Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
Küçük şehirlerde, kasaba ve köylerde “mahalle” kavramımız daha çok yaşıyor. Büyük şehirlerimiz ise “mahalle” kavramını tümüyle yuttu. “Bizim mahalle” kavramı da çoktan unutuldu. Gençlerimiz uzun zamandan beri “site” diyor, “banliyö” diyor, ‘Varoş” diyor, ”uydukent” diyor, tümüyle “bizden” kavramlara alabildiğine” yabancı” duruyor. Hâlbuki “daha dün” diyebileceğimiz yakın bir geçmişe kadar hem “mahalle”, hem de “mahalle kültürü” yaşıyordu. Bu kavramlar yaşadığı için de “komşuluk” ilişkisi sağlam yürüyordu. Komşuluk, toplumsal oluşumun balansını teşkil ediyordu.
Maalesef “Yanlış Batılılaşma” bütün bunları öğüttü. Mahalleyi yitirdik. Mahalle ile birlikte “Mahalle ahlâkı”, “Mahalle bakkalı”, ”mahalle imamı”, “mahalle bekçisi”, “mahalle arkadaşı”, “mahalle mektebi”, “mahallenin namusu” ve “komşuluk” gibi vazgeçilmezlerimizi de kaybettik.
31 Aralık 2010 Cuma
30 Aralık 2010 Perşembe
OSMANLIDA YAŞAM. (2)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
Dış kapı dış avluya, iç kapı iç avluya açılırdı. Avlular çocuklarla kadınların “özgürlük alanı”nı oluştururdu. Çocuklar avlularda hoplayıp zıplayarak enerji tüketirken, kadınlar güller, çiçekler ve meyve ağaçları arasında dolma doldurur, sarma sarar, sohbet eder, onlar da kendi açılarından hayatın stresinden arınırlardı.
Bazı avluların bir kenarında pekmez yapılan şıra hane, kilim, bez dokuma atölyeleri yer alırdı. Başka bir köşede ocak, çamaşır taşı, dibek taşı, fırın, çeşme veyahut kuyu vardı. Avlu yeteri kadar genişse bir köşesi sebze bahçesine dönüştürülür, ailenin sebze ve meyve ihtiyacı karşılanırdı. Genişçe bahçeleri olan aileler ürettikleri sebze ve meyveleri komşularıyla da paylaşır, bir ki: bir kısmı da muhtaçlara ulaştırılırdı.
1835’te İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, Osmanlı evlerinin avluları için, “Keşke Shakespeare, Romeo ve Julietin bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı” demişti.
Osmanlı avluları o derece etkileyiciydi. Kadınların günlerinin neredeyse tamamı avlularda geçerdi. Ekmek yaparlar, hamur açarlar, sebze yetiştirirler, artan zamanlarında ise komşularla buluşup hem elişi yapar, hem de konuşup rahatlarlardı.
Bu bir yürek paylaşımıydı. Bu yüzden Osmanlı kadınında depresyon ve panik atak gibi sinir hastalıklarına çok az rastlanırdı. Uzun zamandır Avrupa’dan ithal edilen üst üste bindirilmiş beton “site”lerde, şaşkınlaşmışlığımızı ve yalnızlığımızı yaşıyoruz… Belki de bu yüzden sinir hastalıkları yakamızı bırakmıyor.
29 Aralık 2010 Çarşamba
OSMANLIDA YAŞAM. (1)
Günümüzde ütopya olarak görülen bir yaşam şeklini, çok değil birkaç yüzyıl önce fiilen yaşandığını biliyor muydunuz. Bu yaşam şekli Osmanlı döneminde yaşandı. Belki hala kırıntıları vardır, bilemiyorum. Osmanlı da yaşam konusunda araştırmacı yazar dostum Canmehmet küçük bir araştırma yapmış, bu bile insana, özlem dolu bir iç çektirmeye yetti. Bu yazı serisinde onun bu araştırmasını paylaşmak istiyorum. Kendisine tekrar teşekkür ediyorum.
OSMANLININ KAPI TOKMAKLARI
Medeniyet, sanılanın aksine makineleri geliştirmekle değil, insana değer vererek, şehirlileşmekle ifade edilmektedir. Tarihte bunun en güzel örneğini Osmanlılar vermişlerdir. Çoğunlukla Köylü-Tarım toplumu olarak tanıtılan Osmanlıların mahalle anlayışı, yaşayışları öğrenildikten sonra zannediyoruz ki çoğunluk ataları ile daha fazla gurur duyacaklardır.
Osmanlı kapılarının tokmakları bile başlı başına bir kültürdür ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesidir. Osmanlı insanı hayata “helâl” ve “haram” perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları bile bu hassasiyeti yansıtırdı. İç içe, ya da üst üste bindirilen tokmaklardan biri kalın, diğeri ince ses çıkarırdı. Erkek konuklar kalın ses çıkaran kapı tokmağını, kadın konuklar ise ince seslisini kullanırlar, böylece ev sahipleri kapıdaki misafirin kimliği hakkında bilgi sahibi olur ve ona göre karşılarlardı.
Devam edecek.
OSMANLININ KAPI TOKMAKLARI
Medeniyet, sanılanın aksine makineleri geliştirmekle değil, insana değer vererek, şehirlileşmekle ifade edilmektedir. Tarihte bunun en güzel örneğini Osmanlılar vermişlerdir. Çoğunlukla Köylü-Tarım toplumu olarak tanıtılan Osmanlıların mahalle anlayışı, yaşayışları öğrenildikten sonra zannediyoruz ki çoğunluk ataları ile daha fazla gurur duyacaklardır.
Osmanlı kapılarının tokmakları bile başlı başına bir kültürdür ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesidir. Osmanlı insanı hayata “helâl” ve “haram” perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları bile bu hassasiyeti yansıtırdı. İç içe, ya da üst üste bindirilen tokmaklardan biri kalın, diğeri ince ses çıkarırdı. Erkek konuklar kalın ses çıkaran kapı tokmağını, kadın konuklar ise ince seslisini kullanırlar, böylece ev sahipleri kapıdaki misafirin kimliği hakkında bilgi sahibi olur ve ona göre karşılarlardı.
Devam edecek.
31 Ağustos 2010 Salı
EY İNSAN BAŞIBOŞ DEĞİLSİN..!
Varlık alemine baktığınızda uzaktan,
En üstün varlıktır diye görünüyor insan.
..
Allah’ta öyle diyor ya, eşref – i mahlukat,
Sanki, varlık aleminde sürüyor saltanat.
..
Geçmişine baktığımızda insanoğlunun,
Almamış zerresini sanki sorumluluğun.
..
Ne tanımak istemiş kendini yaratanı,
Ne koruyup kollamış çevresinde olanı.
..
Tesadüflerden oluşmuştur diyor aklınca,
Anlamazlıktan geliyor, çünkü mantıksızca.
..
Mesela iki tuğlayı görseniz üst üste,
Mutlaka birisi koymuştur dersiniz işte.
..
Tüm varlıklar sanki kendine özgü bir sistem,
Nasıl dersiniz varlık oluştu tesadüften.
..
İnsanı düşünün, bir kainat harikası,
Mümkün mü insanın tesadüften oluşması.
..
Her eserin mutlaka yapanı olacaktır,
Yapanı yok demek sadece mantıksızlıktır.
..
İşte insanın da bir dizayn edeni vardır,
Tüm varlığı yaratan ise kesin Allah’tır.
..
Şimdi düşünün siz, güzel bir eser yaptınız,
Sonra vazgeçip onu çöpe mi atarsınız.
..
Allah’ta insanı böyle en güzel yarattı,
Üstelik onun için özel alem yarattı.
..
Böyle bir eser nasıl başı boş bırakılır,
Böyle bir iddia varsa, nasıl bir mantıktır.
..
Yaratan öyle diyor; Sen başıboş değilsin, (1)
Vermese iradeyi söylesene sen nesin.
..
Tabi ki bunun bir sorumluluğu olacak,
Ödül de, ceza da karşılığını bulacak.(2)
..
Kabul etmese de insan sonsuz bir hayatı,
Yaşayacak çaresiz hak ettiği hayatı.
..
Aman dostum dikkat et, önderin Kur’an olsun,
Dilerim ki Allah’tan her şey gönlünce olsun.
(1) Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız? (Müminun/115)
(2) Halbuki Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere, onlara asla haksızlık edilmez. (Casiye/22)
(1) Zira gökleri ve yeri hak ile yarattı. Sizi şekillendirdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş ancak O'nadır. (Tegabün/3)
26 Ağustos 2010 Perşembe
DİN BİR YOLDUR.
Din sanki yola benzer yürünmesi gereken.
Önemli olan sona ulaşmaktır beklenen.
..
Her doğanın bir yolu mutlaka olacaktır,
Lakin önemli olan bekleneni bulmaktır.
..
Bir şeyin farkında değilmiş gibi insanlar,
İstemese de bu yola mutlak çıkacaklar.
..
Şuur, akıl insana boşuna verilmedi,
Keyfince kullanasın diye de iradeyi.
..
Ölünce kendini yok olacakmış sanıyor,
Tüm hayatı dünyadan ibaretmiş sanıyor.
..
Böyle bir teori hayvanlar için doğrudur,
Halbuki Allah diyor ki yaşamın sonsuzdur.
..
Tamam, inandık diyelim sonsuz bir hayata,
İstediğim gibi oluşacak mı acaba.
..
Burada bile istediğim her şey olmuyor,
Bilmediğim bir alemde…! Hiç aklım almıyor.
..
İşte din yolu bu noktada devreye girer,
Doğru gidilecek yolu o işaret eder.
..
Allah gösterdim diyor yolu aklı olana, (1)
Yaratan O’dur ihtiyacı yok ki yalana.
..
Diyeceksin bir sürü din var hangisi doğru,
Nasıl bileceğiz bunların hangisi doğru.
..
İşte burada aklı kullanman gerekiyor,
Hepsini ilme bilime sorman gerekiyor.
..
Diyelim hastasın, yapacağın ilk şey nedir?
Gidip sorarsın bir doktora ilacım nedir?
..
Haydi diyelim o da yazdı sana reçete,
Eczacıya dersin hastayım işte reçete,
..
Olay burda bitmez değil mi aklı olana?
Bakarsın son kullanma tarihi nedir ona.
..
İşte din yolunu da böyle düşüneceksin,
Seçtiğin yol doğrumudur kendin bileceksin.
..
Bilmelisin ki dinlerin tamamı İslam’dır,
Onu değiştirip bozan da yine insandır.
..
Allah biliyordu ki böyle olacağını,
Korumasına aldı onu yoktur yalanı (2)
..
Bir ilacın süresini nasıl, arıyorsan,
Din yolunu da öyle seçersin bana inan.
..
İyi de bu yol neden bu kadar önemlidir?
Yoldan saptırmayan yoldaki işaretlerdir.
..
Tüm yolların bir haritası olduğu gibi,
İslam’ın ki de Kur’an dır aynen onun gibi.
..
Dilediğin hedefe istiyorsan ulaşmak,
Yapacağın; Allah ve Kur’an a tabi olmak
..
İşaretlere iyi bak hedefinden şaşma,
Geri dönüşü yok bu yolun sakın unutma.
..
Evet dostum işte böyle, yolun açık olsun,
Diliyorum ki her şey sizin gönlünce olsun.
(1) – “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan/3)
(2) – “Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr/9)
“Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder. Allah Alîm'dir, Hakîmdir.” (Hac/52)
“Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir.” (Yunus/37)
Önemli olan sona ulaşmaktır beklenen.
..
Her doğanın bir yolu mutlaka olacaktır,
Lakin önemli olan bekleneni bulmaktır.
..
Bir şeyin farkında değilmiş gibi insanlar,
İstemese de bu yola mutlak çıkacaklar.
..
Şuur, akıl insana boşuna verilmedi,
Keyfince kullanasın diye de iradeyi.
..
Ölünce kendini yok olacakmış sanıyor,
Tüm hayatı dünyadan ibaretmiş sanıyor.
..
Böyle bir teori hayvanlar için doğrudur,
Halbuki Allah diyor ki yaşamın sonsuzdur.
..
Tamam, inandık diyelim sonsuz bir hayata,
İstediğim gibi oluşacak mı acaba.
..
Burada bile istediğim her şey olmuyor,
Bilmediğim bir alemde…! Hiç aklım almıyor.
..
İşte din yolu bu noktada devreye girer,
Doğru gidilecek yolu o işaret eder.
..
Allah gösterdim diyor yolu aklı olana, (1)
Yaratan O’dur ihtiyacı yok ki yalana.
..
Diyeceksin bir sürü din var hangisi doğru,
Nasıl bileceğiz bunların hangisi doğru.
..
İşte burada aklı kullanman gerekiyor,
Hepsini ilme bilime sorman gerekiyor.
..
Diyelim hastasın, yapacağın ilk şey nedir?
Gidip sorarsın bir doktora ilacım nedir?
..
Haydi diyelim o da yazdı sana reçete,
Eczacıya dersin hastayım işte reçete,
..
Olay burda bitmez değil mi aklı olana?
Bakarsın son kullanma tarihi nedir ona.
..
İşte din yolunu da böyle düşüneceksin,
Seçtiğin yol doğrumudur kendin bileceksin.
..
Bilmelisin ki dinlerin tamamı İslam’dır,
Onu değiştirip bozan da yine insandır.
..
Allah biliyordu ki böyle olacağını,
Korumasına aldı onu yoktur yalanı (2)
..
Bir ilacın süresini nasıl, arıyorsan,
Din yolunu da öyle seçersin bana inan.
..
İyi de bu yol neden bu kadar önemlidir?
Yoldan saptırmayan yoldaki işaretlerdir.
..
Tüm yolların bir haritası olduğu gibi,
İslam’ın ki de Kur’an dır aynen onun gibi.
..
Dilediğin hedefe istiyorsan ulaşmak,
Yapacağın; Allah ve Kur’an a tabi olmak
..
İşaretlere iyi bak hedefinden şaşma,
Geri dönüşü yok bu yolun sakın unutma.
..
Evet dostum işte böyle, yolun açık olsun,
Diliyorum ki her şey sizin gönlünce olsun.
(1) – “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan/3)
(2) – “Hiç şüphe yok ki, Kur'ân'ı biz indirdik, elbette onu yine biz koruyacağız.” (Hicr/9)
“Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki o bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmasın. Bunun üzerine Allah şeytanın karıştırdığı şüpheyi giderir. Sonra da Allah, âyetlerini tahkim eder. Allah Alîm'dir, Hakîmdir.” (Hac/52)
“Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir.” (Yunus/37)
19 Ağustos 2010 Perşembe
AHİRET
Ahiret’i işleyelim bugün ne dersiniz?
Ahirete imanı bilelim isterseniz.
Önce insan diyelim bakalım kendimize,
Sadece et ve kemikten canlı mıyız sizce.
Hayvanlar da etten kemikten varlık değil mi?
Farkımız şuurdur, bilinçtir aramızdaki.
Peki bunları gözle göre biliyor muyuz?
Veya aletle falan ölçe biliyor muyuz?
Kimse iddia edemiyor bunlar yok diye,
Yahut hayvanlarda bile bunlar var diye.
Demek oluyor ki insanın asıl kimliği,
Şuuru ve bilincidir, anlaştık değil mi?
Tekrar hatırlatayım bunlar madde değildir,
“Göremiyorum” demek abesle iştigaldir.
Oluşturduk mu zihnimizde iki alemi?
Bir bilineni varmış, bir de bilinmeyeni,
Yok desek te bunların var olduğu kesindir,
Bu gerçekse ancak akılla idrak edilir.
Kainatı bilirsen üç boyutlu değildir.
Madde dediğin şey yoğunlaşmış enerjidir.
Gerçek evren bilinçli ve canlı bir yapıdır,
İşte ruhun ebedi mekanı bu alandır.
İnsanı insan yapan da işte bu bilinçtir,
Ölümsüzdür ruh, bilinç, beden gibi değildir.
Daha anne karnında, üflenir bedenine,
Doğduğunda hazırdır artık şekillenmeye.
Yaşamın süresince imar edersin onu,
İrade bunun içindir doğru kullan onu.
Ruhun sınırı yoktur madde bedenin gibi,
Üç boyutlu değildir artık şimdiki gibi.
Bedenimiz zayıftır algı gücü sınırlı,
Bu yüzden göremeyiz, şuuru, ruhu, aklı.
Halbuki ruhumuzun algı gücü sonsuzdur,
Bu yüzden orada her şey” bilinen” olmuştur.
Şunu anlıyoruz asıl olan madde değil,
Onu kullanan da bilinçten başkası değil.
Şimdi geldik işte konunun püf noktasına,
Ahiret diyoruz bilmediğimiz kısmına.
Şuur ve bilincimiz ölmez, beden ölse de,
Yalnız geçiş yapar bilinmeyen o aleme.
Ahiret denilen de bu alemin adıdır,
Her şeyin aslının görüleceği ortamdır.
Rüya halini hatırlayın hiç sınır yoktur,
Zaman bile farklıdır, onda da sınır yoktur.
Rüyamızda yaşayan ruhsal kimliğimizdir,
Maddi alemde ise bedenle beraberdir.
Ölünce beden artık çürüyen ceset olur,
Ruhumuz ise kendini o alemde bulur.
Bilinmeyen aleme gayp alemi diyoruz,
Buna ait bilgiyi Kur’an dan alıyoruz.
