeyim, fasıla Kur’an la yaşıttır. Çünkü Kur’an ın iç sesi değişir vurgu değişir. Öyle şeyler var ki Muhammedürresulallah, vellezine meahü. Bazıları burada dururlar mesela Muhammedürresulallah’ta durma meşhurdur. Muhammed Allah’ın elçisidir.

vellezîne meahû eşiddâu alel kuffâr.. (Fetih/29)

Onunla beraber olanlar kafirlere karşı şiddetli ve müminlere karşı rahmetli, şefkatli toprak gibi. Ama bakınız şurada durana göre öyle bir mana çıkıyor ki Muhammedürresulallah vellezine meahü. Muhammed Allah’ın resulüdür, ona iman eden tüm ümmette Allah’ın elçisidir. Yani ümmetin tamamı elçi olarak. Anlam nasıl değişti buyurun. Dolayısıyla bu da bir açılımdır aslında bu da bir rahmettir. O zaman risalet, Allah resulü ahirete intikal etmiştir, fakat risalet ölmemiştir, risalet ümmetin omuzlarında, yani O’na tabi olanların omuzlarında devam etmektedir. Hadi buyurun. Böyle harika bir anlam.

- Bu manada varisi risalet olduk.

- Şimdi bu muhteşem manayı kaybetmek kime ne kazandırır.

- Numaralamada bu donuyor. Standart numarayı veriyorsunuz bitti.

- Bazı ayetler kime raci olacak işte;

Ve mâ uberriu nefsî (Yusuf/53) Ben nefsimi temize çıkarmam. Bu cümle Yusuf’a mı ait, Züleyha’ya mı ait. Hadi buyurun. Bana göre bu cümle Yusuf’a ait. Ama bir başkalarına göre Züleyha’ya ait.

- Bu da bir anlam zenginliği yani.

- Tüm okuduğunuz şeylerde böyle. Ama Züleyha ya ait olma ihtimali de en az Yusuf’a ait olma ihtimali kadar güçlüdür, delilleri kuvvetlidir. Yani Züleyhanın ağzından çıkıyorsa o zaman farklı bir anlam kazanmıyor mu anlatım.

- Yusuf suresi o zaman başka türlü bir hal alıyor.

- Doğru.


Devam ediyor.
Kaynak vahyin penceresinden

10 Şubat 2012 Cuma

MESNEVİ SOHBETLERİ - 29 – AŞKIN İNİLTİSİ


         Hz. Mevlana beytinde;

          “Gül mevsimi geçip te gül açması bitince artık bülbülün aşıkane sergüzeştini dinleyemezsin.

         Ne güzel değil mi. Her tür güzelliğin belli bir yere ve zamana bağlı olduğunu gül ile bülbül arasındaki aşka benzetiyor. Hikayede gül ile bülbül arasında aşıkâne bir ilişki varmış gibi anlatılır. Gülün şakıdığı zamanın, gülün de açtığı zamanda hisli aşk dolu olduğu ima edilir. Gül yapraklarının üzerindeki çiğ damlalarını bülbülün iniltisine karşı gülün göz yaşları şeklinde görülür.

       Kanlı gözyaşı dolar gül inleyen aşığının karşısında,
       Nasıl bir aşıksın ki  sevdiğin gül dahi ağlayıp inlemekte.

       Fakat öyle zaman gelir ki;

       Ağlayışın, inleyişinle sarardın, goncalar bile soldu,
       Senin inleyişlerin bitirdi hem gülü hem kendini ey bülbül.

        Şeklinde tabloyu çizer. Yani bahar mevsimi geçip gülün açılması bitince, bülbülün sesinde ki o ifade de artık duyulmaz olur. Çünkü kendisini dinleyecek kimse kalmamıştır der.

        Allah bizleri de ilahi aşkın iniltisiyle  şakıyan Hak bülbüllerini dinleme kabiliyeti versin inşallah.

       Cumanız mübarek olsun.


Kaynak; Tahir-ül Mevlevi şerh-i mesnevi