27 Mayıs 2008 Salı

İBADET KAVRAMI

İbadet kavramını irdeleyelim biraz da.
İbadet dinin önerdiği, teklif ettiği eylemler olduğunu hepimiz az çok biliriz. Felsefi dinlerde bu kavram Tanrıya tapınma, onu razı etme, onore etme, saygıda, tazimde bulunma olarak tanımlanır. Bu isim altında yapılan her şey Tanrısının rızası içindir. Onun ne işine yarayacağını sorgulamadan, sırf O istedi diye yerine getirmeye çalışmaktır.
Bizi ilgilendiren kısım İslami ibadetler olduğuna göre diğer şekilleri es geçebiliriz.
Biz İslam dininde olanlar bilirler; Veciz bir söz vardır;”Allahın, ibadet dediğmiz şeylere ihtiyacı yoktur, insanın kendisi için gerekli şeylerdir “ deriz de yine de Allah emri olduğu için yaptığımızı düşünür, biz bunlardan nasıl faydalandığımızı pek düşünmeyiz. Sevap kazandığımızı, günahlarımıza karşılık bir borç ödemesi gibi düşünürüz. Camilerde olsun, büyüklerimizden olsun, yapılan ibadetlerin kul olarak insanın Allah’a olan borcu olduğu anlatılır. İbadet kavramını bu tür yaklaşımla anlatmayı şahsen doğru bulmuyorum.
Allah Resulünün anlattığı Allah ile Hz. Musa arasındaki konuşmayı bilirsiniz.
Allah; (Ya Musa! Benim için ne amel yaptın?) buyurdu. O da, (Ya Rabbi! Senin için namaz kıldım, oruç tuttum, zekat verdim ve seni zikrettim) deyince, Allah, (Namaz, senin için burhandır. Oruç, seni Cehennemden koruyan kalkandır. Zekat, mahşer günü, herkes sıcaktan yanarken, sana gölge yapacaktır. Zikir de, o gün, karanlıkta, sana nur olacaktır. Benim için ne yaptın?) buyurdu. Hz. Musa, (Ya Rabbi, senin için olan amel nedir) dedi. Allah; (Sevdiğimi benim için sevdin mi ve düşmanımı düşman bildin mi?) diye buyurduğu kutsi hadis; bizim ibadet olarak bildiğimiz çalışmaların, aslında kendimiz için gerekli olan çalışmalar olduğunu çok güzel anlatıyor
Yani İnsan aklını kullanarak, kendi yaşamı için doğru davranışları düşünebilecek, idrak edebilecek yeteneklerle yaratıldığını, araştırarak, öğrenerek kendisi için neyin doğru olacağını bulması ve uygulaması gerektiği gösteriliyor.
Din olarak İslam’ı seçmek demek; Allah’tan başka bir varlık olmadığına, Varlık alemini, bilinç-enerji olarak kendisinden açığa çıkaran, var olma gayesinin programı doğrultusunda sonsuza kadar devam ettiren bir varlık alemi olduğuna, kendisinin de insan olarak bu alemde yaratılıp yaşamını sürdürecek bir birim olduğuna inanması anlamına gelir. Yine bu inanç gereği olarak, Allah’ın kendisine ait özelliklerle kendisini donattığını, kullanabileceği güçler ve tercih iradesi vererek davranışlarının karşılıklarının oluşturacağı sonsuz bir yaşam süreceğinin de bilincinde olmak demektir. Çünkü Allah Kur’an da;
Hala aklınızı kullanmayacak mısınız,
Hala tefekkür etmeyecek misiniz,
Hala basiretle bakıp idrak etmeyecek misiniz? Diyerek adeta bize sitem ediyor.” Ben sizi sistemi algılayabilecek, kendi yaşamınız için nelerin önemli olduğunu kavrayabilecek kapasitede yarattım, şu sizin yaptığınıza bak” diyor. Daha açık nasıl uyarabilirdi ki?
Peki uyarılara dikkat etmezsek ne olur?. Hiç bir şey. Yaşamımız diğer canlılar gibi devam edecektir. Beynimiz hormonlarınızın yönlendirmesi ile yine otomatik olarak davranışlar sergileyecek, doğru veya yanlış kanaatler, idrak olarak oluşturulup otomatik olarak bilincimize kaydedilecek, süreniz bittiğinde ise yine aynı şekilde otomatik olarak bir üst boyuta geçeceğiz. Zaten iş burada çatallaşacak. Dünya yaşamında yetenek ve güç olarak en üst seviyede olan varlıklardık. Ama burada şartlar değişik. Madde algılaması farklı, varlıklar farklı. Tamamen farklı bir boyut. Biz yaşamımızı, bedensel istek ve arzularımız doğrultusunda bu Dünya yaşam formuna göre düzenleyip, uyarıları dikkate almadan diğer boyuta geçmişsek. Artık yapacağınız bir şey kalmamıştır. Bu yaşamda bir sivrisinek bize ne anlam ifade ediyor ve nasıl muamele görüyorsa, hazırlıksız gelen insanda aynı konumda olacak. Hatta sivrisinek daha şanslı. Çünkü onun yaşamı burada bitecektir. Halbuki insan bilinci ölümsüzdür. Dolayısıyla çekilecek acılar ve pişmanlıklarda sonsuz olacaktır. Cehennem kavramı ile anlatılmak istenen budur.
Uyarılar dikkate alınarak önerilen çalışmalar yapılırsa, yaşanacak sonsuz hayatta yaptığımız kadar tercih şansımız ve gücümüz olacaktır.
Tüm bunlardan anladığımız insanın, ölüm ötesi yaşamını istediği seviyeye getirebilmesi için yaptığı çalışmalar, bizim ibadet olarak bildiğimiz çalışmalar olmaktadır.. Bunların duygusallıkla, hislenme ile, merhamet beklentisi ile ilgisi olmayan çalışmalardır. Kitabında Allah; İnsan için kendi çalışmalarının sonucundan başka bir şey yoktur. Diye açıkça beyan ediyor. Yani düşündüğün, bildiğin, ümit ettiğin şeyleri değil, bizzat eylem olarak gerçekleştirdiğin davranışlarının sonucunu yaşayacaksın diyor. Ne eksik ne fazla.
Sonuç olarak İbadet adını verdiğimiz tüm çalışmaların hem bu yaşamımız hem de ölüm ötesi yaşamımız için mutlaka gerekli, olmazsa olmaz konumunda olan davranışlarımızdır. Getirisi sadece bize, kendimize olan, hem biyolojik hem de ruhsal yönden sıhhatli, sağlam, pozitif bir yaşam sürmemiz için önerilmiş eylemlerdir. Hayvanlardan farkımız, onlarınki genetik kodlarında sabit tutularak bu dünya boyutu ile sınırlı bir yaşam için yaratılmışlardır. Biz ise bir üst boyuta geçecek formatta yaratılmış olup, bir sonraki boyutta nasıl yaşam süreceğimizi bu yaşamda şekillendireceğiz. Tabii İbadet dediğimiz çalışmalarla. İşte İslam Dini; kendini akıllı kabul eden insana, bizzat bireye önerdiği yaşam tarzı bu. Tercih bizzat bireyin, kişinin kendinindir. Zorlama yoktur.
İnşallah İslam’ı gereği gibi algılar değerlendirenlerden oluruz.
Her şey gönlünüzce olsun.