İnşallah kolaylaşır ahiretin inancı,
Yoksa halin haraptır çekersin büyük acı.
Tabi ol Kainatın yaratanı Allah’a
O zaman kavuşursun mutluluğa, huzura.
Yönel Allah’a dostum kalbin imanla dolsun,
Başka bir çaresi yok, her şey gönlünce olsun.
Ahmet akar (01.09.2010)
Ahirete imanı bilelim isterseniz.
Önce insan diyelim bakalım kendimize,
Sadece et ve kemikten canlı mıyız sizce.
Hayvanlar da etten kemikten varlık değil mi?
Farkımız şuurdur, bilinçtir aramızdaki.
Peki bunları gözle göre biliyor muyuz?
Veya aletle falan ölçe biliyor muyuz?
Kimse iddia edemiyor bunlar yok diye,
Yahut hayvanlarda bile bunlar var diye.
Demek oluyor ki insanın asıl kimliği,
Şuuru ve bilincidir, anlaştık değil mi?
Tekrar hatırlatayım bunlar madde değildir,
“Göremiyorum” demek abesle iştigaldir.
Oluşturduk mu zihnimizde iki alemi?
Bir bilineni varmış, bir de bilinmeyeni,
Yok desek te bunların var olduğu kesindir,
Bu gerçekse ancak akılla idrak edilir.
Kainatı bilirsen üç boyutlu değildir.
Madde dediğin şey yoğunlaşmış enerjidir.
Gerçek evren bilinçli ve canlı bir yapıdır,
İşte ruhun ebedi mekanı bu alandır.
İnsanı insan yapan da işte bu bilinçtir,
Ölümsüzdür ruh, bilinç, beden gibi değildir.
Daha anne karnında, üflenir bedenine,
Doğduğunda hazırdır artık şekillenmeye.
Yaşamın süresince imar edersin onu,
İrade bunun içindir doğru kullan onu.
Ruhun sınırı yoktur madde bedenin gibi,
Üç boyutlu değildir artık şimdiki gibi.
Bedenimiz zayıftır algı gücü sınırlı,
Bu yüzden göremeyiz, şuuru, ruhu, aklı.
Halbuki ruhumuzun algı gücü sonsuzdur,
Bu yüzden orada her şey” bilinen” olmuştur.
Şunu anlıyoruz asıl olan madde değil,
Onu kullanan da bilinçten başkası değil.
Şimdi geldik işte konunun püf noktasına,
Ahiret diyoruz bilmediğimiz kısmına.
Şuur ve bilincimiz ölmez, beden ölse de,
Yalnız geçiş yapar bilinmeyen o aleme.
Ahiret denilen de bu alemin adıdır,
Her şeyin aslının görüleceği ortamdır.
Rüya halini hatırlayın hiç sınır yoktur,
Zaman bile farklıdır, onda da sınır yoktur.
Rüyamızda yaşayan ruhsal kimliğimizdir,
Maddi alemde ise bedenle beraberdir.
Ölünce beden artık çürüyen ceset olur,
Ruhumuz ise kendini o alemde bulur.
Bilinmeyen aleme gayp alemi diyoruz,
Buna ait bilgiyi Kur’an dan alıyoruz.
İnşallah kolaylaşır ahiretin inancı,
Yoksa halin haraptır çekersin büyük acı.
Tabi ol Kainatın yaratanı Allah’a
O zaman kavuşursun mutluluğa, huzura.
Yönel Allah’a dostum kalbin imanla dolsun,
Başka bir çaresi yok, her şey gönlünce olsun.
Ahmet akar (01.09.2010)
17 Ağustos 2010 Salı
ALLAH’IN İKRAMLARI.
Bilirsiniz Allah’tır insanı yaratan,
Sahip olduğu her şey,
İkramdır O’ndan.
Neymiş bunlar diye sorarsak eğer,
Dört şeyden bahsetsek buna değer.
Birincisi fıtrattır. Yani doğası (1),
Tertemiz olarak vermiş onu,
Bulunmaz kir ve pası.
İrade vermiş sana hem de vicdan
Doğrular ordadır eğer kullanırsan.
İradeyi kullanırsın dilediğince,
O da yaratacaktır hemen ce.
Diğer ikram ne derseniz,
Duyu ve şuurdur bilirseniz. (2)
Bu şuurdur insanı insan yapan,
Diğer varlıklardan üstün kılan,
Mesela bir fareyi düşünün,
Tuzaktaki Peynire baksa şöyle bir,
Başka şey görmez, onu gıda bilir.
Altındaki tuzağı istese de göremez,
Neden yakalandığını inan bilemez.
İnsan da baksa oradaki peynire,
Tuzak olduğunu o an bilecektir.
Bu büyük bir ikram değil de nedir.
Allah’ın insana 3. ikramı akıldır,(3)
Doğruyu, yanlışı, kıyaslamayı,
Sahip olduğu akılla yapacaktır.
4. İkram nedir derseniz,
Vahydir o artık düşünürseniz. (4)
Doğruların tek kaynağı onlardır,
Her şeyi yaratanın insana,
Gönderdiği doğrulardır.
Kullanma kılavuzu olarak,
Kabul et onu,
Her şeyi bilen ve yaratan,
Göndermiştir onu.
Değerini bil dostum harcama kendini,
Sonra pişman olursun ezilen sinek gibi.
Yaşadığın her an fırsatın olsun,
Dilerim her şey gönlünce olsun.
(1) - “O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Rum/30
(2) – “Bir dil ve bir çift dudak (konuşmak için) vermedik mi?”
“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? (Belet/9-10)
(3) – “Bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.” İbrahim/52
(4) – “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” İnsan/2
Sahip olduğu her şey,
İkramdır O’ndan.
Neymiş bunlar diye sorarsak eğer,
Dört şeyden bahsetsek buna değer.
Birincisi fıtrattır. Yani doğası (1),
Tertemiz olarak vermiş onu,
Bulunmaz kir ve pası.
İrade vermiş sana hem de vicdan
Doğrular ordadır eğer kullanırsan.
İradeyi kullanırsın dilediğince,
O da yaratacaktır hemen ce.
Diğer ikram ne derseniz,
Duyu ve şuurdur bilirseniz. (2)
Bu şuurdur insanı insan yapan,
Diğer varlıklardan üstün kılan,
Mesela bir fareyi düşünün,
Tuzaktaki Peynire baksa şöyle bir,
Başka şey görmez, onu gıda bilir.
Altındaki tuzağı istese de göremez,
Neden yakalandığını inan bilemez.
İnsan da baksa oradaki peynire,
Tuzak olduğunu o an bilecektir.
Bu büyük bir ikram değil de nedir.
Allah’ın insana 3. ikramı akıldır,(3)
Doğruyu, yanlışı, kıyaslamayı,
Sahip olduğu akılla yapacaktır.
4. İkram nedir derseniz,
Vahydir o artık düşünürseniz. (4)
Doğruların tek kaynağı onlardır,
Her şeyi yaratanın insana,
Gönderdiği doğrulardır.
Kullanma kılavuzu olarak,
Kabul et onu,
Her şeyi bilen ve yaratan,
Göndermiştir onu.
Değerini bil dostum harcama kendini,
Sonra pişman olursun ezilen sinek gibi.
Yaşadığın her an fırsatın olsun,
Dilerim her şey gönlünce olsun.
(1) - “O halde yüzünü, Allah'ı bir tanıyarak dine, Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. Allah'ın yaratışında değişiklik bulunmaz. Dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Rum/30
(2) – “Bir dil ve bir çift dudak (konuşmak için) vermedik mi?”
“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi? (Belet/9-10)
(3) – “Bu Kur'ân, kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye insanlara gönderilmiş bir tebliğdir.” İbrahim/52
(4) – “Kuşkusuz biz ona yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” İnsan/2
16 Ağustos 2010 Pazartesi
AHİRETE İMAN (9)
Ahırete imanı olmayan kimse, bir konunun ebedi yaşamındaki yerini ve önemini bilemez! Daha da önemlisi, yaptıklarına ötesindeki bir tanrının vereceği karşılığı bekler, oysa bilincine kazandırdığıyla ona ne getirdiğini, ne götürdüğünü fark edemez!
İyi ahlâklı, hayatından memnun, yardımsever, hayırsever olabilir ama “iman”ın hakikatinden ve dahi getirisinin ne olduğundan habersiz geçip gider dünyadan...!
Günümüzde yaşam sistemini açıklamaya çalışan çok sayıda öğreti var! Bu öğretilerin bedene (dış dünyaya) veya bilince (içselliğe) dönük kullanım farkını belirleyen şey, b sırrıyla kendi hakikati olan "Allah'a ve ahırete" imandır. Bilgiyi madde bedene ve dünyaya yönelik kullananlar Rasûlullah (A.S.'a yönelmekten uzak kalıp, hakikatlerinden perdelilikten kurtulamıyorlar.
Deccaliyet, böylece Mehdi (A.S.)'dan yayılan feyizden istifade edip birtakım sırlara değinse dahi, temelinde "ahırete iman" unsurunu barındırmadığı için dış dünyaya dönük kalır. Deccal’ın bir gözü kördür. İşte bu sebeple, dünyada Deccal’ın cennetine aldananın ortamı nihayetinde cehenneme döner.
“Ve melhayatüd dünya illâ leibun ve lehv ve leddarul ahıretü hayrun lilleziyne yettekun, efela ta'kılun:”
Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Bilfiil korunanlar için ahıret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz? (enam/32)
Ahmed Hulusi arşivinden.
İyi ahlâklı, hayatından memnun, yardımsever, hayırsever olabilir ama “iman”ın hakikatinden ve dahi getirisinin ne olduğundan habersiz geçip gider dünyadan...!
Günümüzde yaşam sistemini açıklamaya çalışan çok sayıda öğreti var! Bu öğretilerin bedene (dış dünyaya) veya bilince (içselliğe) dönük kullanım farkını belirleyen şey, b sırrıyla kendi hakikati olan "Allah'a ve ahırete" imandır. Bilgiyi madde bedene ve dünyaya yönelik kullananlar Rasûlullah (A.S.'a yönelmekten uzak kalıp, hakikatlerinden perdelilikten kurtulamıyorlar.
Deccaliyet, böylece Mehdi (A.S.)'dan yayılan feyizden istifade edip birtakım sırlara değinse dahi, temelinde "ahırete iman" unsurunu barındırmadığı için dış dünyaya dönük kalır. Deccal’ın bir gözü kördür. İşte bu sebeple, dünyada Deccal’ın cennetine aldananın ortamı nihayetinde cehenneme döner.
“Ve melhayatüd dünya illâ leibun ve lehv ve leddarul ahıretü hayrun lilleziyne yettekun, efela ta'kılun:”
Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Bilfiil korunanlar için ahıret yurdu elbette daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz? (enam/32)
Ahmed Hulusi arşivinden.
13 Ağustos 2010 Cuma
VARLIK ALEMİ.
Algıladığımız her şeye, varlık diyoruz.
İyi ama bunu doğru biliyor muyuz?
Bunu işleyelim bugün, İsterseniz,
Akılcı olsun biraz diyeceksek eğer,
O zaman bir düzene koymamız gerek.
İslam açısından bakacağız olaya,
Çünkü bize lazım olan o gerçek.
Varlığı ayıralım isterseniz üçe,
Mesela zorunlu varlık diyelim ilkine.
Bir şeyin var olması,
Mutlaktır ki bir yapanı, yaratanı olması,
Hiçbir şey kendiliğinden oluşmaz,
Birazcık aklı olan bunu tartışmaz,
Öyle biri olmalı ki zatında,
İhtiyacı olmamalı bir başkasına,
İşte bu varlığa biz Allah diyoruz.
Aslında gerçektir incelersek eğer,
İnanmayan bile bunu itiraf eder.
Derler ki varlık aleminin,
Var oluşu Tesadüf,
Yani kendi tanrıları olmuştur,
İleri sürdükleri tesadüf.
İkincisine diyelim mümkün varlık.
Varlığı bir başkası tarafından,
Yapılmış, yaratılmış varlık.
Kendi başına var değildir.
Varlığı ancak yaratıcısına delildir.
Sonuncusu da aslında yok olan,
Yahut ta zannedilen varlık.
Karanlık dediğimiz şey buna örnektir.
Varlık alemi ise aydınlığa bedeldir.
Bilirsiniz her ışığın, bir kaynağı vardır.
Işığın yokluğu ise karanlıktır.
Varlık alemi dediğimiz budur,
Yani aydınlık olan alem, bu alemdir,
Her ışık gibi onunda kaynağı vardır,
Bu kaynak ise inandığımız Allah’tır.
Kuran böyle diyor Nur suresinde,
Varlık aleminin nuru Allah’tır.(1)
İşte insan vahye, peki derse eğer,
Varlık aleminin zirvesindedir,
Tabii kıymetini bilirse eğer.
Neyse konumuz burada hitam bulsun,
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
(1) “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (nur/35)
İyi ama bunu doğru biliyor muyuz?
Bunu işleyelim bugün, İsterseniz,
Akılcı olsun biraz diyeceksek eğer,
O zaman bir düzene koymamız gerek.
İslam açısından bakacağız olaya,
Çünkü bize lazım olan o gerçek.
Varlığı ayıralım isterseniz üçe,
Mesela zorunlu varlık diyelim ilkine.
Bir şeyin var olması,
Mutlaktır ki bir yapanı, yaratanı olması,
Hiçbir şey kendiliğinden oluşmaz,
Birazcık aklı olan bunu tartışmaz,
Öyle biri olmalı ki zatında,
İhtiyacı olmamalı bir başkasına,
İşte bu varlığa biz Allah diyoruz.
Aslında gerçektir incelersek eğer,
İnanmayan bile bunu itiraf eder.
Derler ki varlık aleminin,
Var oluşu Tesadüf,
Yani kendi tanrıları olmuştur,
İleri sürdükleri tesadüf.
İkincisine diyelim mümkün varlık.
Varlığı bir başkası tarafından,
Yapılmış, yaratılmış varlık.
Kendi başına var değildir.
Varlığı ancak yaratıcısına delildir.
Sonuncusu da aslında yok olan,
Yahut ta zannedilen varlık.
Karanlık dediğimiz şey buna örnektir.
Varlık alemi ise aydınlığa bedeldir.
Bilirsiniz her ışığın, bir kaynağı vardır.
Işığın yokluğu ise karanlıktır.
Varlık alemi dediğimiz budur,
Yani aydınlık olan alem, bu alemdir,
Her ışık gibi onunda kaynağı vardır,
Bu kaynak ise inandığımız Allah’tır.
Kuran böyle diyor Nur suresinde,
Varlık aleminin nuru Allah’tır.(1)
İşte insan vahye, peki derse eğer,
Varlık aleminin zirvesindedir,
Tabii kıymetini bilirse eğer.
Neyse konumuz burada hitam bulsun,
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
(1) “Allah, göklerin ve yerin nurudur.” (nur/35)
12 Ağustos 2010 Perşembe
AHİRET BİLİNCİ (8)
Kendisini et-kemik bir bedenden ibaret zanneden ise, varlığın her zerresi olarak kendi mânâlarıyla açığa çıkmakta olanın ete-kemiğe bürünüp Muhammedî sûretle seslenişine ve "b sırrıyla iman edin Allah'a ve Resûlüne" hitabına anlam veremez! Değerlendirmeleri, beş duyu algısından öteye geçemediği için irsal oluşu "elçilik, peygamberlik" sanır, "kişi peygamber" ile bloke olup, yöneldiğinin kendi hakikati olduğundan perdelenir. Âlemlerdeki rahmet açığa çıkışına şahit olup da kendisine uzanan yardım eline nâil olamaz.
Sonuçta, Allah Resûlü’nün dillendirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edileni anlamak yerine, ya bu ismi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına verir, ya da ateist olur!
Kendi özündeki sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun farkına varan birim, Rasûlullah (A.S.) a ve dolayısıyla varlığının hakikatinin "Esmâ mertebesi" olduğuna "iman" ederse, dışsallıkla kayıt altına girmez; dış dünyaya sahiplik ve bağımlılık ile kendini sınırlamaz; böylece kaybetme korkusu da olmaz!
"Ela inne evliyaullahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun.”
(Yunus/62)
“Onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!"
"Allah ahlâkıyla ahlâklanma" sırrını kavrayabilme sürecine girişin koşulu "ahırete imandır" ki onsuz asla "tahalluku biahlâkillah" gerçekleşmez.
"Taklidi iman" ile "Nübüvvet"e tâbi olarak "gizli şirk" denen anlayış içinde gereken çalışmaları yapmış ve bu halde boyut değiştirmiş olanlar buradaki konumuz değil elbette.
Sonuç...! İman sahibinin yaptıklarıyla yakîni artarken; iman sahibi olmayan, dışarıdaki bir tanrının vereceği karşılığı bekleyerek yaptıklarıyla perdeliliğini artırır.
Bütün bu gerçekler dolayısıyla, Rasûlullah (A.S.)’a imanı olmayanın, "Rasûlullah" kavramıyla nasıl bir gerçekliğe işaret edildiğinin farkına varmayanın ve yaşantısında Rasûlullah (A.S.)'a özenmeyenin, yönelmeyenin (salâvat), "yaşam" dediği, sadece dünyada ortaya koyduğu, kişisel zevkleri ve mutlulukları olmanın ötesine geçemez!
Ahmed Hulusi Arşivinden.
Sonuçta, Allah Resûlü’nün dillendirip açıkladığı "ALLAH" ismiyle işaret edileni anlamak yerine, ya bu ismi hayalinde tasavvur ettiği tanrısına verir, ya da ateist olur!
Kendi özündeki sınırsız, sonsuz mânâ okyanusunun farkına varan birim, Rasûlullah (A.S.) a ve dolayısıyla varlığının hakikatinin "Esmâ mertebesi" olduğuna "iman" ederse, dışsallıkla kayıt altına girmez; dış dünyaya sahiplik ve bağımlılık ile kendini sınırlamaz; böylece kaybetme korkusu da olmaz!
"Ela inne evliyaullahi la havfün aleyhim ve la hüm yahzenun.”
(Yunus/62)
“Onlar için ne korku söz konusudur, ne de hüzün!"
"Allah ahlâkıyla ahlâklanma" sırrını kavrayabilme sürecine girişin koşulu "ahırete imandır" ki onsuz asla "tahalluku biahlâkillah" gerçekleşmez.
"Taklidi iman" ile "Nübüvvet"e tâbi olarak "gizli şirk" denen anlayış içinde gereken çalışmaları yapmış ve bu halde boyut değiştirmiş olanlar buradaki konumuz değil elbette.
Sonuç...! İman sahibinin yaptıklarıyla yakîni artarken; iman sahibi olmayan, dışarıdaki bir tanrının vereceği karşılığı bekleyerek yaptıklarıyla perdeliliğini artırır.
Bütün bu gerçekler dolayısıyla, Rasûlullah (A.S.)’a imanı olmayanın, "Rasûlullah" kavramıyla nasıl bir gerçekliğe işaret edildiğinin farkına varmayanın ve yaşantısında Rasûlullah (A.S.)'a özenmeyenin, yönelmeyenin (salâvat), "yaşam" dediği, sadece dünyada ortaya koyduğu, kişisel zevkleri ve mutlulukları olmanın ötesine geçemez!
Ahmed Hulusi Arşivinden.
11 Ağustos 2010 Çarşamba
RAMAZAN NEYMİŞ?
Gelin bugün sizle ramazandan bahsedelim,
Neden mübarek bu ay isterseniz bilelim.
Biliyor musunuz, doğum ayıdır Kur’an ın.
Ramazan’ı mübarek kılan Kur’an inanın. (1)
Birleşip, kaynaşmanın barışıp sarılmanın,
Eşi, benzeri yoktur inanın ramazanın.
Hele bir ibadeti var ki oruç diyoruz, (2)
Açlık sanma aslında ruhu doyuruyoruz,
Kur’ana koş hemen, onu anlamaya çalış,
Allah’ı tanımaya onu bilmeye çalış.
Kur’an müthiş bir kitaptır, her şey onda vardır,
Yalnız her cevaba, sorusu olan ulaşır.
Anlamadan okumanın bir yararı yoktur,
İnsana vereceği sadece yorgunluktur.
Ramazan barışın ayıdır inanan için, (1)
Kalpler sevgiyle dolup taşar muhabbet için.
Ramazan terbiye ayıdır, hem de disiplin,(1)
Nefse gem vurulacaktır insan olmak için.
Ramazan ahlak öğretir inanan insana,(1)
Çünkü sorumludur insan, nefsine, Allah’a,
Ramazan sorgu ayıdır, insanın kendini,(1)
Düzenler iyi ve doğruya amellerini.
Ramazan rahmet ayı, şefkat ve esirgeme, (1)
Allah’a kul olmuyorsan, olacaksın kime,
Kul olmak denilen şey köle olmak değildir,
Yaratan Allah’a gönüllü teslimiyettir.
Ramazan sabır ayıdır tüm kötülüklere,(1)
Nefsinin istediği, zarar veren her şeye.
Ramazan bir iç zenginliktir insan olana,
Arınma ve teksiyedir bilirsen ruhuna.(1)
Ramazan bir okuldur, nefis alır eğitim,(1)
Eğitmen gerek onu, yoksa olursun teslim.
Nefse teslim olmaksa, çıkmaktır insanlıktan,
Farkımı kalır artık diğer tüm hayvanattan.
Nefsin olduğu gibi malında kiri vardır,
Bunun ilacını istersen fitre, zekattır. (3)
İnsan başıboş varlık değildir inan bana,(4)
Her şeye bir düzen koyan, koymaz mı insana.
Dua edersen Allah’a, O icabet eder,
Şimdi o davet ediyor seni bak, haydi gel.
(1) - “O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi…. (Bakara/185)
(2) – “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.(Bakara/183)
(3) – “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuma/5)
“Nice namaz kılanlar vardır ki, onların namazdan nasîbi, yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir.” (Hadis - Nesâî)
(4) – “Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tertemiz edersin….” Tevbe/103
(5) – “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun/115)
Ahmet Akar (05.09.2010)
Neden mübarek bu ay isterseniz bilelim.
Biliyor musunuz, doğum ayıdır Kur’an ın.
Ramazan’ı mübarek kılan Kur’an inanın. (1)
Birleşip, kaynaşmanın barışıp sarılmanın,
Eşi, benzeri yoktur inanın ramazanın.
Hele bir ibadeti var ki oruç diyoruz, (2)
Açlık sanma aslında ruhu doyuruyoruz,
Kur’ana koş hemen, onu anlamaya çalış,
Allah’ı tanımaya onu bilmeye çalış.
Kur’an müthiş bir kitaptır, her şey onda vardır,
Yalnız her cevaba, sorusu olan ulaşır.
Anlamadan okumanın bir yararı yoktur,
İnsana vereceği sadece yorgunluktur.
Ramazan barışın ayıdır inanan için, (1)
Kalpler sevgiyle dolup taşar muhabbet için.
Ramazan terbiye ayıdır, hem de disiplin,(1)
Nefse gem vurulacaktır insan olmak için.
Ramazan ahlak öğretir inanan insana,(1)
Çünkü sorumludur insan, nefsine, Allah’a,
Ramazan sorgu ayıdır, insanın kendini,(1)
Düzenler iyi ve doğruya amellerini.
Ramazan rahmet ayı, şefkat ve esirgeme, (1)
Allah’a kul olmuyorsan, olacaksın kime,
Kul olmak denilen şey köle olmak değildir,
Yaratan Allah’a gönüllü teslimiyettir.
Ramazan sabır ayıdır tüm kötülüklere,(1)
Nefsinin istediği, zarar veren her şeye.
Ramazan bir iç zenginliktir insan olana,
Arınma ve teksiyedir bilirsen ruhuna.(1)
Ramazan bir okuldur, nefis alır eğitim,(1)
Eğitmen gerek onu, yoksa olursun teslim.
Nefse teslim olmaksa, çıkmaktır insanlıktan,
Farkımı kalır artık diğer tüm hayvanattan.
Nefsin olduğu gibi malında kiri vardır,
Bunun ilacını istersen fitre, zekattır. (3)
İnsan başıboş varlık değildir inan bana,(4)
Her şeye bir düzen koyan, koymaz mı insana.
Dua edersen Allah’a, O icabet eder,
Şimdi o davet ediyor seni bak, haydi gel.
(1) - “O Ramazan ayı ki, insanları irşad için, hak ile batılı ayıracak olan, hidayet rehberi ve deliller halinde bulunan Kur'ân onda indirildi…. (Bakara/185)
(2) – “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.(Bakara/183)
(3) – “Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuma/5)
“Nice namaz kılanlar vardır ki, onların namazdan nasîbi, yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir.” (Hadis - Nesâî)
(4) – “Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tertemiz edersin….” Tevbe/103
(5) – “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun/115)
Ahmet Akar (05.09.2010)
10 Ağustos 2010 Salı
AHİRET BİLİNCİ (7)
Hakikaten bu evrensel sistemde işleyen ilahi kanunları çözer, bu işleyişin ebedi yaşamındaki önemini fark ederse, bu aynı zamanda onda kendi varlığının hakikatine ulaşması açılımını yapar. O vakit der ki;
Beden olarak kendimi aynada görüyorum ve tanıyorum, fakat "bilinç" olarak ben neyim?
Nasıl bir varlığım? Özelliklerim nelerdir, bunlar nerede biter?
Benimle bu algıladıklarım arasında nasıl bir ilinti var? Bildiklerimin ötesinde ne tür özellikleri, güçleri, hangi kemalâtı ortaya koyabilirim?
Bu arada, kendi varlığının hakikatini anlamaya, fark etmeye, –bir tanrının hakikatini değil, "ALLAH" ismiyle işaret edilenin kendi varlığının hakikati olduğunu anlamaya, gereğini yaşamaya yöneldiği zaman da "Rasûlullah" kavramının –"peygamber"in değil– bilincine varır ve Allah Resûlü’ne imanlı bakış, ondan açığa çıkmaya başlar.
Daha açıkçası, "Hakikat-i Muhammedî" olarak işaret edilenin, evrensel bilinci meydana çıkaranın ve tüm evrensel mânâların orijininin "Esmâ mertebesi" denen hakikat olduğuna ve bu "Esmâ mertebesinin" insanın hakikati olduğuna iman eder. Kendi "hakikatinin", tüm varlık suretlerinde açığa çıkan (irsal olan) Esmâ mertebesi'nden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla, o özelliklerin kendi varlığını oluşturduğunu ve de o özelliklerin melekî yapı olarak varlığında açığa çıktığını ve sonsuz biçimde çıkabileceğini fark eder.
Eğer var oluş amacı, özündeki (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet denen gerçekliğe ulaşmaksa, işte o aşamada, yaratılış amacına hizmet vermekte olan “Rasûlullah”a yönelir –ölmüş peygambere değil– ve O'nun şefaatine nail olur.
Bu fark edişleri düzeyinde de "bilincine" hak ettiği formasyonu kazandırma sürecine girmiş olur. İşte o zaman bilinç, kendisindeki potansiyelin açığa çıkışını kemâliyle gözlemleyebileceği, ayna nöronları sayesinde kendisine "özenebileceği" bir model arar! Kendinde var olup da yaşayamadığını görmesi suretiyle kendisine aşkı yaşatabilecek, gönlünde yer edecek, haliyle hallenebileceği bir mahâl arar. Eğer var oluş amacı, özünde (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet denen gerçekliğe ulaşmaksa, işte o aşamada, yaratılış amacına hizmet vermekte olan "Rasûlullah"a yönelir –ölmüş peygambere değil– ve böylece O'nun uzanan eline, şefaatine nail olur. Çünkü insanlara, vahye dayalı bir şekilde hakikatlerini açıklayan ve hakikatlerinin "ALLAH" adıyla işaret edilenin Esmâ mertebesi olduğuna "iman" etmelerini teklif eden "Allah Resûlü", bunun gereğini yaşamak üzere var olanların talebine ayna olur.
Ahmet hulusi arşivinden
Beden olarak kendimi aynada görüyorum ve tanıyorum, fakat "bilinç" olarak ben neyim?
Nasıl bir varlığım? Özelliklerim nelerdir, bunlar nerede biter?
Benimle bu algıladıklarım arasında nasıl bir ilinti var? Bildiklerimin ötesinde ne tür özellikleri, güçleri, hangi kemalâtı ortaya koyabilirim?
Bu arada, kendi varlığının hakikatini anlamaya, fark etmeye, –bir tanrının hakikatini değil, "ALLAH" ismiyle işaret edilenin kendi varlığının hakikati olduğunu anlamaya, gereğini yaşamaya yöneldiği zaman da "Rasûlullah" kavramının –"peygamber"in değil– bilincine varır ve Allah Resûlü’ne imanlı bakış, ondan açığa çıkmaya başlar.
Daha açıkçası, "Hakikat-i Muhammedî" olarak işaret edilenin, evrensel bilinci meydana çıkaranın ve tüm evrensel mânâların orijininin "Esmâ mertebesi" denen hakikat olduğuna ve bu "Esmâ mertebesinin" insanın hakikati olduğuna iman eder. Kendi "hakikatinin", tüm varlık suretlerinde açığa çıkan (irsal olan) Esmâ mertebesi'nden başka bir şey olmadığını, dolayısıyla, o özelliklerin kendi varlığını oluşturduğunu ve de o özelliklerin melekî yapı olarak varlığında açığa çıktığını ve sonsuz biçimde çıkabileceğini fark eder.
Eğer var oluş amacı, özündeki (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet denen gerçekliğe ulaşmaksa, işte o aşamada, yaratılış amacına hizmet vermekte olan “Rasûlullah”a yönelir –ölmüş peygambere değil– ve O'nun şefaatine nail olur.
Bu fark edişleri düzeyinde de "bilincine" hak ettiği formasyonu kazandırma sürecine girmiş olur. İşte o zaman bilinç, kendisindeki potansiyelin açığa çıkışını kemâliyle gözlemleyebileceği, ayna nöronları sayesinde kendisine "özenebileceği" bir model arar! Kendinde var olup da yaşayamadığını görmesi suretiyle kendisine aşkı yaşatabilecek, gönlünde yer edecek, haliyle hallenebileceği bir mahâl arar. Eğer var oluş amacı, özünde (içselliğinde) gizli sonsuzluğu yaşamak ve o kuvveleri açığa çıkartarak cennet denen gerçekliğe ulaşmaksa, işte o aşamada, yaratılış amacına hizmet vermekte olan "Rasûlullah"a yönelir –ölmüş peygambere değil– ve böylece O'nun uzanan eline, şefaatine nail olur. Çünkü insanlara, vahye dayalı bir şekilde hakikatlerini açıklayan ve hakikatlerinin "ALLAH" adıyla işaret edilenin Esmâ mertebesi olduğuna "iman" etmelerini teklif eden "Allah Resûlü", bunun gereğini yaşamak üzere var olanların talebine ayna olur.
Ahmet hulusi arşivinden
9 Ağustos 2010 Pazartesi
AHİRET İNANCI (6)
Özündeki Allah'a ait özelliklere yönelir ve o özelliklerin varlığından ortaya konuşunu müşahede eder... Yok eğer ahırete "iman" yoksa, bu kez, o bildikleri ve uyguladıkları, dünyadaki kişiliğini, dünyadaki karakterini, tutum ve davranışlarıyla dünyadaki yaşamını şekillendiren bir unsur olarak kalmış olur ve zaten bunların karşılığını da dünyadaki bağları düzeyinde ziyadesiyle alır!
Çünkü, varlığının "madde bedenden ibaret" olduğunu zannıyla hareket ettiği sürece kendi hakikatini inkâr etmekte, dolayısıyla yaşadıklarının, bilincine nüfuzuna, bilincine dönük kazanımlarına kendisi "mâni olmaktadır". "İçselliğinde" gizli, sistemin ana kuvvelerine şahit olamamakta, bu gerçeği görmeye kör kalmaktadır.
Burada, "şirkin bağışlanmaması" diye işaret edilen gerçeğin, şirk koşanın, "dışarıdaki bir tanrıdan karşılık gelmesini beklemesi sebebiyle, kendi varlığındaki ALLAH’A ait kuvveleri değerlendirmeye mâni oluşu" şeklindeki işleyiş mekanizmasını hatırlayalım! Zira Kur'ân-ı Kerim'in kesin hükmü "imanı olmayanın (şirk koşanın) asla cennete giremeyeceği"dir; yani varlığında, Allah'a ait özellikleri yaşadığının farkına varamayacağı ve buna şahadetin getirisine kendisinin mâni olacağıdır.
"İnnAllahe la yağfiru en yüşreke bi-hi ve yağfiru ma dune zâlike limen yeşa ve men yüşrik billahi fekadiftera ismen azîyma."
Muhakkak ki Allah (b gerçeğince) kendisine şirk koşulmasını (şakiliği) bağışlamaz, ondan başkasını dilediği kimseler için bağışlar. Kim Allah’a (b gerçeğince) şirk koşarsa (yanı sıra bir varlık kabul ederse, ortak tutarsa), gerçekten büyük bir iftira etmiş olur. (Nisa: 48)
Elbette insan için değerli olan, yaptıklarıyla "ahıretini kazanması" ve "ebedi yaşamını imar edebilmesi"; dünya yaşantısını şekillendirmekle kayıtlı kalmamasıdır. Zira, dünyada şöyle veya böyle ahlâklı olmak, iyi olmak, hayırsever olmak, vs. cennete erdirmez!
Bu hususu açıkladıktan sonra, şimdi gelelim konunun asıl can alıcı yanına; Ahırete imanın işareti, getirisi ve sonucunun ne olduğuna. Kendisini madde beden değil, bilinç olduğuna iman eden kişi, ebedi yaşamını nasıl düzenlemek istiyorsa ona göre ahlâk edinmeyi amaç edinir, dedik.
Ahmed Hulusi Arşivinden
6 Ağustos 2010 Cuma
AHİRET BİLİNCİ (5)
Ahıret bilinci olmayınca, kişinin kendini "sonsuz yaşama sahip bilinç" olarak kabul hali olmamasından dolayı, tüm yaptıkları, kendini madde bedenden ibaret varsaydığı için sadece dünyalık düzeyinde kalır.