25 Mayıs 2008 Pazar

BEYNİN IKINMASI YANİ SALAT(Namaz)

Din ve tasavvuf ile ilgili konulara meraklı olduğumdan bahsetmiştim. Araştırma yapmayı, yeni bilgi ve yorumlar bulmayı çok seviyorum. Bugün sizlerle Salat ( Yöneliş) dilimizdeki tanımıyla namaz ibadetinin uygulama ve amacı hakkında ulaştığım yeni bir gerçeği paylaşmak istedim.
İbadet dediğimiz çalışmalar, biz insanların ölüm değişiminden sonraki hayatımızı, bu yaşamda sahip olduğumuz imkanlarla en iyi, arzu edilen şekle getirme çalışmalarıdır. Yoksa oralarda bir yerlerde bir tanrı var da, onu memnun etme eylemi değildir. Bu güne kadar Din’i anlatanlar her şeyi Allah’a havale edip, onunla korkutmak suretiyle inancı pekiştirmeye çalıştıkları için, yapılan bu çalışmaları Tanrıya tapınmak, ona yaranmak gibi algılanmıştır. Tanrı , ilah falan yoktur sadece Allah vardır diye inandığımız halde.
Her neyse, Salat (yani Yönelme .. doğru dönme, belli bir şeye doğru odaklanma) ibadeti; ruh dediğimiz ölüm geçişinden sonra kullanacağımız bedenimizle iletişim kurma, yükleme yapma eylemidir. Organik bedenimizdeki beynimiz ürettiği ve topladığı bir tür enerjiyi (sevap) yine bir tür “zorlanma” “Ikınma” şeklinde bir eylemle, ruh bedenimizin de beyni gibi olan bilincimize aktarır. Namazdaki ayakta durup dua tarzı okuma zikri, eğilip Allah’ı azim ismi ile zikri, tekrar doğrulup artık nakle hazır hale gelindiği için secdeye eğilip yine Allah’ın büyüklüğünü zikir esnasında bedenin en küçülmüş pozisyonda, kalbin tüm kan basıncını beyne yoğunlaştırılması ile son noktaya gelir ve transfer gerçekleşir. Ben bunu ıkınmaya benzettim.
Ruh bedenimize transfer ettiğimiz bu enerji, bizim sevap tanımıyla bildiğimiz enerjidir. Bedenden ayrılan ruh ancak bu enerji ile aktif hale gelmektedir. Arabanın canını düşünün, akü olmazsa çalışır mı? Allah bize hem bu alemde, hem o alemde kullanacağımız araçları peşin olarak vermiş. Bize düşen onları şarj etmek. Yemek yiyerek, su içerek bu organik bedenin enerjisini üretip yaşıyoruz. Peki ya ruh bedenimiz?
Asıl korkunç olan ne biliyor musunuz? Değişimden sonra yaşayacağımız boyut süresi çok uzun ve geri dönüp temin edebilme şansı da yok. Üstüne üstlük o alemde en akıllı en güçlü varlık ta biz değiliz. Hele ki şarj etmemişsek. Bu dünyada da öyle değil mi, yemeyenin malını yerler diye? Bize verilen bu imkanı biz kullanamazsak diğer güçlü varlıklar bizi kullanacak ve engel olamayacağız.
Diyeceğim o ki, dostlar, ne olur ihmal etmeyin. Bir vakitte olsa namaz kılın. Aksi halde bu alemde ne kadar iyi, ne kadar hayırsever olursanız olun, kalbiniz ne ile yıkanmış tertemiz olursa olsun, Salat’la (namaz) Ruhunuza transfer etmedikçe, sadece bu dünyada size “ne iyi insandı, çok hayırseverdi” denecek, semeresini o alemde maalesef göremeyeceksiniz. Onun İçin Resulallah İnanmayanlarla aramdaki fark salat’tır demiş. Hiç değilse bir sabah vakti de olsa elimizi yüzümüzü zaten yıkıyoruz, ayaklarımızı da ıslatıp iki rekat kılın. Bakarsınız Rabbim onu çoğaltıp oradaki ihtiyacınızı giderir.
Bu bilgiler, okuduğum kitaplardan edindiğim sonuçlardır. Tabiî ki işin doğrusunu Allah bilir. Benimkisi sadece bir tefekkür çalışması. Yanlış düşündüğüm yerler varsa inşallah ikaz edersiniz.
Sağlıcakla ve selametle kalın. Her şey gönlünüzce olsun.

23 Mayıs 2008 Cuma

BEYİNİN YEDEK GÜÇ ÜNİTESİ “DUA”