Buradaki incelik şudur: Kendi hakikatine, dolayısıyla ahırete "iman"ın olmaması, dünyada yaşananların neticesinin ölüm ötesi yaşamda ne şekilde görüleceğinin farkında olunmaması yanı sıra, bütün o yaşananların tamamen beş duyu düzeyinde, bedensel davranış ve tutum düzeyinde kalması, yaşamın içselleştirilememesi, asıl kişiliklerine, bilinçlerine nüfuz etmemesi sonucunu getirir! Çünkü "ahıret bilinci" demek, kişinin "bilinç" dünyasının o değerlere göre şekillenmesi demektir. Oysa ahırete iman olmayınca, kişinin kendini "sonsuz devam eden yaşama sahip bilinç" olarak kabul hali olmadığından dolayı, tüm yaptıkları, kendini madde bedenden ibaret varsaydığı için sadece dünyalık düzeyinde kalır.
Bunun bir başka açıklaması da, ne kadar iyi ve güzel davranış ve tutumlar ortaya koyarsa koysun, kişinin yaşamının yalnızca bedensel ilişkiler düzleminde, yani "dışsal bağlar ve bağlantılar" içinde geçmesidir! Oysa, insanı ebedi saadete erdiren güçler kendi özünde bulup yaşayacağı, "içselliğinde" gizli güçlerdir. Bunlara yönelememesi durumunda da elbette kendisinden açığa çıkmayan bilincine ait değerleri, yani "içsel hakikati" fark edemez, yaşayamaz!.. Hakikatini yaşayamayınca, istediği dışsal şeylere sahip olmayı amaç edinir, onlara sahip olunca (ve de sahiplik duygusuyla dağıtınca) sevinir, mutlu olur, fakat sahip olduğunu sandığı her şeyi sonunda kaybedeceği için de dışsal bağları ve bağlantıları kadar sıkıntı ve azaba düşer!
“Bel tü'sirun elhayat eddünya”
–Ne çare siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
“Vel'ahıretü hayrun ve ebkâ “
–Oysa, ahıret daha hayırlı ve bakidir. (87: 16-17)
Sonuçta, kendini madde beden kabul ederek madde dünyasında ortaya koyduğu davranışları, tutumları, iyilikleri, ahlâkı, velhasıl tüm Dünya'daki yaşantısı, ahıret bilinci olmadığı için, kişiliğinin, karakterinin ve yaşantısının bu dünya değerlerine göre şekillenmesini sağlar, bilincine mal olmaz (ahıretine kazanç sağlamaz)! Yaşadıkları dışsal bağ ve bağlantılarını güçlendirir; buna karşılık, "içselliğinde" gizli güçlere yönelemez. (Hatta ve hatta "iman" bilgisi, yani neye nasıl iman etmesi gerektiği konusunun "bilgisi" dahi sonuçları ve getirisi yaşanmadığı sürece bilince mal olmaz.)
Ama eğer ahırete iman varsa, yani kendi varlığının bilinç olduğu gerçeğinden hareket etmekteyse, o zaman hakikatinin farkında olarak, düşünce ve uygulamaları ile içselliğinde" gizli güçlere, evrensel kuvvelere yönelir, "bilinci" melekeler kazanır, bilinci yaşadıklarının değerine göre formasyon kazanır, kendinde bulduğu mânâlar ve kuvvelerle zenginleşir.
Diğer bir değişle, o güzellikleri, mutlulukları paylaşmak, iyilik yapmak, hayırsever, yardımsever olmak dediğimiz şeyler, şayet ahırete "iman" varsa, "bilincin haline" ve "melekelerine" dönüşür; o hal ile hallenmiş olur bilinç, o mânâlarla ahlâklanmış olur; hulku, halk oluş, var oluş, işleyiş biçimi öyle olur...
Buradaki incelik şudur: Kendi hakikatine, dolayısıyla ahırete "iman"ın olmaması, dünyada yaşananların neticesinin ölüm ötesi yaşamda ne şekilde görüleceğinin farkında olunmaması yanı sıra, bütün o yaşananların tamamen beş duyu düzeyinde, bedensel davranış ve tutum düzeyinde kalması, yaşamın içselleştirilememesi, asıl kişiliklerine, bilinçlerine nüfuz etmemesi sonucunu getirir! Çünkü "ahıret bilinci" demek, kişinin "bilinç" dünyasının o değerlere göre şekillenmesi demektir. Oysa ahırete iman olmayınca, kişinin kendini "sonsuz devam eden yaşama sahip bilinç" olarak kabul hali olmadığından dolayı, tüm yaptıkları, kendini madde bedenden ibaret varsaydığı için sadece dünyalık düzeyinde kalır.
Bunun bir başka açıklaması da, ne kadar iyi ve güzel davranış ve tutumlar ortaya koyarsa koysun, kişinin yaşamının yalnızca bedensel ilişkiler düzleminde, yani "dışsal bağlar ve bağlantılar" içinde geçmesidir! Oysa, insanı ebedi saadete erdiren güçler kendi özünde bulup yaşayacağı, "içselliğinde" gizli güçlerdir. Bunlara yönelememesi durumunda da elbette kendisinden açığa çıkmayan bilincine ait değerleri, yani "içsel hakikati" fark edemez, yaşayamaz!.. Hakikatini yaşayamayınca, istediği dışsal şeylere sahip olmayı amaç edinir, onlara sahip olunca (ve de sahiplik duygusuyla dağıtınca) sevinir, mutlu olur, fakat sahip olduğunu sandığı her şeyi sonunda kaybedeceği için de dışsal bağları ve bağlantıları kadar sıkıntı ve azaba düşer!
“Bel tü'sirun elhayat eddünya”
–Ne çare siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz.
“Vel'ahıretü hayrun ve ebkâ “
–Oysa, ahıret daha hayırlı ve bakidir. (87: 16-17)
Sonuçta, kendini madde beden kabul ederek madde dünyasında ortaya koyduğu davranışları, tutumları, iyilikleri, ahlâkı, velhasıl tüm Dünya'daki yaşantısı, ahıret bilinci olmadığı için, kişiliğinin, karakterinin ve yaşantısının bu dünya değerlerine göre şekillenmesini sağlar, bilincine mal olmaz (ahıretine kazanç sağlamaz)! Yaşadıkları dışsal bağ ve bağlantılarını güçlendirir; buna karşılık, "içselliğinde" gizli güçlere yönelemez. (Hatta ve hatta "iman" bilgisi, yani neye nasıl iman etmesi gerektiği konusunun "bilgisi" dahi sonuçları ve getirisi yaşanmadığı sürece bilince mal olmaz.)
Ama eğer ahırete iman varsa, yani kendi varlığının bilinç olduğu gerçeğinden hareket etmekteyse, o zaman hakikatinin farkında olarak, düşünce ve uygulamaları ile içselliğinde" gizli güçlere, evrensel kuvvelere yönelir, "bilinci" melekeler kazanır, bilinci yaşadıklarının değerine göre formasyon kazanır, kendinde bulduğu mânâlar ve kuvvelerle zenginleşir.
Diğer bir değişle, o güzellikleri, mutlulukları paylaşmak, iyilik yapmak, hayırsever, yardımsever olmak dediğimiz şeyler, şayet ahırete "iman" varsa, "bilincin haline" ve "melekelerine" dönüşür; o hal ile hallenmiş olur bilinç, o mânâlarla ahlâklanmış olur; hulku, halk oluş, var oluş, işleyiş biçimi öyle olur...
5 Ağustos 2010 Perşembe
AHİRET BİLİNCİ (4)
Günümüzde "aynı" gerçeklerin farklı dillendirilişi gibi görünen çeşitli öğretiler gittikçe artmakta ve hatta bunların birbirlerinden ayırt edilmesi de gün geçtikçe zorlaşmaktadır birçokları için. Oysa, yukarıda üzerinde durduğumuz analizi yapabilen için, bunları birbirinden kolaylıkla ayırt etmek mümkündür.
Önce bu ayırt edişin önemine değinelim. Zira, bu ayrımı yapamayanlar, Deccal’ın aldatmacalarına kanmak tehlikesiyle yüz yüze kalacaklardır...
Kişi, ya kendisinin bir bilinç olduğundan hareketle ahıret inancına sahiptir; yaşamını ve düşüncelerini buna göre değerlendirir, ya da kendisinin maddeden ibaret bir beden olduğu varsayımıyla, ölüm ötesi yaşama (ahırete) inanmadan yaşamını dünyada bırakıp gideceği şekilde düzenler.
Oysa ölüm ötesi saadete erebilmesi için neler yapması ve bunları nasıl yapması gerektiği, insan için bilinmesi zorunlu ve en önemli gerçektir.
Kişinin yaşam biçiminin, düşünce ve eylemlerinin ve bunlara ışık tutan öğretinin, ölüm ötesi yaşam gerçeğine (ahıret inancına) dayalı olması bu bakımdan en hassas ve önemli noktadır! Zira, sonsuz biçimde devam edecek yaşamında insan, Dünya'da beyne sahipken neleri nasıl kazanabileceğini bilir ve uygularsa, ahıreti de o düzeyde mamur olur.
Dünyanın farklı yerlerinde, çok değişik anlayışlara sahip toplumlarda bugün artık birçok platformda, insanların, iyilikleri, güzellikleri, hoşlukları, mutlulukları paylaşmasının, pozitif düşünmesinin, pozitif davranmasının birer erdem olduğundan ve bunların değerinden bahsedilmekte, ayrıca bunları uygulamanın kazandırdığı güzel sonuçlar değişik yollardan dile getirilmektedir. Hatta birçok topluluk veya birey günlük hayatlarını bu öğretilere uygun biçimde yaşamaya çalışmaktadırlar... Meselâ, birisinin sevinçli, mutlu bir olayı olduğu zaman onunla paylaşıyorlar o sevinci, mutluluğu. Pozitif düşünüyor, pozitif tutumlar ortaya koyuyorlar. Düşünceleriyle yaşamlarını bağdaştırıyorlar. Hatta bu kişiler cennet ve cehennem tasvirleri yapabiliyorlar, maneviyat ehlinin üzerinde durduğu birçok inceliğe açıklama getirebiliyorlar.
Cehennemi, kişinin kendi nefsi için çalışmasının karşılığı olarak, cenneti ise karşısındakiler için bir şeyler yapabilmenin mutluluğu olarak tarif edebiliyorlar ve ellerinden geldiği kadar da bu bilgilerini günlük hayatlarında uyguluyorlar. Seviyorlar, seviliyorlar, iyi ve faydalı işler yapıyorlar, yardım ediyor, mutlu oluyor ve çevrelerini de sevindiriyorlar... Günümüzde, bu anlayışa sahip sayısız iyi ahlâklı, hayatından memnun, yardımsever, hayırsever insan var, topluluklar var...
Bununla birlikte, böylesi yaşantıda olan kişilerin yaptıklarının, ölüm ötesi yaşamda, evrenin özünde işleyen sistem indinde bir hükmü olmayabiliyor! Ortaya koyduklarının sistem boyutunda bir getirisi, bilinç düzeyinde bir izi, etkisi, değeri olmayabiliyor... Tıpkı "The Secret" ta açıklandığı türden sistemde işleyen bir kuralı veya birçok doğa kanununu çözmüşler ve fakat çözdükleri o hükümleri sadece "dünya hayatıyla sınırlı" getiriler için uyguluyorlar!
İşte bunun nedeni "ahıret bilinci"nde, yani "ahırete iman"da gizli! Çünkü, "ahırete imanı ve ahıret bilinci" olmayanlar, kendilerinin sonsuz yaşama sahip "bilinç" olduklarını kabul etmemelerinden dolayı, madde bedenden ibaret varlıklar oldukları zannıyla hareket ederler ve dolayısıyla tüm işlevlerini de bu varsayımları üzerine bina ederler. Bunun sonucunda da, o paylaşım, o mutluluk, hatta hayırseverlik ve yardımseverlik türünden davranışlarla ortaya koydukları "iyi insan olma", beş duyu düzeyinde, beden düzeyinde kalır ve çoğunlukla karşılığını da dünyada bulur.
Ahmed Hulusi arşivinden
Önce bu ayırt edişin önemine değinelim. Zira, bu ayrımı yapamayanlar, Deccal’ın aldatmacalarına kanmak tehlikesiyle yüz yüze kalacaklardır...
Kişi, ya kendisinin bir bilinç olduğundan hareketle ahıret inancına sahiptir; yaşamını ve düşüncelerini buna göre değerlendirir, ya da kendisinin maddeden ibaret bir beden olduğu varsayımıyla, ölüm ötesi yaşama (ahırete) inanmadan yaşamını dünyada bırakıp gideceği şekilde düzenler.
Oysa ölüm ötesi saadete erebilmesi için neler yapması ve bunları nasıl yapması gerektiği, insan için bilinmesi zorunlu ve en önemli gerçektir.
Kişinin yaşam biçiminin, düşünce ve eylemlerinin ve bunlara ışık tutan öğretinin, ölüm ötesi yaşam gerçeğine (ahıret inancına) dayalı olması bu bakımdan en hassas ve önemli noktadır! Zira, sonsuz biçimde devam edecek yaşamında insan, Dünya'da beyne sahipken neleri nasıl kazanabileceğini bilir ve uygularsa, ahıreti de o düzeyde mamur olur.
Dünyanın farklı yerlerinde, çok değişik anlayışlara sahip toplumlarda bugün artık birçok platformda, insanların, iyilikleri, güzellikleri, hoşlukları, mutlulukları paylaşmasının, pozitif düşünmesinin, pozitif davranmasının birer erdem olduğundan ve bunların değerinden bahsedilmekte, ayrıca bunları uygulamanın kazandırdığı güzel sonuçlar değişik yollardan dile getirilmektedir. Hatta birçok topluluk veya birey günlük hayatlarını bu öğretilere uygun biçimde yaşamaya çalışmaktadırlar... Meselâ, birisinin sevinçli, mutlu bir olayı olduğu zaman onunla paylaşıyorlar o sevinci, mutluluğu. Pozitif düşünüyor, pozitif tutumlar ortaya koyuyorlar. Düşünceleriyle yaşamlarını bağdaştırıyorlar. Hatta bu kişiler cennet ve cehennem tasvirleri yapabiliyorlar, maneviyat ehlinin üzerinde durduğu birçok inceliğe açıklama getirebiliyorlar.
Cehennemi, kişinin kendi nefsi için çalışmasının karşılığı olarak, cenneti ise karşısındakiler için bir şeyler yapabilmenin mutluluğu olarak tarif edebiliyorlar ve ellerinden geldiği kadar da bu bilgilerini günlük hayatlarında uyguluyorlar. Seviyorlar, seviliyorlar, iyi ve faydalı işler yapıyorlar, yardım ediyor, mutlu oluyor ve çevrelerini de sevindiriyorlar... Günümüzde, bu anlayışa sahip sayısız iyi ahlâklı, hayatından memnun, yardımsever, hayırsever insan var, topluluklar var...
Bununla birlikte, böylesi yaşantıda olan kişilerin yaptıklarının, ölüm ötesi yaşamda, evrenin özünde işleyen sistem indinde bir hükmü olmayabiliyor! Ortaya koyduklarının sistem boyutunda bir getirisi, bilinç düzeyinde bir izi, etkisi, değeri olmayabiliyor... Tıpkı "The Secret" ta açıklandığı türden sistemde işleyen bir kuralı veya birçok doğa kanununu çözmüşler ve fakat çözdükleri o hükümleri sadece "dünya hayatıyla sınırlı" getiriler için uyguluyorlar!
İşte bunun nedeni "ahıret bilinci"nde, yani "ahırete iman"da gizli! Çünkü, "ahırete imanı ve ahıret bilinci" olmayanlar, kendilerinin sonsuz yaşama sahip "bilinç" olduklarını kabul etmemelerinden dolayı, madde bedenden ibaret varlıklar oldukları zannıyla hareket ederler ve dolayısıyla tüm işlevlerini de bu varsayımları üzerine bina ederler. Bunun sonucunda da, o paylaşım, o mutluluk, hatta hayırseverlik ve yardımseverlik türünden davranışlarla ortaya koydukları "iyi insan olma", beş duyu düzeyinde, beden düzeyinde kalır ve çoğunlukla karşılığını da dünyada bulur.
Ahmed Hulusi arşivinden
4 Ağustos 2010 Çarşamba
AHİRET BİLİNCİ (3)
"Ahıret", ölüp yok olup sonradan dirilmeye mi, yoksa şu anki bilincimizin sonsuz yaşamına mı işaret etmektedir?
"Bil-ahıreti" vurgusu ile (tıpkı "amentü bil-lahi"de olduğu gibi), b sırrıyla, ahıretin (yaşamın devamlılığının) "kendi gerçeğimiz" olduğuna işaret vardır. Keza, "bil yevmil âhıri"nde "b sırrıyla (kendi varlığımızın sonsuzluğu dolayısıyla) ahir güne (ölüm ötesine)" iman vurgusu yer alır.
Amentü'de "vel ba'sü badel mevt" teki "mefta oluşla birlikte yaşamın devam edeceğine" iman, bu idrak ve kabulün sonucudur.
Dolayısıyla "ahıret", kendi gerçeğimiz olarak yaşamın sonsuzluğudur; ölüp yok olup sonradan dirilmekle başlayacak bir kurgu yaşam değil!
Ahırete "iman", varlığımızın aslının "bilinç" olduğunu kabul etmemizin tabii sonucu olduğu için, kendi varlığının "bilinç" olduğuna inanmayan kimse, varlığının "et-kemik beden"den ibaret olduğu zannı yüzünden, "ahıret" gerçeğini inkâr halindedir ya da örtmektedir! Daha açıkçası, kendini "madde bedenden ibaret" kabul etmek, hakikatine küfürdür. Zira, hakikatin, sonsuz mânâlara, yani "kozmik bilince" ve dahi Esmâ mertebesine dayanır.
Ahıreti inkâr, kendi hakikatini, yani varlığının aslı olan Esmâ mertebesini ve dolayısıyla var edenini inkârdır.
İşte bu sebeple, ahırete iman etmeyen kişinin tüm düşünce ve eylemleri dünya yaşamıyla sınırlı bedensel düzeyde kalır! Öte yandan, madde ötesi gerçeğinin farkında olan birey için ise yaşam, varlığının hakikati olan esmâyı müşahedeye yönelerek, sonsuza dek yaşayacak olan "bilincine" hak ettiği formasyonu kazandırma yolculuğu olur.
Hakikatine imanı olmayanın, var oluş sistem ve kademelerini anlamayanın, ahırete imanı ancak taklidi kabul yollu olur. Kendisinin "madde" değil, "bilinç" olduğu gerçeğini kavrayabilen insan, yaşamını, sonsuza kadar varlığını teşkil edecek olan bilincinin değerlerine göre düzenlemeyi amaç edinir doğal olarak; dünyada bırakıp gideceği bedene göre değil!..
Ölümü bir "yok oluş" gibi varsaymak, ya da ölüp yok olup, daha sonradan bir vakit dirileceğini ummak, kendini madde beden zannetmekten kaynaklanır. Ki bu tür inanışlar Rasûlullah (A.S.)'ın öğretisiyle bağdaşmayan zanlardır! Neden?.. Şimdi bunun açıklamasını yapalım kalem elverdiğince...
Ahmed Hulusi Arşivinden
3 Ağustos 2010 Salı
AHİRET BİLİNCİ (2)
Ahırete iman, "ölüm"ün bir "yok oluş" olmayıp sadece bir "geçiş" olduğunu, dolayısıyla "yaşamın sonsuzluğunu ve kesintisiz devam edişini" kabul etmektir temel olarak.
"Yaşamın sonsuzluğuna" inanmayanın, ölüp, sonradan yeniden dirileceği beklenti ve zannı içerisinde olanın "ahıret inancı" dediği şey;
Kendini ne kadar inançlı sayarsa saysın, safî bir "ezberin tekrarıdır" ve gerçeklerden çok uzaktır.
"Ahırete iman"ın, "ölüp yok olup, bir zaman sonra yeniden dirileceğini" varsaymakla alâkası yoktur! Bu tür beklenti ve zan içerisinde olanların "ahıret inancı" dedikleri şey, safî bir "ezberin tekrarıdır" ve gerçeklerden çok uzaktır.
Neden?..
Çünkü, "ahırete iman", sonraki bir yaşamı ummak(!) değildir!
"Ahırete iman", evvela kişinin kendisinin "et-kemik bir beden" den ibaret değil, aslen "bilinç"ten meydana gelmiş bir varlık olduğunu kabul etmesidir, ki bunun sonuncunda da "bilinci" için "yok oluş" anlamında bir "ölüm" olmadığını fark edebilsin!
Kuran’ın bu yöndeki şu önemli uyarısı çok iyi değerlendirilmelidir:
"Ve minen nâsi men yekulû âmenna billâhi ve bil yevmil âhıri ve mâ hüm bimü'miniyn." (Bakara: 8)
"İnsanlardan bazıları da vardır ki, b sırrıyla iman etmedikleri halde, "Allah'a ve ahıret gününe" inandık derler."
"Ahıret"in, varlığımızın aslının "bilinç" olduğunun bir sonucu olduğu; ahırete "iman"ın bu gerçeğimizi kabul edip, fark edip, bizzat yaşamamız olduğu konusu Kur'ân-ı Kerim'de "bil-ahireti hüm yukinûn" (onlar b sırrıyla ahırete ikan halindedirler) vurgusuyla açıkça ortaya konur.)
"Velleziyne yu'minune bimâ ünzile ileyke ve mâ ünzile min kablik ve bil ahireti hüm yukinûn (Bakara: 4)
–Ve onlar, sana inzal olunana da senden önce inzal olunana da iman ederler; ve onlar ahırete de (bil-ahıreti –kendi gerçekleri olarak yaşamın devamlılığına) ikan halindedirler (bunu bizzat yaşarlar).
2 Ağustos 2010 Pazartesi
AHİRET BİLİNCİ (1)
Ötede! Dışımızda! Uzaklarda! Geçmişte!.. Ya da daha sonradan.!
Her şeyi öteye atma, dışımızda arama şartlanmamız yüzünden, "yaşamı" dahi dışımızda sanıyoruz!.. Uzaklara atıp, "peygamber" varsaymışız! Öteye atıp, "tanrı" edinmişiz. Ardından yönelimlerimizin ötedekine gittiğini sanmışız. Bunlardan kurtulduğumuzu sanıp, "dışsal" ımızdan kurtulamamışız. "Haram"ı dışımızdaki nesne sanıp, "içimizdeki arzu" olduğunu anlamamışız!
Ahıreti, ötede, uzaklarda, daha sonra başlayacak bir yaşam gibi kurgulayıp, "bilincimizin sonsuz yaşam özelliğine" işaret edildiğini fark edememişiz. Gaybı, ötemizdeki bilinemez sanıp, her şeyimizin "kendi gaybımızdan" geldiğini anlayamamışız...!
Oysa Kur'ân, "bil-lahi", bil-gaybi", bil-Ahıreti", bil-yevmilahıri" gibi vurgular ile hep bu kavramlarla "kendi gerçeğimize" dönmemiz için uyarır bizi!
Bir "öte dünyada" yaşam var mı, yok mu tartışması yaparız! Düşünmeyiz, şu anda beden miyiz, yoksa bilinç mi? "Bil-Ahıreti" ile, öldükten bir zaman sonra yeniden dirilmekle başlayacak olan yeni bir yaşama mı, yoksa "kendi bilincimizin sonsuz yaşamına" mı işaret edilmektedir?..
Bugün batıda ve doğuda sayısız insan var (Müslümanlar da dahil), bir gün gelip öte dünyada dirileceğini(!) ve yeniden yaşamaya başlayacağını uman...
Sayısız entelektüel, düşünür insan var; bilgi sahibi, çevrelerine faydalı, iyi insanlar olarak yaşamayı hedef edinmiş. Ama bilmiyorlar, düşünemiyor, anlayamıyorlar, "iman" olmadan cennete girilemeyeceğini!
"İman" cennete geçmek için zorunlu, olmazsa olmaz şarttır! Kur'ân-ı Kerim'in kesin hükmü "imanı olmayanın (şirk koşanın) cehennemden asla çıkamayacağı"dır.
"İnnallahe la yağfiru en yüşrake bihî; ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâ" (Nisa: 48)"
–ALLAH, kesinlikle kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz! Fakat bunun dışındakileri dilediği için bağışlar.
Allah Resûlü Muhammed (aleyhisselâm)'ın açıkladığı "ahırete iman"ın, "ölüp yok olup, bir zaman sonra topraktan yeniden dirileceğini" varsaymakla ilgisi yoktur! Bu tür kurgular, gökteki tanrının iki elini uzatıp dünya yüzünde çamurdan insan yarattığını varsayanların düşleridir.
Her şeyi öteye atma, dışımızda arama şartlanmamız yüzünden, "yaşamı" dahi dışımızda sanıyoruz!.. Uzaklara atıp, "peygamber" varsaymışız! Öteye atıp, "tanrı" edinmişiz. Ardından yönelimlerimizin ötedekine gittiğini sanmışız. Bunlardan kurtulduğumuzu sanıp, "dışsal" ımızdan kurtulamamışız. "Haram"ı dışımızdaki nesne sanıp, "içimizdeki arzu" olduğunu anlamamışız!
Ahıreti, ötede, uzaklarda, daha sonra başlayacak bir yaşam gibi kurgulayıp, "bilincimizin sonsuz yaşam özelliğine" işaret edildiğini fark edememişiz. Gaybı, ötemizdeki bilinemez sanıp, her şeyimizin "kendi gaybımızdan" geldiğini anlayamamışız...!
Oysa Kur'ân, "bil-lahi", bil-gaybi", bil-Ahıreti", bil-yevmilahıri" gibi vurgular ile hep bu kavramlarla "kendi gerçeğimize" dönmemiz için uyarır bizi!
Bir "öte dünyada" yaşam var mı, yok mu tartışması yaparız! Düşünmeyiz, şu anda beden miyiz, yoksa bilinç mi? "Bil-Ahıreti" ile, öldükten bir zaman sonra yeniden dirilmekle başlayacak olan yeni bir yaşama mı, yoksa "kendi bilincimizin sonsuz yaşamına" mı işaret edilmektedir?..
Bugün batıda ve doğuda sayısız insan var (Müslümanlar da dahil), bir gün gelip öte dünyada dirileceğini(!) ve yeniden yaşamaya başlayacağını uman...
Sayısız entelektüel, düşünür insan var; bilgi sahibi, çevrelerine faydalı, iyi insanlar olarak yaşamayı hedef edinmiş. Ama bilmiyorlar, düşünemiyor, anlayamıyorlar, "iman" olmadan cennete girilemeyeceğini!
"İman" cennete geçmek için zorunlu, olmazsa olmaz şarttır! Kur'ân-ı Kerim'in kesin hükmü "imanı olmayanın (şirk koşanın) cehennemden asla çıkamayacağı"dır.
"İnnallahe la yağfiru en yüşrake bihî; ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâ" (Nisa: 48)"
–ALLAH, kesinlikle kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz! Fakat bunun dışındakileri dilediği için bağışlar.
Allah Resûlü Muhammed (aleyhisselâm)'ın açıkladığı "ahırete iman"ın, "ölüp yok olup, bir zaman sonra topraktan yeniden dirileceğini" varsaymakla ilgisi yoktur! Bu tür kurgular, gökteki tanrının iki elini uzatıp dünya yüzünde çamurdan insan yarattığını varsayanların düşleridir.
26 Temmuz 2010 Pazartesi
BEREAT GECESİ GERÇEĞİ
Berat kandili olarak bildiğimiz bu gecenin aslı, İslam öncesi Yahudilerin inandıkları hikayelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yahudi dinindekiler İslamiyet’e girdikten sonrada eski inançlarına ait olan efsane ve hikayeleri anlatmaya devam edip sanki İslamiyet’e aitmiş gibi görülmesine sebep olmuşlardır.
Roj haşana, Kurtuluş günü manasına da gelir. Musa A.S. Firavundan kurtulduğu, kavmini kurtardığı günün kutlaması, İnsanın Roş haşana ya tasarımı yapılan bir yıllık kaderi, yom kippur da son şeklini alır ve mühürlenir İnancı vardır.
Hüküm günü inancını yorumlayan Rabenu Behay; “Roş Haşanah, sıradan insanların bilinçlerinin öylesine üstünde bir düzeyde yer alır ki, açık seçik anlatılamaz, yalnızca üstü kapalı bir biçimde sözü edilebilir.” Şeklinde açıklar.
Yine Musevilerin gündüz dualarında;
“Bu gün, ülkeler hakkında, kimin savaşıp, kimin barış içinde yaşayacağına, kimin açlık çekip, kimin bolluk içinde yaşayacağına karar verilecek; ve tüm yaratıklar yaşamda ve ölümde bunları hatırlamaya çağırılacaklar.” (Musaf duası)
“Kaçının bu dünyadan göç edip, kaçının yaratılacağı Roş Haşana’da yazılıp, Yom Kipur’da mühürlenecek; kimin yaşayıp, kimin öleceği; kimin önceden tayin edilen zamanda ölüp, kimin zamanından önce öleceği..”. (Nesane Tokef duası)
“Roş Haşana’da üç kitap açılır, biri ruhunda kötülük besleyenin kitabıdır, öbürü dürüstün kitabıdır, üçüncüsü ise ikisinin arasındakilerin kitabıdır. Dürüst ve adil olanların adları, yaşam kitabına yazılıp, hemen mühürlenir, kötü ruhluların adları, ölüm kitabına yazılıp, hemen mühürlenir, aradakilerin adları ise Roş Haşana’dan, Yom Kipur’a kadar askıya alınır. Hak ederlerse, adları yaşayanlar arasında yer alır, aksi halde öleceklerin arasında yer alırlar.” (Roş Haşana, 16b)
Görüldüğü gibi sanki tatile çıkacak bir tanrıya inanır gibi batıl bir inanç şeklinden bahsediliyor. Halbuki Kur’an’a sorduğumuzda;
- O her an iş başındadır. (Rahman /29)
Yani Allah’ın her an hayata aktif ve aktüel bir müdahildir. Tatile çıkması, önceden 6 gün çalışıp sonra dinlenen, Önceden yaratıp planlayıp sonra dinlenen bir tanrı değildir. Allah;
- O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece "Ol!" demektir. O
da hemen oluverir. (Yasin/82)
Kudretinde bir Allah’tır. Nitekim Allah Resulünün Miraç hadisinde Allah Resulü Cibril’e;
“Bir şeyleri çıkarken gördüm acayip bir şeyler yani tarifini yapamadığım bir şeyler. Bunlara karşılık bir şeyler de iniyordu. Sordum:
- Ya Cibril bu nedir? Dedi ki;
- Bu çıkanlar insanlığın amelleri, İnenlerde amellere karşı anında yaratılan durumlardır.”
Şeklinde açıklamıştır. Yani her an hayata müdahil olan, hesabını anında gören bir Allah’tır anlamını teyit eder.
Görüldüğü gibi Musevi inancının bu batıl efsanesi, İslamiyet’e Berat kandili olarak yansımıştır.
Araştırmacı, akademisyen yazar Mustafa İslamoğlu Berat Kandilinin özgünlüğü nedir sorusuna;
“Hiçbir özgünlüğü yoktur. Ve bunun da aslı yoktur. Ha..! beraat gecesinde ne vardır:.! Aslında gelen rivayetlere baktığımızda bu geceye özel bir rivayette yoktur. Özel bir şey de yoktur. Ama Allah Resulü; 3 aylara girildiğinde kademeli olarak Ramazana bir hazırlık yapardı. Bu hazırlığın bir üst kademeye tırmandırması hadisesi olarak anlamak lazım. Yoksa bununla alakası yoktur.“ şeklinde verdiği cevap daha gerçekçi ve mantıklı olduğu görüşündeyim.
Bu bilgilerin bilinmesi ve paylaşılması, Allah’a olan inancımızı doğru bir kanalda tutması, yanlış kanatlar oluşturmaması içindir.
Benim önerim; Allah Resulünün; Ramazan ayına yaklaşırken giderek artan ibadetler zincirinden bir halka gibi kabul edip bu zihniyetle hareket edilmesi, sadece bir gece ile kısıtlamayıp, Musevilikteki gibi yanlış beklentilere kapılmadan değerlendirmek daha doğru olacaktır.
Yazımı yine Allah Resulünün duası ile bitiriyorum:
8 Temmuz 2010 Perşembe
MİRAÇ KANDİLİ.
Peygamberimiz İslam’a davet sürecinin en zor yıllarında miraçla ödüllendirildi. Bedenin bittiği an, ruhun önünde ufuklar açılırdı. Miraçla bu gerçek gösterildi. Onun son miracı, çevrenin baskısının en şiddetli anında yaşanmıştı. Allah Resulünün miracı hakkında sorular sorup, cevaplarını Kuran’dan alalım;
- Rasulullah bir kez mi miraç etti?
- Necm suresi bu soruya, birden fazla diyor:
And olsun onu bir kez daha görmüştü. (13)
- Rasulullah miraçta ne gördü?
- "Rabbinin ayetlerinden bir kısmını" gördü (17:1)
“And olsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm/18
Onu (Vahy meleğini) asli suretinde gördüğünü Allah Resulü ifade etti.
Yine miraçta; “müminlere vaat edilen cennet bir biçimde gösterildi.” (Necm/15).
- Mirac beden ve ruhla mı, sadece ruhla mı, yoksa rüya yoluyla mı gerçekleşti?
- İsra 60. ayet: "Sana gösterdiğimiz bu rü'yayı (görme olayı) insanlar için bir imtihan/fitne kıldık" diyor.
Hz. Aişe Allah Resulü’nün miracını ruhun bir müşahedesi olarak niteliyor.
İsra 1. ayet bu konuda fitneye düşmememiz için, İsra ve miraçla ilgili tüm yorumların kırmızı çizgilerini çiziyor. Bu çizgiler, ayette üç noktada somutlaşıyor:
A) Ayet, "sübhan" gibi Allah'a ilişkin tüm tasavvurların her tür beşerileştirmenin uzağında olması gerektiğini ifade eden tenzih kelimesiyle başlıyor.
B) "Kulunu" ifadesiyle, her tür yorumun Allah Resulü’nün beşerliği temelinde yapılması gerektiğine işaret ediyor.
C) Ayetin sonunda yer alan; "..zira O, evet sadece O'dur her şeyi işitip gören" cümlesi, Rasulullah'a neden "Rabbinin ayetlerinin bir bölümünün gösterildiğini" açıklıyor. Bu üç sınır, miraç hakikatini yorumlarken, aşmamamız gereken ilahi sınırlar olarak ortaya konuyor.
Gelelim, miracın aktüel değerine: Miraç, yücelmeyi ifade eder. Miracın tam karşı kutbunda "dünyevileşme" yer alır.
Dünyevileşmek; "edna olana/en alçak olana" çakılıp kalmaktır.