İnsanlar genellikle sıkıntıya düştüklerinde, bir şeyi çok istediklerinde Allah'tan yardım istemek niyetiyle yapılan yakarış olarak bilinir. Aslında Dua, Ahmed Hulusi'nin deyimiyle "İnsanın varlığındaki ilahi gücün ortaya çıkarılması tekniğinden başka bir şey değildir."
Günümüzde Duayı yanlış yorumluyoruz. Medine dilencisi diye bir tabir vardır. "Allahım şöyle yap, Allahım böyle yap" diye sanki ona yapması gerekenleri dikte ettirir gibi talimatlarımızı sıralarız. Sonra da kenara çekilip "Hadi bekliyorum" der gibi tavır alırız. Camilerde cumalardan sonra, TV'lerde mevlidlerden sonra ne edebiyatlar yapıp kafiyeli, duygulu, şiirlerle dolu yakarışlara "amin" deriz. Kendimizin yapması gerektiği halde yapmayıp, bize sormadan bizi yarattığı için olsa gerek, yorucu işleri Allah'a havale ederiz.
Aslında bu durum Allah'ı tanımamak, kendimizin yani insanın özelliklerini bilmemekten kaynaklandığı görüşündeyim. Çünkü Allah, biz insanoğlunu yaratırken kendine ait özellikleri ve onların gücünü peşin olarak vermiştir. Daha insanın anne karnında iken 4'ncü ayında ömrü dahil tüm ihtiyacı olacak her şeyi vermiştir. Doğduğu anda bu özellikleri güçleri kullanabilme yeteneğine sahiptir. Ama yaşadığı çevre, ailesi ve aldığı eğitim nedeniyle çoğunlukla gizli kalır, körelir. Hele kişide katı bir ön yargıda oluşmuşsa, artık onda hiç ümit yoktur. Kur'anın deyimiyle perdelidir.
Biz dua'ya dönersek Dua aslında insan arzu ettiklerini elde etmek için yaptığı çalışma olmalıdır. Bilindiği gibi İnsan beyni frekans alıcı vericisi gibi çalışır. İsteklerde yönlendirilmiş, yoğunlaştırılmış dalgalardır. Fakat çoğu kez isteklerimizi elde etmede yetersiz kaldığımızı, gücümüzün yetmediğini hissederiz. İşte bu noktada yedek güce, ek güce ihtiyaç duyarız. Her türlü gücün sonsuz olarak sahibi olduğunu bildiğimiz varlığa, Allah'a başvururuz. Halbuki Allah zaten o gücü bizim hizmetimize vermiştir. Bizdeki yeterli gelmediğinde nasıl arttıracağımızı da söylediği halde biz hala inatla ondan isteriz. Bunun nedeni Allah'ı gereği gibi tanımadığımızdan kaynaklanır. Allah'ı; Bilmediğimiz bir yerde, bizden ayrı, bizi şah damarımızdan daha yakın bir şekilde bizi izleyen, Melekleri vasıtasıyla şeceremizi, sicilimizi tutan, bazen kızıp felaketler gönderen elçisi aracılığı ile talimatlar gönderen, uyanlar cennet denilen mekanlara, uymayanları da cehennem denilen ateş dolu çukurlara atacak bir TANRI olarak varsayarız. Tabii ki öyle bir tanrı yoktur. İnsanı da görüp dokunduğumuz biyolojik beden olarak kabul ediyoruz, Bilinç, Ruh kavramlarını kelime olarak kullansak ta nasıl bir şey olduğuna kafa yormayız. Halbuki aklımıza gelen ihtiyaç duyduğumuz tüm özelliklere sahip olarak yaratıldık. Sadece kullanmayı bilmiyoruz.
Mesela alkol, sigara kullanıyoruz diyelim. Ciddi olarak bırakmak istediğimiz halde irademiz yeteri kadar güçlü olmadığı için bırakamıyoruz. Ne yaparız? İlk olarak tıbbi destek alırız. İlaçlar, Akupunktur, psikolojik tedavi. Yine olmadı ne yaparız? İşte o zaman dua ya yöneliriz. Allah'tan destek, yardım isteriz. Ama o yardım et demekle etmez. Onun istediği Allah'ta var olduğunu düşündüğün özelliğin gücün İSMİ ile çağrı bekler. Bilindiği gibi Allah ismi tüm özelliklere şamil bir isimdir. Özelliklerin her birinin ismi vardır. Yani Allah'a ait isim ve sıfatlar vardır. Yardımı bunlarla istemeliyiz. Bu konuda Ahmed Hulusi'nin Dua ve zikir adlı kitabı gerçekten mükemmeldir. Dua ve Zikir dediğimiz çalışmanın ne olduğunu ve nasıl kullanıldığı çok güzel anlatıyor. Elimde imkanım olsa herkese birer tane hediye etmek isterdim. Kendisinden Allah razı olsun. Kitaplarından çok yararlandım. 27 yıl içtiğim sigarayı bile o yöntemle bıraktım. Gerçek İslam’ı tanımak isteyen varsa tavsiye ederim.
Sonuç olarak Dua beynin dışa yayınladığı, isteklerimize ait frekansların yönlendirmesini ve yoğunlaşmasını temin etmek için yapılan çalışmalardır. El açıldığında parmaklardan yapılan yayınla beynin yayınladığı dalga gerekli yoğunluğa ulaştığında isteklerimiz kesin olarak gerçekleşir. Buna yönlendirilmiş düşünce de denir. En etkili dua şekillerinden biride secde halinde yapılan dua dır. Bu konuda söylenecek çok şey var ama ben burada kesiyorum. Daha fazla bilgi isteyen dediğim kitapları inceleyebilir.
Saygı ve sevgiler. Her şey gönlünüzce olsun.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

19 MAYISIN MAZİSİ

Pazartesi 19 Mayıs 1919 Gençlik ve spor bayramını kutluyoruz. Milli bayramlar denince nedense aklımda kuşkular oluşuyor. Bir taraftan kutlarken bir taraftan da işin aslını araştırmak, nedenini niçinini öğrenmek isteği depreşiyor.

Herhalde bunun nedeni eğitimimizde tam gerçekleri yansıtmayan, özel hazırlanmış ideolojik yaptırımlar, özel senaryolu Tarih yazımlarından olup olmadığının kuşkusu olsa gerek.

Milli mücadelemizin başlama noktası olarak lanse edilen bu tarihle ilgili gerçek bilgilere ulaştıkça konu aydınlanıyor. Tıpkı Çanakkale savaşlarının aşırı abartılması, sanki milli mücadelenin bir parçasıymış gibi gösterilmesinde olduğu gibi.

19 Mayıs 1919 tarih merkezli yakın günlere baktığımızda Ülkenin birçok yeri işgal edilmiş olduğunu görüyoruz. 9 mart 1919 da İngilizler Samsun’a da çıkarma yapmış, işgale başlamışlardı. Çünkü Samsun o dönemlerde gerçekten stratejik bir önem arz eden noktalardan biri konumundaydı.

İşgali içine sindiremeyen ve teslim olmayı reddeden bir askeri birliğin dağa çıkıp, mücadele etmeye başlaması; İngilizlere, giderek büyüyecek bir isyanın başlangıcı olduğunu düşündürmüş olsa gerek ki; İşgal kuvvetlerinin İstanbul Hükümeti üzerine baskı yaptıklarını, direnmenin, isyanın durdurulmasını yine Osmanlı kuvvetleri ile yapmaya zorladıklarını görüyoruz.

İşte bu aşamada Sultan Vahdettin, eskiden Yaveri olan Mustafa Kemal’i, çok geniş yetkilerle düzeni, işgal kuvvetlerinin istediği şekilde halletmek amacıyla Samsun’a gönderiyor. Yanına ekibini Alan Mustafa Kemal bu amaçla Samsun’a çıkıyor. (Dr. Fethi Tevetoğlu, Atatürk’le Samsun’a Çıkanlar, Yakın Tarih Ansiklopedisi, s.15-21)

Milli mücadele bittikten sonraki yıllarda da bu 19 mayıs tarihinin üzerinde durulmadığını görüyoruz. Ancak Himaye-i Etfal Cemiyeti tarafından milli mücadele şehit ve gazilerin aile ve çocukları yararına yapılan kutlamalar olarak başladığı bilgisine sahibiz. Herhalde mayıs ayının ilk haftasında Halkın hıdrellez kutlamalarının verdiği ilhamla olsa gerektir ki, bu kutlamalarla, güzel hediyeler kıyafet ve eğlencelerle insanlara neşe ve ümit vermek amaçlanıyordu. Bunu ilk akıl eden Devrin Maarif Nezareti Müfettişi olan Selim Sırrı (Tarcan) olmuş. Bir "idman Bayramı" olarak 12 mayıs 1916 da kutlanmaya başlanmış
.
19 mayıs tarihini ise ilk olarak Mustafa Kemal, nedeni ve niçini ne olursa olsun, sonuçta Anadolu ya geldiği tarih olan 19 Mayıs tarihinin, milli mücadeleye de başlama noktası, tarihi olarak anılmasına karar veriyor. Şehit, gazi, aile ve çocuklarının yararına tarihi belirli olmayan kutlamaların, artık bu tarihte milli bir bayram hüviyetinde yapılmasını arzu ediyor. Bir iki yıl resmi bir kanun haline getirilemeyen bu istek, nihayet 19 Mayıs, 3466 sayılı kanun ile 20 Haziran 1938'de “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kabul ediliyor.

Yine 19 mayıs kutlamalarının simgesi haline gelmiş olan “Dağ başını duman almış” marşı da Felix Korling tarafından bestelenmiş bir İsveç marşı olduğunu öğreniyoruz. İsveç dilinde orijinal adı “Tre Trallade Jantor”(Şakıyan Üç Genç Kız). Bazı bilgilere ve rivayetlere göre bu müziği ilk getiren Selim Sırrı Tarcan olmuş. (1906) Bu marşa Türkçe sözleri Ali Ulvi Elöve yazmış.(1916). İlk olarak 12 mayıs 1916 törenlerinde çalınan bu marşı Atatürk çok beğenip beraberindekilere de öğretmiş olduğunu da artık biliyoruz. Halkında beğenisini kazanan marş artık 19 mayıs törenlerinin marş müziği olarak yerini almış.

Tabii CHP nin de bu marşı 1947 de “Parti marşı” olarak benimsediğini de hatırlatalım.

İşte günümüzde tıpkı dini bayramlarda olduğu gibi artık milli bir bayramdan ziyade tatil olarak algılandığı 19 mayıs 1919 Gençlik ve spor Bayramımızın mazisi. (Güngör Uras’ın 2005 makalesinden esinti).

Milli mücadelemizde şehit düşenlerin ve gazilerin, Büyük önder Atatürk’ün Ruhları şad olsun. Kendi çıkarları ve ideolojileri için bu değerlerlimizi kullananların Ruhları da azaptan kurtulmasın.

Milletimize ve onun değerlerini benimseyen ve sahiplenen herkesin 19 mayıs Gençlik ve spor bayramını kutlarım. Allah milletimizin birliğine ve dirliğine zeval vermesin.

Her şey gönlünüzce olsun.