Dünyevileşme, "değerle" değil, "fiyatla" ilgilenenlerin derdidir. Onlar kendi sahte miraçlarının adını "ilerleme" koydular. Ruhlarını sattılar, cesetlerine yedirdiler. Neticede, bir avuç dünyevileşmişin ilerleme miti, insanlığa çok pahalıya patladı, azgın bir azınlık dışında kalan bütün insanlığı mutsuzluğa boğdu. Dünyanın geldiği nokta bunun göstergesidir.
Onları ilerleme mitleriyle baş başa bırakıp, biz miracımıza sahip çıkalım.!
- Bunu nasıl mı yapalım?
- Salatı ikame ederek, namazı/duayı/desteği ayaklandırarak, Allah'a karşı esas duruşumuzu/klas duruşumuzu bozmayarak. Yapacağız.
Miraç kandiliniz mübarek her şey gönlünüzce olsun.
- Rasulullah bir kez mi miraç etti?
- Necm suresi bu soruya, birden fazla diyor:
And olsun onu bir kez daha görmüştü. (13)
- Rasulullah miraçta ne gördü?
- "Rabbinin ayetlerinden bir kısmını" gördü (17:1)
“And olsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (Necm/18
Onu (Vahy meleğini) asli suretinde gördüğünü Allah Resulü ifade etti.
Yine miraçta; “müminlere vaat edilen cennet bir biçimde gösterildi.” (Necm/15).
- Mirac beden ve ruhla mı, sadece ruhla mı, yoksa rüya yoluyla mı gerçekleşti?
- İsra 60. ayet: "Sana gösterdiğimiz bu rü'yayı (görme olayı) insanlar için bir imtihan/fitne kıldık" diyor.
Hz. Aişe Allah Resulü’nün miracını ruhun bir müşahedesi olarak niteliyor.
İsra 1. ayet bu konuda fitneye düşmememiz için, İsra ve miraçla ilgili tüm yorumların kırmızı çizgilerini çiziyor. Bu çizgiler, ayette üç noktada somutlaşıyor:
A) Ayet, "sübhan" gibi Allah'a ilişkin tüm tasavvurların her tür beşerileştirmenin uzağında olması gerektiğini ifade eden tenzih kelimesiyle başlıyor.
B) "Kulunu" ifadesiyle, her tür yorumun Allah Resulü’nün beşerliği temelinde yapılması gerektiğine işaret ediyor.
C) Ayetin sonunda yer alan; "..zira O, evet sadece O'dur her şeyi işitip gören" cümlesi, Rasulullah'a neden "Rabbinin ayetlerinin bir bölümünün gösterildiğini" açıklıyor. Bu üç sınır, miraç hakikatini yorumlarken, aşmamamız gereken ilahi sınırlar olarak ortaya konuyor.
Gelelim, miracın aktüel değerine: Miraç, yücelmeyi ifade eder. Miracın tam karşı kutbunda "dünyevileşme" yer alır.
Dünyevileşmek; "edna olana/en alçak olana" çakılıp kalmaktır.
Dünyevileşme, "değerle" değil, "fiyatla" ilgilenenlerin derdidir. Onlar kendi sahte miraçlarının adını "ilerleme" koydular. Ruhlarını sattılar, cesetlerine yedirdiler. Neticede, bir avuç dünyevileşmişin ilerleme miti, insanlığa çok pahalıya patladı, azgın bir azınlık dışında kalan bütün insanlığı mutsuzluğa boğdu. Dünyanın geldiği nokta bunun göstergesidir.
Onları ilerleme mitleriyle baş başa bırakıp, biz miracımıza sahip çıkalım.!
- Bunu nasıl mı yapalım?
- Salatı ikame ederek, namazı/duayı/desteği ayaklandırarak, Allah'a karşı esas duruşumuzu/klas duruşumuzu bozmayarak. Yapacağız.
Miraç kandiliniz mübarek her şey gönlünüzce olsun.
Kaynak; Mustafa İslamoğlu.
2 Temmuz 2010 Cuma
"TASAVVUR” NEDİR?
İstedim bugün biraz tasavvurdan bahsetmek,
Kimisi düşünce der, kimisi hayal etmek.
Zihinde canlandırmak aklın bir özelliği,
Akıl ise sadece insanın yeteneği.
İnsanın hayatı algılama biçimidir,
Yaşamı ise bildiği ile şekillenir.
İlk anda insanın mizacı devreye girer,
Tüm bildiklerini kendine göre istifler.
Bir kavram veya kelime öğrenildiğinde,
Mizacı yerleştirir zihindeki yerine.
Artık tek doğruları odur veya yanlışlar,
Onlarla bakar her şeye, onlarla yargılar.
Doğru anlamlar bir fiil öğretilmemişse,
Ön yargıyla hep yanlış anlar doğru yerine.
Değiştiremez artık kolay kolay bu kaydı,
Buna göre oluşur artık bakış açısı.
Davranış ve fiillerinin ana kaynağıdır,
Tasavvura istikamet veren bu algıdır.
Anlamada oluşacak en küçük bir açı,
Ayıramaz olur artık doğru ve yanlışı.
İşte vahiy, tam bu noktada devreye girer,
Çünkü insanın tasavvuruna hitap eder.
Hatalı bir tasavvur mahvederken insanı,
Kılavuzu vahiyse kazandırır imanı.
Küçüklükte şekillenir doğru ve yanlışlar,
Yaş iken eğilirmiş bilirsiniz ağaçlar.
Büyüdüğün de insan artık doğru aramaz,
Bildiğini zanneder burnundan kıl aldırmaz.
Fidana meyve verdiren, yapılan aşıdır,
İnsanın aşısı ise vahiy aşısıdır.
Sözüm şimdilik bu kadarla nihayet bulsun,
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
Kimisi düşünce der, kimisi hayal etmek.
Zihinde canlandırmak aklın bir özelliği,
Akıl ise sadece insanın yeteneği.
İnsanın hayatı algılama biçimidir,
Yaşamı ise bildiği ile şekillenir.
İlk anda insanın mizacı devreye girer,
Tüm bildiklerini kendine göre istifler.
Bir kavram veya kelime öğrenildiğinde,
Mizacı yerleştirir zihindeki yerine.
Artık tek doğruları odur veya yanlışlar,
Onlarla bakar her şeye, onlarla yargılar.
Doğru anlamlar bir fiil öğretilmemişse,
Ön yargıyla hep yanlış anlar doğru yerine.
Değiştiremez artık kolay kolay bu kaydı,
Buna göre oluşur artık bakış açısı.
Davranış ve fiillerinin ana kaynağıdır,
Tasavvura istikamet veren bu algıdır.
Anlamada oluşacak en küçük bir açı,
Ayıramaz olur artık doğru ve yanlışı.
İşte vahiy, tam bu noktada devreye girer,
Çünkü insanın tasavvuruna hitap eder.
Hatalı bir tasavvur mahvederken insanı,
Kılavuzu vahiyse kazandırır imanı.
Küçüklükte şekillenir doğru ve yanlışlar,
Yaş iken eğilirmiş bilirsiniz ağaçlar.
Büyüdüğün de insan artık doğru aramaz,
Bildiğini zanneder burnundan kıl aldırmaz.
Fidana meyve verdiren, yapılan aşıdır,
İnsanın aşısı ise vahiy aşısıdır.
Sözüm şimdilik bu kadarla nihayet bulsun,
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
ekabir
28 Haziran 2010 Pazartesi
BİR HİKÂYE; ÇOLAK HOCA
Eskiden Karadeniz tarafında bir memlekette bir kimsenin bir çocuğu doğmuş, lâkin çocuk Allah’ın hikmeti çolak, iki elinde ve iki ayağında parmakları yokmuş, yalnız bir tarafında bir parmak varmış. Çocuğun babasına bunu söyledikleri vakitte, babası ebeye;
- Hemen o çocuğun ağzına bir şey tık, nefesi kesilsin..! Demiş.
Orada hâzır olan bir kimse demiş ki;
- Bu işi kolay mı zannettin? Bu sana Cenâb-ı Hak’tan bir ihtardır, yolun yanlıştır. Bu namazı bir kılarsın beş bırakırsın veya hiç kılmazsın, Allah yolunu gözetmezsin seni uyandırmak için bir tembihtir, bu çocuğu sen öldürmeye kalkma! hem evlât kâtili olursun (Hafazanallah) Ya bu çocuk büyüdüğünde âlim kişi olursa?, Ona dokunma..!
Onun üzerine adam bırakmış. Hakîkatten o çocuk büyümüş okumuş ve âlim bir kimse olmuş. Allah rızâsı için olduğu memlekette vaaz ü nasihat edermiş. Ona âlim Çolak hoca derlermiş. Tek parmacığıyla değneğini tutar, câmilere gider gelir nasihat edermiş, yine bir hutbesinde;
- Ey cemaat, cumaya vâlide, kaymakamda, generalde gelecektir! eğer gelmezse isimleri İslâm defterinden silinecek kâfir defterine yazılacaktır. Diye hutbe vermiş.
Kaymakam onun haberini alınca;
- O hoca bana gelsin! Diye ona haber göndermiş.
Bir defâ haber etmiş gelmemiş. Bir haber daha göndermiş, gene gelmemiş. Üçüncü defâda çağırıldığında oraya gitmiş. Gittiğinde ise kaymakam ona serzenişte bulunmuş, azar etmiş;
- Bir defâ seni çağırdım gelmedin, üçüncü defâda geldin!
- Lâkin ey kaymakam, sen benden çok daha kabahatlisin, ben seni ezan okuyarak beş defâ çağırıyorum hiç gelmiyorsun. Ben hiç olmazsa üçüncü defâda geldim. Sabah çağırdım gelmedin, öğlen çağırdım gelmedin, ikindi çağırdım gelmedin, akşam çağırdım, yatsı çağırdım gelmedin ben nihâyet bir mahlûkum sende mahlûksun, ve sen bana diyorsun ki kabahatlisin. Ya sen? Allah’ın huzurunda sen nesin kaymakam bey?
Kaymakam ise, iki gün sonra camiye cemaate başlamış.Yâni secdeyi bıraktıktan sonra insanın işi zordur.
Not; Ş. Nazım Kıbrısi Hz.leri sohbetlerinden
- Hemen o çocuğun ağzına bir şey tık, nefesi kesilsin..! Demiş.
Orada hâzır olan bir kimse demiş ki;
- Bu işi kolay mı zannettin? Bu sana Cenâb-ı Hak’tan bir ihtardır, yolun yanlıştır. Bu namazı bir kılarsın beş bırakırsın veya hiç kılmazsın, Allah yolunu gözetmezsin seni uyandırmak için bir tembihtir, bu çocuğu sen öldürmeye kalkma! hem evlât kâtili olursun (Hafazanallah) Ya bu çocuk büyüdüğünde âlim kişi olursa?, Ona dokunma..!
Onun üzerine adam bırakmış. Hakîkatten o çocuk büyümüş okumuş ve âlim bir kimse olmuş. Allah rızâsı için olduğu memlekette vaaz ü nasihat edermiş. Ona âlim Çolak hoca derlermiş. Tek parmacığıyla değneğini tutar, câmilere gider gelir nasihat edermiş, yine bir hutbesinde;
- Ey cemaat, cumaya vâlide, kaymakamda, generalde gelecektir! eğer gelmezse isimleri İslâm defterinden silinecek kâfir defterine yazılacaktır. Diye hutbe vermiş.
Kaymakam onun haberini alınca;
- O hoca bana gelsin! Diye ona haber göndermiş.
Bir defâ haber etmiş gelmemiş. Bir haber daha göndermiş, gene gelmemiş. Üçüncü defâda çağırıldığında oraya gitmiş. Gittiğinde ise kaymakam ona serzenişte bulunmuş, azar etmiş;
- Bir defâ seni çağırdım gelmedin, üçüncü defâda geldin!
- Lâkin ey kaymakam, sen benden çok daha kabahatlisin, ben seni ezan okuyarak beş defâ çağırıyorum hiç gelmiyorsun. Ben hiç olmazsa üçüncü defâda geldim. Sabah çağırdım gelmedin, öğlen çağırdım gelmedin, ikindi çağırdım gelmedin, akşam çağırdım, yatsı çağırdım gelmedin ben nihâyet bir mahlûkum sende mahlûksun, ve sen bana diyorsun ki kabahatlisin. Ya sen? Allah’ın huzurunda sen nesin kaymakam bey?
Kaymakam ise, iki gün sonra camiye cemaate başlamış.Yâni secdeyi bıraktıktan sonra insanın işi zordur.
Not; Ş. Nazım Kıbrısi Hz.leri sohbetlerinden
18 Haziran 2010 Cuma
BİR ANI.
Hz. Ömer anlatıyor;
"Müslüman olmadan önceydi. Bir gün çıktım Kâbeye vardım. Oraya gittiğimde orada kimse yoktu ama orada Allah Resulü Hakka suresini okuyordu. Bu sureden o kadar etkilenmiştim ki o surenin iç sesi beni bürüdü, O kadar beğenmiştim ki bu bir şair olmalı dedim. Hemen arkasından şu ayeti okudu;
"O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz." (Hakka/41)
Ben bu sözü içimden söylemiştim. Ama cevabını dışardan aldım. Bunu duyunca o zaman bu bir kahindir dedim. Hemen anında cevabı gelmesin mi?
"Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!" (Hakka/42)
Artık bana inanmaktan başka bir çözüm yolu kalmamıştı."
Kandiliniz ve cumanız mübarek olsun.
Ahmed Bin Hambel’in den.
"Müslüman olmadan önceydi. Bir gün çıktım Kâbeye vardım. Oraya gittiğimde orada kimse yoktu ama orada Allah Resulü Hakka suresini okuyordu. Bu sureden o kadar etkilenmiştim ki o surenin iç sesi beni bürüdü, O kadar beğenmiştim ki bu bir şair olmalı dedim. Hemen arkasından şu ayeti okudu;
"O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz." (Hakka/41)
Ben bu sözü içimden söylemiştim. Ama cevabını dışardan aldım. Bunu duyunca o zaman bu bir kahindir dedim. Hemen anında cevabı gelmesin mi?
"Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!" (Hakka/42)
Artık bana inanmaktan başka bir çözüm yolu kalmamıştı."
Kandiliniz ve cumanız mübarek olsun.
Ahmed Bin Hambel’in den.
15 Haziran 2010 Salı
BİR HİKAYE
Evliyânın büyüklerinden Beşiktaşlı Yahya Efendi Hz.leri Hızır a.s. ile görüşür ve onunla sohbet ederdi. Bu hâli bilen devrin padişahı Kanunî Sultan Süleyman Han bir gün,
- Ey benim can kardeşim, mürşidim; Hızır a.s. ile beni de görüştürür müsün?
Yahya Efendi ses çıkarmadı, uzun müddet sustu sonra
- İnşallah..! diye mırıldandı..
Yine bir gün Yahya Efendi, Hızır a.s. ile sohbet ederlerken Kanunî’ de aynı saatte kayıkla boğazda gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince kıyıya adam göndererek Yahya Efendiyi davet etti. O da yanına Hızır a.s.’ı alarak beraberce Kanunî’nin davetine gittiler. Padişah Yahya Efendiyi hürmetle karşıladı Hızır a.s.’ı da onun müritlerinden biri sandı. Kim olduğunu sormadığı için Yahya Efendide Hızır a.s.’ı tanıtmadı.
Kanunî’nin parmağında çok kıymetli bir yüzük vardı, Hızır a.s. hep o yüzüğe bakıyordu, padişah ise hep Yahya Efendi ile sohbet ediyordu, Hızır a.s. ile ilgilenmiyordu hatta onun yüzüğüne dikkatle bakmasından rahatsız bile oldu. Hızır a.s. bir ara padişaha;
- Ey padişahım kerem edip bu yüzüğü verir misiniz?
Padişah yüzüğü parmağından çıkarıp uzattı.
- Buyurun daha yakından inceleyin, dedi ve ekledi “iyi muhafaza edin.”!
Hızır a.s., Kanunî’nin paha biçilmez yüzüğünü eline aldı ve denize attı. Padişah ve diğer devlet adamları şaşırıp kaldılar. Hünkâr kızdı ve öfkelendi ama Yahya Efendiden dolayı sesini çıkarmadı. Kuruçeşme önlerine gelmişlerdi kayık sahile yanaşırken Hızır a.s. elini suya daldırdı, biraz su alıp sultana uzattı. Avucunda orta köy önlerinde denize atmış olduğu yüzük vardı. Herkes hayretler içindeydi. Padişah ne diyeceğini bilmiyordu.
- Buyurun yüzüğünüzü alın içinizden bana çok öfkelenmiştiniz.
Hızır a.s. Yahya Efendi ile vedalaştı ve onlardan ayrıldı. Kanunî Yahya Efendiye döndü.
- Ağabey neler oluyor?
- Sen hep demiyor muydun beni Hızır a.s. ile görüştür diye, işte o gördüğün ta kendisiydi.
- Niye tanıştırmadınız?
- O kendini tanıttı ama siz oralı olmadınız ve tanımakta geç kaldınız.
- Ey benim can kardeşim, mürşidim; Hızır a.s. ile beni de görüştürür müsün?
Yahya Efendi ses çıkarmadı, uzun müddet sustu sonra
- İnşallah..! diye mırıldandı..