14 Mayıs 2008 Çarşamba

HUY – MİZAÇ – KARAKTER – 5 –

İnsandaki huy mizaç ve karakter olgusunun varlığı oluşumunu güneş ve gezegenlerin yayınladığı ışınımların insan beynindeki etkilerini inceledik. Aslında sadece insanlarda değil hayvanlarda da benzer etkilenmeler söz konusudur. Ama onlar konu dışı olduğu için ele almıyorum.
İnsan davranışlarını oluşturan faktörlerden başka biri de bedenimizin salgıladığı salgılar yani kan, safra, öd, ve kılcal damarlardaki kan dolaşımının davranışlar üzerindeki etkilerine de kısaca değinelim.
Demevî mizaç.;( Bedendeki kanın fazla oluşunun etkisi ile ortaya çıkan davranış şekilleri). Genellikle şen, çok terleyen, çok çabuk sohbeti derinleştirebilen temiz ve samimidir. Kafasına taktığı şeyleri kolay bırakmaz, kadına pek sadık kalamaz, her zaman başka kadınlarla olmak ister. Muhabbette nankördür. Herhangi bir şeyi unutmak için birkaç gün yeter. Kadınlarda ise her türlü sıtmaya, kan kaybına, nüzul ve felce, kalbin büyümesine müsaittirler. Bu tip kadınların terlemeye önem vermeleri gerekir. Meşguliyetleri hafif, heyecan verici şeylerden uzak durmalıdırlar.
Safravî mizaç; (Bedenin sindirim için salgıladığı safra ve öd suyu miktarının fazla oluşu nedeniyle oluşan davranışlar) Cildleri sarımtıraktır. Saçları siyah ve sert olup vücutlarının kasları ve kemikleri kuvvetlidir. Karaciğer büyüktür. İşlerinde sebatkar, ısrarcı, cesaretli zeki, faaldirler. Ufak şeylerle ilgilenmezler.sıcak kanlı ve ateşli olurlar. Her zaman baş olmak, önde olmak ister. Kural koymayı sever. Asker olmayı, avcı olmayı sever. Yanlış yaptığında çekinmeden itiraf eder.
Lenfavî mizaç ;( Bedendeki kılcal damarların ve onlarda dolaşan kanın yoğunluğunun etkilediği davranışlar).Bu gruba dahil olanlar genellikle serin kanlı olurlar. Çabuk hiddetlenmez, ateşlenmezler. Teşebbüs kabiliyeti azdır.İstirahata düşkündür. Giyimine kuşamına dikkat etmez. İntizamsızdır. Dağınıktır. Arkadaşları tarafından pek sevilmez. Boğazına düşkündür. Lakayttır. Saçları ince kırmızıdır. Gözleri mavi ve gri, ciltleri beyaz ve ince, kasları yumuşak, dudakları büyükçe, dişleri bozuk el ve ayakları büyüktür.
Sevdaî mizaç.;( Bedendeki kan, safra, öd salgıları haricindeki salgılamalarının yoğunluğu nedeniyle oluşan davranışlar.) Bu gruptakiler genellikle sessiz, , ciddi, mahzun ve asabidir. Hayattan zevk almaz. her şeyden şüphe duyar. Hep kendini mağdur edilmiş zanneder. Çok alıngandır. Şakaya tahammül edemez, kindardır, kızınca öfkesi şiddetlidir. Kafasın taktığı bir şeyi günlerce düşünebilir, melankoliye yatkındır.
Bildiğimiz gibi huy dediğimiz fiilleri; herhangi bir fikri zorlama olmadan kendiliğinden ortaya çıkan fiil ve davranışlar olarak tarif ettik. Huy dediğimiz davranışlarda gözlenen açı kesinlikle değişmez. Beyin açılım anında hangi yönde davranışlar sergileyeceği belirlenmiştir. Aksi davranmak için kişinin kendisini zorlaması gerekir ki belki kısa bir süre için başarılı olabilir. Yaratılışında sahip olduğu huy ve mizaçı sergileme oranı sosyal çevresi, eğitim ve alışkanlıklarla sadece oran olarak azalır veya çoğalır. Kişinin sonradan sahip olmak istediği huy davranışını ancak ilgili davranışlar sergileyen kişilerle birlikte olarak, onlar gibi davranmaya kendini zorlayarak şartlanma yöntemi ile alışkanlık kazanılabilir. Ancak ortam değiştiğinde çabuk vazgeçilir. Huy’ dediğimiz davranışların değişmeyeceğini Resulallah’ta bir hadis’inde; “Eğer bir dağın yer değiştirdiğini duyarsanız inanınız. Fakat, bir insanın huyunu değiştirdiğini duyarsanız inanmayınız. Çünkü o yaratıldığı hal üzere olur.”Der. İnsan hayvansı özelliğini geri planda bırakıp sosyal birliktelikler halinde yaşayabilen varlık haline geldiği için hayvanlar gibi serbestçe mizacını sergileyemez. Örneğin Köpek parçalamak, ısırmak için yaratılmış canlıdır. Vahşi ortamda da bunu yapmaktan çekinmez. Yahut kedi insanlarla yaşayabildiği halde kendi karakteristik özelliklerini de sergilemekten çekinmez. Bir an sürtünüp sırnaştığı gibi, akabinde tırmalamaktan çekinmez.
İnsanlar dediğimiz gibi belli davranışları kolay sergileyecek hassas bir beyin oluşumu ile yaratılmıştır. Bu da değişmez. Diğer insanları kendimizden uzaklaştırmamak, sevdiklerimizi, kırmamak, diğer insanların gözünde değerli olmak gibi isteklerle bazı davranışlarımızı gizleyip, iyi olanları da sergilemek isteriz. Bir işte çalışan eleman düşünün arslan burcundan. Hep ön planda olmak dilediği gibi davranmak, etrafındakileri kontrol etmek hakim olmak güdüsü ağır basar. Ancak bunu yaptığında işten atılacağını da bilir. İşte o zaman tabir caizse tırnaklarını gizlemesi gerekecektir. Bunu yapması ise stres dediğimiz sinirsel gerilimini arttıracaktır.
Bu şekilde sıkıntıda olan kişi psikologa gittiğinde kendisini meşgul edecek zihinsel yoğunlaşmasını farklı yönlere çekecek etkinliklerle, ağırlıklı konuyu daha az düşünmesini sağlamaya çalışacak, hatta sakinleştirici yatıştırıcı ilaçlarda kullanacaktır. Ama bu da devamlı olmayacaktır. Rahatsızlık organik bir sebebe dayanmıyorsa yapılacak şey beynimizin gerekli yerlerine özel ilgi göstermek, zayıf noktalarını kuvvetlendirmek, çok yükselmiş sivrilmiş yerlerini törpülemek gerekecektir.
Bu nasıl mı olacaktır. Bugüne kadar pek önemsemediğimiz zikirle. Evet yanlış okumadınız zikirle. Çünkü beyin kendisindeki birçok sinirsel merkezlerin az veya çok etkilenimi sonucu tepki davranışları sergileme yönünde enerji üretir.
İslami kaynaklara göre Allah’a ait olarak bilinen, esma dediğimiz isimler birer enerji türünün sembolleridir. Anahtarıdır. Tabii orijinal Arapça hali ile. Bu isimleri ses veya görüntü olarak tekrar tekrar beyne gönderildiğinde ilgili merkezlerde yoğunlaşma meydana getirir. Bu yükleme yogadaki meditasyon gibi özel yer zaman ve mekan hazırlanması ile çok daha etkili hale gelir. Örneğin iradesinin zayıflığından dolayı pısırık beceriksiz olan bir kişi, bu isimlerden MÜRİD ismini ses veya görüntü olarak beyne yükleme yaparsa belli bir süre (yaklaşık 3 – 4 ay) sonra eskiden yapamadığı birçok şeyi rahatlıkla yapabilecek hale gelir. Veya çabuk kızan her an parlamaya hazır olan biri HALİM ismini aynı şekilde yükleme yaparsa sakinlediğini, kendini daha kolay kontrol edebildiğini görecektir. Üstelik bunun için inançlı olmaya da gerek yoktur. Bir ilaç nasıl inançlıya da inançsıza da aynı etkiyi yapıyorsa bu da öyledir. Ben şahsen sigarayı bu yöntemle bıraktım.
Konuyu daha detaylı öğrenmek isteyen arkadaşlarım varsa Ahmed Hulusi’nin Dua ve Zikir adlı eserini önerebilirim. Okursanız çok değişik bir bakış açısı yakalayacağınızdan eminim.
Her şey gönlünüzce olsun.

HUY – MİZAÇ – KARAKTER – 4 –

İnsanda huy, mizaç, karakter konusunu işlemeye devam ediyoruz. Aslında konu insani davranış bilimleri içerisinde olduğu için tarihi de insanlık tarihi kadar eskidir. Sosyal yaşam nedeniyle asgari müşterek davranış şekillerinin oluşturulması için bu tür bilgilerin bilinmesi, kontrol edilebilme yöntemlerinin geliştirilmesi çalışmaları her zaman ön planda tutulmuştu.
Gerek doğu ve gerekse batı medeniyetlerini incelediğimizde insan huy ve mizaç konusunda en fazla incelenen dalın astroloji olduğu görülür. Bilhassa güneş sistemi içindeki gezegen ve uyduların yaydığı ışınımların insan beyni üzerindeki etkileri en çok incelenen, araştırılan ve kabul gören bilim dalı olmuştur. Bu blogumda , güneş uydu ve gezegenlerin yaydığı ışınımların insan beyni sinirsel merkezlerde ne tür davranış enerjilerine dönüştüğünü incelemeye çalışacağım.
1 – Ay ; Dünyanın uydusu olarak hepimizin bildiği ay insanda duygusal tepkimeler ılımlı soğuk, ılımlı nemlilik, tabiatının yanı sıra vasıflarından da; zayıflık, acizlik, bilgisizlik, aşağılık, acelecilik, habercilik ve ses olarak tespit edilmiştir. Çevre ile olan ilişkilerimizde en etkili olandır. İnsanın kendiliğinden sevinç ve üzüntü duyması yine ay’ın etkisidir. İçimizdeki çocuk yönümüzdür.
2 – Güneş.; Kişilik ve hayat enerjisi kaynağıdır. İnsanda idrak kavramını oluşturan ışınımların kaynağıdır.Güneşin ışın kaynağı çok güçlü olduğu için yıldılar ve burç kümelerinden gelen ışınımları da manyetize ederek bloke eder. Bu nedenle gündüz onları rahat değerlendiremeyiz. Gece beyin fonksiyonları bu nedenle daha rahat çalışır. İslam’ın da gece ibadet çalışmalarına önem vermesi bu nedenledir. Canlılığımızı temin eden can dediğimiz enerjinin kaynağıdır. Beyin bu enerjiyi alamayacak duruma düşmesi bedenin ölümü olarak adlandırılır. Göz alıcı renkler, gösterişli giysiler, güzel sanatlar la ilgili yetenekler yine güneşin etkisindedir.
3 – Merkür; Düşünce, fikir, zeka, ve fikir değişikliği davranış enerjisinin kaynağıdır. İnsanda hareket, çabukluk, haberleşme, yazı yazma, konuşma el becerileri, acele karar, ani kavrama, hesap, baş kaldırı, hep bu gezegenden yayılan ışınımların insan beyni tarafından algılanıp davranış enerjisine dönüşmesi şeklinde tezahür eder.
4 – Venüs ; Genel olarak sevgi ve adaletin simgesidir. Uyum ahenk, kıymet bilme, çekicilik, takdir etme, muhabbet, dostluk ve güzel şeyler, müzik ve güzel sanatlar becerileri bu gezegenin ışınımlarının eseridir. Ayrıca hayal ettiğimiz şeyleri şekillendirme davranışları da aynı ışınımlardan faydalanır.
5 – Mars ; Küçük ama çok güçlü bir gezegendir. Yörüngedeki hızı oldukça fazladır. Genellikle Vehim gücü dediğimiz, olmayan şeyleri varsayma davranışlarının kaynağıdır. Zannetmeler, sandım kiler, en doğru ben bilirimcilik, acelecilik, saldırı, üstünlük davaları, çabuk bıkma, güç kullanma kendini kanıtlama davranışları marsın ışınımlarının etkileridir.
6 – Jüpiter ; Himmet kaynağıdır. Yani bir şeye ulaşabilmek için gereken gücü yaratan enerjinin. İyileştirme, genişleme, yayılma, içsel gelişme, fedakarlık, kolay affetme, olumlu olma, asalet, maddeden arınabilme, güven verme, abartma, kendini önemli bulma gibi davranışlarımızın enerji kaynağıdır.
7 – Satürn ; Genel olarak disiplin ve maddeci aklın kaynağıdır. Karamsarlık, sıkıntı, madde bağımlılığı, terbiye etme, öğreticilik, ağır fakat pratik olma, donukluk, soğukkanlılık gibi davranışlarımızın güc kaynağıdır.
8 – Güneş sistemi içine sonradan dahil olmuş bir kuyruklu yıldız veya bir göktaşı olarak kabul edilir. Genel olarak İman nuru, azmetme gücü, manevi eğitim, ilim, gerçeği arayış, cesaret ve inanç gücünün kaynağıdır.
9 – Uranüs ; Genel olarak aklın simgesidir. Yalnız madde ötesi değerlere dönük yüksek aklın kaynağıdır. Orijinalite, buluşlar, yenilik ve değişiklikler, reformlar, isyan kışkırtma, kendinin iyi bildiğine inanmak, başkalarının fikirlerini beğenmeme, insanlar üzerinde baskı kurma, sürprizler hep bu gezegenin ışınımlarının etkilerindendir.
10 – Neptün; genel olarak hayal ve sezgi güçlerinin oluşmasını sağlar. Hassasiyet, romantizm, şefkat, inanç, iman, rüyalar, fanteziler, gerçeklerden kaçış, kendine güvensizlik gibi manalardaki oluşumların güç kaynağıdır.
11 – Plüton.; Genel olarak var etme, ve yok etme, mevcut şartları yıkıp tamamen yeni durumlar oluşturma, , gizli işler, şiddet, kin, nefret, olağanüstü güçler, üstün başarı, zorlayıcılık, sex ve ölüm manalarının güç kaynağı bu gezegendir. Bu gezegen kişiye özel durumlardan ziyade geniş insan toplulukları, ülkeleri etkileyen bir güce sahiptir.
12 - Chıron: Bir şekilde güneş sistemi içnine sonradan dahil olmuş, kararsız dolaşan, yörüngesi belli olmayan bir göktaşı , yahut kuyruklu yıldız olarak kabul edilir. Bu gezegenden yayılan ışınımlar İman nuru, azmetme gücü, manevi eğitim, iyileştirme, öze ve Allah'a yönelme manevi değerlşere yönelim sağlayan bir gök cismidir. Madde ötesini hissediş, özgür düşünme gibi konuları simgeler.(Nuran Tuncer, A dan Zye astroloji 1.cilt/329)Buraya kadar insan davranışlarının oluşumunda etkili olan faktörleri inceledik. Artık davranışlarımızın kaynağının beynimizin dışardan gelen değişik ışınımları algılayarak değerlendirip tepki olarak yansıttığını biliyoruz. İnşallah bundan sonra da huy ve mizacımızı nasıl kontrol edebiliriz, İyi huy edinmek için ne gibi çalışmalar yapabiliriz onları inceleyeceğiz.
Her şey gönlünüzce olsun.