Yine bir gün Yahya Efendi, Hızır a.s. ile sohbet ederlerken Kanunî’ de aynı saatte kayıkla boğazda gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizasına gelince kıyıya adam göndererek Yahya Efendiyi davet etti. O da yanına Hızır a.s.’ı alarak beraberce Kanunî’nin davetine gittiler. Padişah Yahya Efendiyi hürmetle karşıladı Hızır a.s.’ı da onun müritlerinden biri sandı. Kim olduğunu sormadığı için Yahya Efendide Hızır a.s.’ı tanıtmadı.
Kanunî’nin parmağında çok kıymetli bir yüzük vardı, Hızır a.s. hep o yüzüğe bakıyordu, padişah ise hep Yahya Efendi ile sohbet ediyordu, Hızır a.s. ile ilgilenmiyordu hatta onun yüzüğüne dikkatle bakmasından rahatsız bile oldu. Hızır a.s. bir ara padişaha;
- Ey padişahım kerem edip bu yüzüğü verir misiniz?
Padişah yüzüğü parmağından çıkarıp uzattı.
- Buyurun daha yakından inceleyin, dedi ve ekledi “iyi muhafaza edin.”!
Hızır a.s., Kanunî’nin paha biçilmez yüzüğünü eline aldı ve denize attı. Padişah ve diğer devlet adamları şaşırıp kaldılar. Hünkâr kızdı ve öfkelendi ama Yahya Efendiden dolayı sesini çıkarmadı. Kuruçeşme önlerine gelmişlerdi kayık sahile yanaşırken Hızır a.s. elini suya daldırdı, biraz su alıp sultana uzattı. Avucunda orta köy önlerinde denize atmış olduğu yüzük vardı. Herkes hayretler içindeydi. Padişah ne diyeceğini bilmiyordu.
- Buyurun yüzüğünüzü alın içinizden bana çok öfkelenmiştiniz.
Hızır a.s. Yahya Efendi ile vedalaştı ve onlardan ayrıldı. Kanunî Yahya Efendiye döndü.
- Ağabey neler oluyor?
- Sen hep demiyor muydun beni Hızır a.s. ile görüştür diye, işte o gördüğün ta kendisiydi.
- Niye tanıştırmadınız?
- O kendini tanıttı ama siz oralı olmadınız ve tanımakta geç kaldınız.
9 Haziran 2010 Çarşamba
BİR HİKAYE
Fatih Sultan Mehmet Han her fırsatta fakir ve yoksullara yardımda bulunurdu. Dervişlerin ve muhtaç kişilerin gönlünü almayı görev bilirdi, fakat padişahın bu tavrını bilen nice açıkgöz onun bu özelliğinden yararlanma yoluna giderdi.
Bir gün avlanmak için İstanbul dışına çıktığında karşısına üstü başı perişan kıvrak zekâlı bir dilenci çıkıp yardım istedi. Fatih’te onu bir altınla savuşturmak istediyse de bu defa sert bir kayaya çarptı. Zira bir altını beğenmeyip yüzünü buruşturan dilenci,
- Sultanım bu ne biçin kardeşlik? İnsan kardeşine sadece bir altını mı lâyık görür?
- Nerden kardeş oluyoruz? Diye şaka yollu dilenciye takıldı.
- Hünkârım ikimizde Adem peygamberin soyundan gelmiyor muyuz? Dedi
Fatih Sultan Mehmet han zekâsı ince zekası ile dilenciye;
- Aldığın bir altını sakın az görme, çünkü o kadar çok kardeşin var ki eğer onlar duyarlarsa senin hissene bir altında düşmez. Dedi.
Lâkin dilencinin zekâsı da hoşuna gittiği için,
- Hadi bakalım al şu bir kese altını da diğer kardeşlerine görünme!
Bir gün avlanmak için İstanbul dışına çıktığında karşısına üstü başı perişan kıvrak zekâlı bir dilenci çıkıp yardım istedi. Fatih’te onu bir altınla savuşturmak istediyse de bu defa sert bir kayaya çarptı. Zira bir altını beğenmeyip yüzünü buruşturan dilenci,
- Sultanım bu ne biçin kardeşlik? İnsan kardeşine sadece bir altını mı lâyık görür?
- Nerden kardeş oluyoruz? Diye şaka yollu dilenciye takıldı.
- Hünkârım ikimizde Adem peygamberin soyundan gelmiyor muyuz? Dedi
Fatih Sultan Mehmet han zekâsı ince zekası ile dilenciye;
- Aldığın bir altını sakın az görme, çünkü o kadar çok kardeşin var ki eğer onlar duyarlarsa senin hissene bir altında düşmez. Dedi.
Lâkin dilencinin zekâsı da hoşuna gittiği için,
- Hadi bakalım al şu bir kese altını da diğer kardeşlerine görünme!
7 Haziran 2010 Pazartesi
BİR HİKÂYE
Bir defasında Hz. peygamberimiz arkadaşlarıyla sohbet ediyordu. Yanlarına Ebucehil geldi, Hz. Muhammedin yüzüne bakarak kendi yüzünü ekşitti ve;
- Ne pis bir yüz, ne kötü bir surat..! dedi. Hz. Muhammed (s.a.v.),
- Ebucehil doğru söyledi . diye tasdik etti, ardından Hz. Ebû Bekir geldi, o da baktı ve,
- Ne güzel bir yüz, ayın on dördü gibi parlıyor dedi,
Hz. Muhammed (s.a.v.)
- Ebu Bekir’de doğru söyledi buyurdu.
Şaşıran sahabeler sordular;
- Ya Resulallah, her ikisi de birbirine zıt şeyler söylediler siz ikisini de doğruladınız..! deyince şöyle buyurdular,
- Ben Allahın cilâsıyla cilâlanmış bir aynasıyım. Bana bakan kendini görür. Ebucehil baktı kendi kötü yüzünü gördü ve onu tarif etti. Ebu Bekir de baktı ve kendi gül yüzünü gördü o da onu tarif etti. Diye cevap verdi.
- Ne pis bir yüz, ne kötü bir surat..! dedi. Hz. Muhammed (s.a.v.),
- Ebucehil doğru söyledi . diye tasdik etti, ardından Hz. Ebû Bekir geldi, o da baktı ve,
- Ne güzel bir yüz, ayın on dördü gibi parlıyor dedi,
Hz. Muhammed (s.a.v.)
- Ebu Bekir’de doğru söyledi buyurdu.
Şaşıran sahabeler sordular;
- Ya Resulallah, her ikisi de birbirine zıt şeyler söylediler siz ikisini de doğruladınız..! deyince şöyle buyurdular,
- Ben Allahın cilâsıyla cilâlanmış bir aynasıyım. Bana bakan kendini görür. Ebucehil baktı kendi kötü yüzünü gördü ve onu tarif etti. Ebu Bekir de baktı ve kendi gül yüzünü gördü o da onu tarif etti. Diye cevap verdi.
28 Mayıs 2010 Cuma
KAÇ DÜNYALIYIZ..?
- Hiç düşündünüz mü kararlarımızı yönlendiren, etkileyen kaç dünyamız var?
Ciddi ciddi soruyorum.
- Bizler kaç dünyalıyız?
Yaşadığımız bu dünyanın şartlarına göre mi hareket ediyoruz? Yoksa içimizde bir ahiret dünyasının kabulü var da onu dikkate alarak mı hareket ediyoruz.
İnsan tek dünyalı ise, yani sadece bu dünya var başka dünya yok felsefesine göre hareket ediyorsa iki yüzü vardır. Çünkü Tek dünyası olan en küçük bir kaybında her şeyini kaybedeceğini sanır. Herkesin kendi çıkarını düşündüğünü bildiği içinde duruma göre yüz takınır. Muhatabı sevmediği hoşlanmadığı hatta hiç hazzetmediği biri bile olsa, çıkarı onda ise güler yüz pohpohlamak, iltifat ederek yaklaşır. İşte bu iki yüzlülüktür. Sadece Tek dünyası olanlar içindir.
Bir de iki dünyası olanlar vardır. Yaşadığı bu dünyanın kısa süreli bir dönem olduğunu, asıl yaşayacağı alemin, ahiret alemi olduğunu kabul edenlerdir. Bu tür insanların da iki dünyaları vardır. Fakat tek yüzleri vardır. Çünkü bu dünyadaki kayıplarını değil ebedi dünyasının kayıplarını ön plana alır. Böyle olunca da muhatabına iki yüzlü davranamaz.
İki dünyası olan ümitlidir. Bu dünyadaki kayıpları onu pek fazla etkilemez. Tek dünyası olan ise bir zorluk veya bir kayıpla karşılaştığında ümitsizliğe kapılır. her şeyini kaybedeceğini sanır.
İki dünyalı olan Allah ile ilişkisini sağlam kurmaya çalışır. Kendisi ile, çevresi ile, muhatabı ile, işi ile olan ilişkileri hep onun ilkelerini gözetir. Tek dünyalı kişi ise Allah ile olan ilişkisini önemsemez, kesmeye kalkar. Aklı sıra Allah’a ulaşılamaz, O anlaşılamaz diyerek kendisini kandırır. Kendisine şah damarından bile daha yakın olduğunu dikkate almaz.
İki dünyası olan, her iki dünyasında da ilahi yasaların hüküm sürdüğünü, Allah’ın uzaklarda değil yaşamın bizzat içinde, her an aktif olduğunu bilir, ona göre davranmaya çalışır. Tek dünyalı biri ise Allah’ı kabul ediyor olsa da O’nun uzaklarda, ilgisiz, pasif, Yarattıktan sonra artık ilgilenmeyen biri gibi düşünür. Zaten o yüzden yaşamında kendisine başka ilahlar edinme yoluna girer. Çünkü üstün bir güce inanmak, tabi olmak insanın fıtratında vardır.
İki dünyalı olan muhatabını da aynı konumda gördüğü için elinden geldiğince onun işini kolaylaştırmaya çalışır. Ona kazandıracağı her şeyin kendisine de sevap olarak döneceğini bilir. Tek dünyası olan ise kendisi kaybetmemek için başkasının kazanmasını istemez. Bu nedenle de elinden geldiğince her şeyi zorlaştırmaya çalışır.
Evet. Bu tip özellikleri çoğaltmak mümkün. Şimdi başımızı iki elimizin arasına alıp sakin kafa ile bir düşünelim. Gerçekten iki dünyalı TEK yüzlü birimiyiz, yoksa tek dünyalı İKİ yüzlü birimiyiz. Bu soruya vereceğimiz cevabınızı başkasına değil, kalbinize vermelisiniz. Bu tür soruların cevap anahtarı oradadır çünkü.
Allah hepimizi İKİ DÜNYALI, TEK YÜZLÜ yarattığı kullarından eylesin inşallah.
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
Ciddi ciddi soruyorum.
- Bizler kaç dünyalıyız?
Yaşadığımız bu dünyanın şartlarına göre mi hareket ediyoruz? Yoksa içimizde bir ahiret dünyasının kabulü var da onu dikkate alarak mı hareket ediyoruz.
İnsan tek dünyalı ise, yani sadece bu dünya var başka dünya yok felsefesine göre hareket ediyorsa iki yüzü vardır. Çünkü Tek dünyası olan en küçük bir kaybında her şeyini kaybedeceğini sanır. Herkesin kendi çıkarını düşündüğünü bildiği içinde duruma göre yüz takınır. Muhatabı sevmediği hoşlanmadığı hatta hiç hazzetmediği biri bile olsa, çıkarı onda ise güler yüz pohpohlamak, iltifat ederek yaklaşır. İşte bu iki yüzlülüktür. Sadece Tek dünyası olanlar içindir.
Bir de iki dünyası olanlar vardır. Yaşadığı bu dünyanın kısa süreli bir dönem olduğunu, asıl yaşayacağı alemin, ahiret alemi olduğunu kabul edenlerdir. Bu tür insanların da iki dünyaları vardır. Fakat tek yüzleri vardır. Çünkü bu dünyadaki kayıplarını değil ebedi dünyasının kayıplarını ön plana alır. Böyle olunca da muhatabına iki yüzlü davranamaz.
İki dünyası olan ümitlidir. Bu dünyadaki kayıpları onu pek fazla etkilemez. Tek dünyası olan ise bir zorluk veya bir kayıpla karşılaştığında ümitsizliğe kapılır. her şeyini kaybedeceğini sanır.
İki dünyalı olan Allah ile ilişkisini sağlam kurmaya çalışır. Kendisi ile, çevresi ile, muhatabı ile, işi ile olan ilişkileri hep onun ilkelerini gözetir. Tek dünyalı kişi ise Allah ile olan ilişkisini önemsemez, kesmeye kalkar. Aklı sıra Allah’a ulaşılamaz, O anlaşılamaz diyerek kendisini kandırır. Kendisine şah damarından bile daha yakın olduğunu dikkate almaz.
İki dünyası olan, her iki dünyasında da ilahi yasaların hüküm sürdüğünü, Allah’ın uzaklarda değil yaşamın bizzat içinde, her an aktif olduğunu bilir, ona göre davranmaya çalışır. Tek dünyalı biri ise Allah’ı kabul ediyor olsa da O’nun uzaklarda, ilgisiz, pasif, Yarattıktan sonra artık ilgilenmeyen biri gibi düşünür. Zaten o yüzden yaşamında kendisine başka ilahlar edinme yoluna girer. Çünkü üstün bir güce inanmak, tabi olmak insanın fıtratında vardır.
İki dünyalı olan muhatabını da aynı konumda gördüğü için elinden geldiğince onun işini kolaylaştırmaya çalışır. Ona kazandıracağı her şeyin kendisine de sevap olarak döneceğini bilir. Tek dünyası olan ise kendisi kaybetmemek için başkasının kazanmasını istemez. Bu nedenle de elinden geldiğince her şeyi zorlaştırmaya çalışır.
Evet. Bu tip özellikleri çoğaltmak mümkün. Şimdi başımızı iki elimizin arasına alıp sakin kafa ile bir düşünelim. Gerçekten iki dünyalı TEK yüzlü birimiyiz, yoksa tek dünyalı İKİ yüzlü birimiyiz. Bu soruya vereceğimiz cevabınızı başkasına değil, kalbinize vermelisiniz. Bu tür soruların cevap anahtarı oradadır çünkü.
Allah hepimizi İKİ DÜNYALI, TEK YÜZLÜ yarattığı kullarından eylesin inşallah.
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
14 Mayıs 2010 Cuma
ALLAH NASIL RAZI OLUR?
Bir iyilik gördüğümüzde, yardım aldığımızda genel olarak çok sık kullandığımız teşekkür etmek anlamında kullandığımız bir cümle vardır;
“Allah razı olsun.” Deriz.
Yine bir yakınımıza, dostumuza İbadetlerin amacını anlatırken de kullandığımız nasihat cümlesi;
“İbadetlerinde Allah’ın rızasını amaç edin.” Deriz.
Aynı şekilde bir iyilik yaparken;
“Allah’ın rızasını gözet.” Tavsiyesinde bulunuruz.
Peki Allah insandan nasıl razı olur? Hiç düşündünüz mü?
Şimdi;
“Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat etmektir.” Dediğinizi duyar gibiyim. Tabii haklı olabilirsiniz. Doğru da.
Ben bu açıdan bakmıyorum. Diyorum ki;
“Allah zaten insandan razıdır. Öyle olmasaydı bu kadar zahmete girip mükemmel şekilde yaratıp, ona bu kainatı, sayılamayacak kadar nimetini, Hatta onun için cenneti yaratmazdı. Aman yanlış yapmasın diye kitap ve peygamber göndermez, üzerine titremezdi.” Diyorum.
Bu görüşün yanlış olduğunu kimse iddia edemez değil mi?
O zaman anlaşılıyor ki razı olması gereken Allah’tan ziyade insandır. İnsan Allah’tan razı olduğu takdirde O’na güvenecek, teslim olacak, dikkat ve özenle Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenip kulluğunu yerine getirmeye gayret edecektir. Bu da Kul olarak insanın Allah’tan razı olması demektir değil mi?
İnsanı ve onun her istediğini de yaratan, (ki emir ve yasaklarına karşı çıkış olsa bile,) yerine getiren de o değil mi? (1)
İnsan istemese bile o kadar nimeti, iyiliği veren O,(2)
Hata yapsa bile bir çoğunu rahmeti ile görmezden gelen O, (3)
Her şeyin kolayını gösteren, ağır yük yüklemeyen O, (4)
Ancak hatasında ısrar ederse;
“Ah be kulum bu senin için musibet, beladır ısrar etme tevbe et.”
Diye bekleyen, sonunda da;
“Madem istiyorsun sen bilirsin.” Diye istemese de yaratan O değil mi?
Yapacağı hiçbir iyilik ve kötülüğü unutmadığını. Hesabında her ne varsa ahirette mükafat ve ceza karşılığını vereceğini bildiren de O (5)
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün bakalım. Gerçekten;
“RAZI OLMASI GEREKEN.” kim?
Bana sorarsanız Allah zaten kulundan razı. Asıl razı olması, inanıp güvenmesi gereken insandır. İnsan Allah’tan razı olup kulluğunu titiz bir şekilde yerine getirdiğinde ahirette kendisinden razı olmuş bir Allah bulacaktır. Çünkü zaten istediği de o.
Sonuç olarak lafın gelişi, dil alışkanlığı şeklinde kullandığımız “Allah senden razı olsun.” cümlesini hem kendimize hem muhatabımıza;
“İnşallah önce biz Allah’tan razı olalım.” Tavsiye ve nasihatin de bulunalım.