HUY – MİZAÇ – KARAKTER – 3 –

İnsanın fikri bir zorlama olmadan ortaya çıkan fiil ve davranışları yani huy, mizaç konusunu karakter oluşumunu inceliyorduk.
Anne karnında 120 ci günde aktive olan beyin gelişimini cenin içinde devam ettirir. Anne ve Baba genlerinden hangisi baskın ise o yönde beyinde sinirsel merkezler hassas hale gelir. Tıpkı bir bitkinin kök salması gibi giderek genişleyen, yani ilk açılan sinir merkezlerini destekler mahiyette her an yeni sinir grupları aktive olur. Beyin de artık anne karnında da olsa etkilenimleri değerlendirme çalışması başlamıştır. Duymuşsunuzdur anne karnındaki bebeğin annenin fiziksel veya psikolojik konumuna göre etkilendiği haberlerini. Yine bu dönemde anne kanı ile gelişimini sürdürdüğü için annenin içtiği sigara bile sadece annenin değil, henüz çok hassas durumdaki bebeğin beynini daha fazla etkiler. Hatta zihinsel özürlü veya felçli doğmasına bile yol açabilir. İçki ve uyuşturucuyu söylemeye zaten gerek yok biliyorsunuz.
Anne karnında iken bebek dış etkenlerden korunan bir ortamdadır. Atmosfer tabakasının nasıl bizleri birçok zararlı radyasyondan koruyorsa, daha tam gelişmemiş bebeğin beyninin normal sayılan bir çok radyasyon ve ışınımdan da onu korur. Yaratıcı, insanın beynine çok önem vermiştir. Çünkü ancak o insan bedeninin aldığı gıdalardan elde ettiği bio enerjiyi bir tür değişime tabi tutarak daha yüksek frekaslı bir üst boyut şartlarına uygun yapılanmayı (Ruh) sağlayabilen tek organdır. Zaten İslam’da ibadet dediğimiz çalışmaların bile asıl amacı beynimizin daha sağlıklı çalışması içindir. Neyse konuyu dağıtmayalım.
Bebek doğduğu an etrafındaki koruma duvarı kalkmıştır. Artık bağımsız, kendi enerjisini üreten, etkilenen değerlendirmeye hazır bir birimdir. Bu aşamadan sonra İlk olarak aile çevresi, sonra sosyal çevre eğitim aşamalarında davranışlar olgunlaşır. Ancak bu değerlendirme ve tepki şekli ilk açılım yapmış olan merkezlerin işlevi yönünde oluşacaktır.
İnsan bir işi işlediği ve çokça yaptığı zaman, onu itiyat haline getirir ve o işin yapılması kendisine kolay gelmeye başlar. Artık onu işlemek için düşünmez, sebep aramaz. Davranışların olgunlaşması sıfırdan itibaren yavaş yavaş şekillenir.
Her insan kendisini onunla tanımlayıp isimlendirdiği bir hal ve harekete sahiptir. Mesela “cömert” olma fiilini benimsemişse kendisinin harcadığı paradan bahseder. İnsan kendisinde bulunmayan bir huyu elde etmek istediğinde onu muhtemelen elde edeceği yollara başvurması, o huyu kendisine kazandıracak fiillere yönelmesi şeklinde gerçekleşecektir.
Bu konuda düşüncelerimi zorlayan bir olgu da insandaki organların şekil olarak gelişiminin beyindeki bu huy mizaç açılımı yönünde olup olmadığı konusu. Ama henüz bu konuda bir kaynağa rastlamadım. Hayvanların huy ve mizacı sabit olduğu, aynı tür davranış gösteren hayvan ve insanın şekilde birbirlerine yakın olmaları, yetenek ve istidadın organlarda değil beyinde şekillenir oluşu beni bu düşünceye itti. Tabii sadece benim için geçerli bir teori.
Şimdilik burada keseceğim. Biraz da eski dönemlerde insan mizacına ait tespit ve tahminlerinden bahsedeceğim.
Her şey gönlünüzce olsun.

HUY – MİZAÇ – KARAKTER – 2 –

Huy, karakter kişilik oluşumundan bahsediyorduk. Dünyamızın diğer uydu gezegen, güneş ve galaksilerin yaydığı ışınımların kuvvetleri nispetinde diğer enerji oluşumlarını etkiler. İnsan Beyni de, Sinirsel yapısı ve genetik yapısı gereği karşı karşıya kaldığı etkilenmeleri, davranış şeklinde tepki olarak dışarı yansıtması söz konusudur.
İnsan beyni öncelikle soydan gelen genetik yapısı gereği çok daha kolay aktive olabilecek yetenek, algılama sinir merkezleri, ilk etkilenmede aktif hale gelir. Bu Anne karnındaki 4 üncü ay süresi içinde bir anda oluşur. Tıpkı kibrit ile karanlık bir odaya girdiğinizi düşünün. Kibriti yaktığınızda size en yakın ve en iri olan eşyaları görürsünüz. İşte insan beyni de güneşin yaşam enerjisi ile beyin aktif hale geldiğinde ilk aktif hale gelen sinir merkezleri; Baskın genetik yapısı gereği en çok etkilenmeye hazır olan sinir merkezleridir. Açıldığı andan itibaren beyin kendisine frekans olarak gelen etkilenmeleri değerlendirmeye başlar. Bu değerlendirmeler sayesinde kişinin ilerde düşünme, bakış açısı ve tepki değerlendirme şekli kabaca belirlenmiştir. Bazen soruyorlar bilim bunları neden bilmiyor, aletlerimiz neden tespit edemiyor diye. Yahut o kadar uzaktan ki, milyarlarca ışık yılı uzaktan, burç dediğimiz yıldız kümelerinden gelen enerji dalgaları olsa bile gücünü yitirmiş, hiçbir etkisi olmayan hale gelmiştir diyenlerde vardır. Ancak merak etmeyin, gelişmeler ilerledikçe bunlarda tespit edilecektir. Halen hayvanların etkilendikleri, algılayabildikleri birçok şeyi biz ne algılayabiliyor, ne de tespit edebiliyoruz. Üstelik bunları yok da farz edemiyoruz. Depremlerde, uyuşturucu tespitinde hayvanların bu özelliklerinden faydalanıyoruz. Fillerin o çöl ortamında suyu nasıl bulduklarını, Dünyayı saran pozitif ve negatif Ley hatlarını bildiğimiz halde kesin hatlarını tespit edecek alet geliştirememişiz.. Ama kedi, köpek, deve bunları çok rahat tespit edebiliyor. Daha birçok şeyi hayvanlar rahatlıkla algılayıp tespit edebildiği halde biz insanlar bilimi de kullandığımız halde onları algılayamıyoruz. Peki o zaman bunlar nasıl biliniyor derseniz; İnsanlar da algılama kapasiteleri farklı yaratılan varlıklardır. Beyin algılama kapasitesi yüksek yaratılan insanlar vardır. Normal insanların ve aletlerin algılayıp tespit edemeyeceği birçok frekans seviyesinde etkilenim ve değerlendirme yapabilirler. Farklı frekans boyutlarında ki varlıklarla bilinç iletişimine geçebilirler. Biz bunları; Resul. Nebi, veli, evliya, keşif ehli, feth ehli, istidrac ehli olarak tanırız. Eylemlerini keramet olarak, istidrac olarak adlandırdığımız insanlardır. Ayrıca bu gibi insanların sadece İslam dinin de olması da gerekmiyor. Çoğu kez karşımıza çıkan cinci hocalardan bazıları, açıklanamayan davranışlar sergileyen kişiler, (Almanya’daki Uri Geller gibi), Yahut Tibet rahiplerinin yaptıkları çalışmalar sonucu hassaslaşan beyin fonksiyonlarını kullanarak yaptıkları gibi. Mesela Büyük felsefeci Eflatun da varlık aleminin ve evrenin sınırlarını ve sırlarını algılama konusunda normal insanların kat kat üzerinde olduğunu bizim İslam aleminin veli dediğimiz insanlar bildiriyor.(Abdül kerim Cili; İnsanı kamil)
İnsanın 120 inci günde beynin yaptığı açılım, kendisini etkileyen enerjiyi alarak genişleme, değerlendirme işlemi 9 uncu aya kadar devam eder. İpin ucu dünyaya gelme anında kopacaktır. Anne karnından çıktığı anda arada koruyucu olmadan direk olarak etkilenim gerçekleşir. En yoğun ve çıplak bir tür radyasyona tutulmuş gibi olur. Bu da kişinin mizacını, çevresi ile ilişkilerini, farklı davranışlara karşı takınacağı tavrı belirleme aşamasının açılımı gerçekleşir. Genetiğin buradaki rolü, soydan gelen özellikleri açığa çıkaracak beyindeki sinir merkezleri daha kolay etkilenip açıldığı için kendi soyuna yakın davranışlar sergileyebilmesi şeklindedir.
İnsan beyninin çok büyük bir kısmını henüz bilmiyoruz. Tıpkı büyük ve teknolojisi yüksek bir bilgisayara benzetirsek ancak hesap makinesi kadar kullanabiliyoruz. Beyin bizim istemli davranış ve algılamalarımız dışında neler karıştırdığını da bilmiyoruz. Daha ikiz kardeşler arasındaki telepatik etkileşimleri, bir istemli beyin dalgasının ayna nöronlar dediğimiz şekilde başka bir beyni etkileyebilmesini daha yeni tespit etmeye başladık. Bu nedenle katı bir materyalist gibi davranarak henüz bilimin tespit edemediklerini yok saymak, var olduğunu söyleyenlere kulak tıkamak, bize bir şey kazandırmadığı gibi, çok şey kaybettirir görüşündeyim..
Neyse konuyu dağıtmayalım, çocuk doğduğu andan itibaren bildiğimiz dış unsurların değerlendirilmesi, aile, çevre ve eğitimle bu açılmış olan sinir merkezlerinin işlevini yerine getirecek diğer bağlantı merkezlerin katılması, aktive edilmesi ve sabitleme (idrak) gibi işlemler tamamlanır.
Bu konu daha uzayacak herhalde sizi sıkmayayım. Şimdilik burada kesiyorum.
Her şey gönlünüzce olsun.