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
Not; (1)- Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? (Rahman/13)
(2)- Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır. (Saffat 96)
(3)- Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak da Allah yeter. (Nisa/79)
(4) - Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. (bakara/286)
(5)- Zerre kadar iyilik yapan, onun mükafatını görecek, zerre kadar kötülük yapan da onun cezasını görecektir.) (Zilzal 7,8)
“Allah razı olsun.” Deriz.
Yine bir yakınımıza, dostumuza İbadetlerin amacını anlatırken de kullandığımız nasihat cümlesi;
“İbadetlerinde Allah’ın rızasını amaç edin.” Deriz.
Aynı şekilde bir iyilik yaparken;
“Allah’ın rızasını gözet.” Tavsiyesinde bulunuruz.
Peki Allah insandan nasıl razı olur? Hiç düşündünüz mü?
Şimdi;
“Allah’ın emir ve yasaklarına dikkat etmektir.” Dediğinizi duyar gibiyim. Tabii haklı olabilirsiniz. Doğru da.
Ben bu açıdan bakmıyorum. Diyorum ki;
“Allah zaten insandan razıdır. Öyle olmasaydı bu kadar zahmete girip mükemmel şekilde yaratıp, ona bu kainatı, sayılamayacak kadar nimetini, Hatta onun için cenneti yaratmazdı. Aman yanlış yapmasın diye kitap ve peygamber göndermez, üzerine titremezdi.” Diyorum.
Bu görüşün yanlış olduğunu kimse iddia edemez değil mi?
O zaman anlaşılıyor ki razı olması gereken Allah’tan ziyade insandır. İnsan Allah’tan razı olduğu takdirde O’na güvenecek, teslim olacak, dikkat ve özenle Allah’ın emir ve yasaklarını öğrenip kulluğunu yerine getirmeye gayret edecektir. Bu da Kul olarak insanın Allah’tan razı olması demektir değil mi?
İnsanı ve onun her istediğini de yaratan, (ki emir ve yasaklarına karşı çıkış olsa bile,) yerine getiren de o değil mi? (1)
İnsan istemese bile o kadar nimeti, iyiliği veren O,(2)
Hata yapsa bile bir çoğunu rahmeti ile görmezden gelen O, (3)
Her şeyin kolayını gösteren, ağır yük yüklemeyen O, (4)
Ancak hatasında ısrar ederse;
“Ah be kulum bu senin için musibet, beladır ısrar etme tevbe et.”
Diye bekleyen, sonunda da;
“Madem istiyorsun sen bilirsin.” Diye istemese de yaratan O değil mi?
Yapacağı hiçbir iyilik ve kötülüğü unutmadığını. Hesabında her ne varsa ahirette mükafat ve ceza karşılığını vereceğini bildiren de O (5)
Şimdi elinizi vicdanınıza koyup düşünün bakalım. Gerçekten;
“RAZI OLMASI GEREKEN.” kim?
Bana sorarsanız Allah zaten kulundan razı. Asıl razı olması, inanıp güvenmesi gereken insandır. İnsan Allah’tan razı olup kulluğunu titiz bir şekilde yerine getirdiğinde ahirette kendisinden razı olmuş bir Allah bulacaktır. Çünkü zaten istediği de o.
Sonuç olarak lafın gelişi, dil alışkanlığı şeklinde kullandığımız “Allah senden razı olsun.” cümlesini hem kendimize hem muhatabımıza;
“İnşallah önce biz Allah’tan razı olalım.” Tavsiye ve nasihatin de bulunalım.
Cumanız mübarek, her şey gönlünüzce olsun.
Not; (1)- Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz? (Rahman/13)
(2)- Sizi de, işlerinizi de yaratan Allah’tır. (Saffat 96)
(3)- Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir. Ey Muhammed! Biz seni bütün insanlara bir elçi olarak gönderdik. Buna şahit olarak da Allah yeter. (Nisa/79)
(4) - Allah hiç kimseye gücünün yeteceğinden başka yük yüklemez. (bakara/286)
(5)- Zerre kadar iyilik yapan, onun mükafatını görecek, zerre kadar kötülük yapan da onun cezasını görecektir.) (Zilzal 7,8)
7 Mayıs 2010 Cuma
KURAN’I ANLAMAK, KURAN’I YAŞAMAK
Kuran’ı anlamak, Kuran’ı yaşamak her müminin idealindeki hayat tarzıdır. Öyle olmalıdır. Yoksa zamanımızda ki gibi mezarlıklarda, mevlitler de, Ramazan mukabelelerinde okumayı kastetmiyorum. Veya siteler arasında hatim okunacak, cüz almak isteyenler bildirsin şeklinde Kuran okunmasını kastetmiyorum. Kuran’ı bir fiil hayatın merkezine koyup her düşünceyi, fikri, Kuranın ışığı ile oluşturup o şekilde yaşamaktan bahsediyorum.
İnancı zayıf olanlar veya hiç inanmayanlar kuranı, eskilerin hikayeleri, zamanı geride kaldı gibi görüşler Kuranı anlamadıklarının delilidir. Kuran hem dünya hem ahiret yaşamının kullanma kılavuzudur. Bu özelliğini Allah Resulü cennette yürümek olarak belirtiyor. Bu nasıl oluyor diye sorulduğunda ;
“Ahirette rabbinin huzuruna giden kula denilecek ki; Yani cennete giren kula, Kuran’ı dünya da okuduğun gibi oku, son durağın son okuduğun ayetin yanındadır. İşte bu cennette yürümektir.” Şeklinde açıklıyor. (Tirmizi)
Bu açıklamadan çıkan sonuç dünyada kuran okuduğumuzda her yaşadığımız nokta Cennet aleminden de bir karşılığı olacak sanki bir durak, bir istasyon gibi varılacak nokta olduğu anlaşılıyor.
Kuran’ı günlük yaşamın bizzat içine koyacak kadar Kuran aşığı insanların da olduğunu değerli kitaplardan özenerek okuyoruz. Bunlardan biri belki çoğumuzun duyduğu bir menkıbe. Kuran la yaşayan kadın.
Abdullah ibn-i Mübarek anlatıyor;
Bir gün hacca gidiyordum, Irak; Suriye topraklarından geçerkenyalnız bir kadına rastladım. Selam verdim, Selamımı söz olarak;
- “Onlara) Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.” (Ya-sin:58) ayetiyle aldı.
- Buralarda ne yapıyorsun? Diye sordum.
- "Allah kimi yoldan çıkarmışsa, ona yol bulduracak yoktur" (A'raf/186) ayetini okudu...
Anladım ki, yolunu kaybetmiş. Nereye gittiği soruma ;
- “Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan alıp Mesci-i Aksaya götüren Allah'ı tespih ederim." (İsra:1)
Ayetiyle karşılık verdi.
Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor.
- Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin? dedim.
- “Allah: Sana işaret, sapasağlam olduğun halde üç gün insanlarla konuşamamandır (yani üç gündür) (Meryem:10) Dedi.
Yiyecek verme teklifinde bulundum.
- ”…Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın” (Bakara:187)
Ayetini okudu.
- İyide Ramazan da değiliz. Dedim.
- ”Kim Allah için nafile bir hayır yaparsa, Allah her hayrın karşılığını verendir, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara:158)
Ayetiyle cevap verdi.
- Yolculukta oruç açılabilir, dedim.
- “Ama orucu tutarsanız, bu hakkınızda daha hayırlıdır.” (Bakara:184)
Ayetini okudu.
- Niye benim gibi konuşmadığını sordum.
- “ İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapt eden bir melek hazır bulunmasın”. (Kaf:18) Dedi.
- Kimlerdensin? diye sordum.
- “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar." (İsra:36)
Ayetiyle cevap verdi.
- Hata ettim, hakkını helal et. Dedim,
- “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi bağışlasın” (Yusuf:92) dedi.
- Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.
- "Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.” (Bakara:215) Ayetiyle mukabele etti.
Devemi yanına getirdim, binecekken;
- “(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle.” (Nur:30) Ayetini okudu.
Gözlerimi çevirdim; binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi az yırtıldı.
- ”Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.” (şura:30) Ayetini mırıldandı.
- ”Biz onu(n hükmünü) hemen Süleyman'a bildirmiştik; …” (Enbiya :79)
Ayetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kastetti. Deveye bindi ve;
- “Siz onların sırtına binip üzerlerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak şöyle diyesiniz: "Bunları bizim hizmetimize veren Allah'ı tenzih ve tespih ederiz. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi." (zuhruf:13
- "Gerçekten biz Rabbimize döneceğiz." (Zuhruf:13-14)
Ayetlerini okudu. "Haydi!" diye deveyi hızlandırdım.
- “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, …” (Lokman :19) Mukabelesinde bulundu.
Yürürken şiir okumaya başladım.
- “Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun.” (Müzzemmil:20) Dedi.
- Şiir okumak haram değil ki ! Dedim.
- “… Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.” (Bakara :269) Cevabını verdi.
Bir süre gittik. Sonra evli olup olmadığını sordum.
- ”Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın….” (Maide :101)
Ayetini okudu. Derken kafilesine ulaştık ve
- Kafile içerisinde kimsen var mı? Dedim.
- “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür….” (Kehf:46)
Dedi. Anladım ki, evladı var. İsimlerini sordum.
“…Allah, İbrahim'i dost edinmişti.” !(Nisa:125)
“….Ve Allah Musa ile de konuştu.” (Nisa;164)
"Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl” (Meryem:12) Ayetlerini okudu.
- Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa! Diye kafileye seslendim. Nur yüzlüüç genç
- Buyur!" diye çıkageldi.
- “…. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin." (Kehf:19) Dedi.
Yiyecek gelince bana Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında.
- "Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için denir)." (Hakka:24) Dedi.
Çocuklara,
- Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!" dedim.
- Annemiz, ağzından Cenab-ı Allahın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece Kuranla konuşur.
İbn Mübarek, bu hadiseyi Kuran'da her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatırdı.
Görüldüğü gibi elimizde insanın konuşmasını bile tamamına yeterli gelecek kadar kapsamlı ve mükemmel bir Kur’an’a sahibiz. Onlar kadar olamasak ta en azından namazda okuduğumuz ayetlerin manalarını düşünüp tefekkür ederek, kendi hal ve davranışlarımızın eksiklerini bulmaya çalışsak inşallah o bile yeterli olabilir diye düşünüyorum.
Allah hepimizi Allah’ı tanıyan, kitabımız Kur’anı anlayıp yaşamak için okuyan kullarından eylesin inşallah.
Herkesin Cuması Mübarek olsun. Her şey gönlünüzce olsun.
İnancı zayıf olanlar veya hiç inanmayanlar kuranı, eskilerin hikayeleri, zamanı geride kaldı gibi görüşler Kuranı anlamadıklarının delilidir. Kuran hem dünya hem ahiret yaşamının kullanma kılavuzudur. Bu özelliğini Allah Resulü cennette yürümek olarak belirtiyor. Bu nasıl oluyor diye sorulduğunda ;
“Ahirette rabbinin huzuruna giden kula denilecek ki; Yani cennete giren kula, Kuran’ı dünya da okuduğun gibi oku, son durağın son okuduğun ayetin yanındadır. İşte bu cennette yürümektir.” Şeklinde açıklıyor. (Tirmizi)
Bu açıklamadan çıkan sonuç dünyada kuran okuduğumuzda her yaşadığımız nokta Cennet aleminden de bir karşılığı olacak sanki bir durak, bir istasyon gibi varılacak nokta olduğu anlaşılıyor.
Kuran’ı günlük yaşamın bizzat içine koyacak kadar Kuran aşığı insanların da olduğunu değerli kitaplardan özenerek okuyoruz. Bunlardan biri belki çoğumuzun duyduğu bir menkıbe. Kuran la yaşayan kadın.
Abdullah ibn-i Mübarek anlatıyor;
Bir gün hacca gidiyordum, Irak; Suriye topraklarından geçerkenyalnız bir kadına rastladım. Selam verdim, Selamımı söz olarak;
- “Onlara) Rahîm olan Rab'den "selâm" sözü vardır.” (Ya-sin:58) ayetiyle aldı.
- Buralarda ne yapıyorsun? Diye sordum.
- "Allah kimi yoldan çıkarmışsa, ona yol bulduracak yoktur" (A'raf/186) ayetini okudu...
Anladım ki, yolunu kaybetmiş. Nereye gittiği soruma ;
- “Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan alıp Mesci-i Aksaya götüren Allah'ı tespih ederim." (İsra:1)
Ayetiyle karşılık verdi.
Anladım ki, geçtiğimiz hac mevsiminde haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor.
- Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin? dedim.
- “Allah: Sana işaret, sapasağlam olduğun halde üç gün insanlarla konuşamamandır (yani üç gündür) (Meryem:10) Dedi.
Yiyecek verme teklifinde bulundum.
- ”…Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın” (Bakara:187)
Ayetini okudu.
- İyide Ramazan da değiliz. Dedim.
- ”Kim Allah için nafile bir hayır yaparsa, Allah her hayrın karşılığını verendir, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara:158)
Ayetiyle cevap verdi.
- Yolculukta oruç açılabilir, dedim.
- “Ama orucu tutarsanız, bu hakkınızda daha hayırlıdır.” (Bakara:184)
Ayetini okudu.
- Niye benim gibi konuşmadığını sordum.
- “ İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapt eden bir melek hazır bulunmasın”. (Kaf:18) Dedi.
- Kimlerdensin? diye sordum.
- “Bir de hiç bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz, gönül, bunların her biri yaptıklarından sorumludurlar." (İsra:36)
Ayetiyle cevap verdi.
- Hata ettim, hakkını helal et. Dedim,
- “Bugün size bir ayıplama ve azarlama yoktur. Allah sizi bağışlasın” (Yusuf:92) dedi.
- Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.
- "Hayır olarak daha ne yaparsanız herhalde Allah onu bilir.” (Bakara:215) Ayetiyle mukabele etti.
Devemi yanına getirdim, binecekken;
- “(Resulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle.” (Nur:30) Ayetini okudu.
Gözlerimi çevirdim; binecekken deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi az yırtıldı.
- ”Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.” (şura:30) Ayetini mırıldandı.
- ”Biz onu(n hükmünü) hemen Süleyman'a bildirmiştik; …” (Enbiya :79)
Ayetini okuyarak, devemi yönlendirme konusunda benim daha başarılı olduğumu kastetti. Deveye bindi ve;
- “Siz onların sırtına binip üzerlerine yerleştiğiniz zaman, Rabbinizin nimetini anarak şöyle diyesiniz: "Bunları bizim hizmetimize veren Allah'ı tenzih ve tespih ederiz. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi." (zuhruf:13
- "Gerçekten biz Rabbimize döneceğiz." (Zuhruf:13-14)
Ayetlerini okudu. "Haydi!" diye deveyi hızlandırdım.
- “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt, …” (Lokman :19) Mukabelesinde bulundu.
Yürürken şiir okumaya başladım.
- “Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun.” (Müzzemmil:20) Dedi.
- Şiir okumak haram değil ki ! Dedim.
- “… Ve bunu ancak üstün akıllılar anlar.” (Bakara :269) Cevabını verdi.
Bir süre gittik. Sonra evli olup olmadığını sordum.
- ”Ey iman edenler! Açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek olan şeylerden sormayın….” (Maide :101)
Ayetini okudu. Derken kafilesine ulaştık ve
- Kafile içerisinde kimsen var mı? Dedim.
- “Mal ve oğullar, dünya hayatının süsüdür….” (Kehf:46)
Dedi. Anladım ki, evladı var. İsimlerini sordum.
“…Allah, İbrahim'i dost edinmişti.” !(Nisa:125)
“….Ve Allah Musa ile de konuştu.” (Nisa;164)
"Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl” (Meryem:12) Ayetlerini okudu.
- Ey İbrahim, ey Musa, ey İsa! Diye kafileye seslendim. Nur yüzlüüç genç
- Buyur!" diye çıkageldi.
- “…. Şimdi siz birinizi, bu gümüş paranızla şehre gönderin de baksın, hangi yiyecek daha temiz ise, ondan size azık getirsin. Hem çok dikkatli davransın ve sizi kimseye sezdirmesin." (Kehf:19) Dedi.
Yiyecek gelince bana Geçmiş günlerinizde yaptıklarınızın karşılığında.
- "Geçmiş günlerde yaptığınız işlerden ötürü afiyetle yeyin, için denir)." (Hakka:24) Dedi.
Çocuklara,
- Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten yemem!" dedim.
- Annemiz, ağzından Cenab-ı Allahın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece Kuranla konuşur.
İbn Mübarek, bu hadiseyi Kuran'da her şeyin bulunduğuna delil olarak anlatırdı.
Görüldüğü gibi elimizde insanın konuşmasını bile tamamına yeterli gelecek kadar kapsamlı ve mükemmel bir Kur’an’a sahibiz. Onlar kadar olamasak ta en azından namazda okuduğumuz ayetlerin manalarını düşünüp tefekkür ederek, kendi hal ve davranışlarımızın eksiklerini bulmaya çalışsak inşallah o bile yeterli olabilir diye düşünüyorum.
Allah hepimizi Allah’ı tanıyan, kitabımız Kur’anı anlayıp yaşamak için okuyan kullarından eylesin inşallah.
Herkesin Cuması Mübarek olsun. Her şey gönlünüzce olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)