HUY – MİZAÇ – KARAKTER – 1 –

Huy karakter dediğimizde genelde insanın dışa karşı kurduğu ilişkilerde gösterdiği tepki ve davranış biçimi olarak algılarız. Ben burada Cloninger’ in biyogenetik yönünü vurgulayarak, dört boyutlu ve üç boyutlu psikobiyolojik kişilik huy ve karakter tanımlamalarına veya psikoloji bilimlerinin kişilik ve kişilik bozuklukları ile ilgili kuramlarına girmeyeceğim. Hem onları, hem de dini tanımlardan okuduklarımdan anladığım huy ve kişilik oluşumları, nedenleri ve etkilenmelerini yazmaya çalışacağım. Baştan söyleyeyim ben bilim adamı değilim. İyi bir okuyucu, araştırıcı olmaya, kendimi ikna edecek doğru bilgileri temin etmeye gayret ediyorum. Sonuçlandırabildiklerimi de sizlerle paylaşmaya çalışıyorum.
Huy ve karakter tanımlarına girmeden önce bilmemiz gereken ek bilgiler var. Önce evreni ve onun oluşumunu bilmemiz, sonra insanın oluşumu, meydana gelme aşamalarını öğrenmemiz gerekiyor. Çok önemli olduğu için Evrensel yaşamın sürekliliğini, biz insanlarında bilinç olarak ölümsüz olmamızı, bir sonraki yaşam formunun öncekilerin devamı şeklinde oluştuğunun akıllarda kalmasını istiyorum. Bunun içinde evrensel yaşam konusunu sık sık tekrarlayacağım. Hoş görün.
Evren dediğimiz yani bizim ister beş duyumuz ile ister aletlerimizle ister henüz tam olarak ispatlanmamış teoriler ışığında bildiğimiz gerçek; Farklı Enerji frekans kökenli çeşitlilik içeren holografik bir özellik gösteren Sonsuz sayıda boyut ve katmanlardan oluşan tümel bir yapıdır. Bu Dini kaynaklarda da Allah’a ait isimler diye bildiğimiz farklı mana enerjilerinin muhtelif çeşitlilik ve oranlarda bir araya gelmesi ile oluşan yapı olarak geçer.
Yaratılmış her varlık bu şekilde Allah’a ait esma dediğimiz mana enerjisinin değişik çeşit ve oranlarda bileşimi ile varlığını sürdürür.
Evrende yaşam dediğimiz şey ise boyut ve katmanlar arasında birinden diğerine geçiş şeklinde sonsuza kadar devam eden süreçtir. Hani Ölüm diyoruz ya işte o da bir dönüşümdür. Aynı kurtçuk halindeki kelebeğin, kozasının içinde değişim geçirerek kelebek haline gelmesi gibi.
Bizim yaşamımızı sürdürdüğümüz kesit, dünya gezegenler, güneş, galaksi ve tüm uzay dediğimiz, yani madde olarak algılayabildiğimiz kesittir. Atomik kökenli olup, bildiğimiz gibi o da enerji kökenlidir. Madde olarak algıladığımız her şey enerji ışınımıdır. Frekans dediğimiz şekilde, titreşim halindedir.
Çevremizdeki uydu ve gezegenler, güneş ve yıldızlar, hepsi ışınım yayar. Şiddeti oranında farklı enerji oluşumlarını etkileyerek, etki tepki dediğimiz halde her an değişim halindeki bir yapıdır. İnsan da aynı şekilde var olan ve varlığını sürdüren varlıklardan sadece biridir.
Buraya kadar e be kardeşim..! huy karakter bunun neresinde diye söylendiğinizi duyar gibiyim. Oraya da geleceğim. Ama önce bu bilgilerin bilinmesi gerekiyor. Mantıksal bir bütünlük oluşturması için gerekli.
Evet dünyamız her an bu enerji bombardımanı altındadır. Tabii kendisi de kendi şifresi çerçevesinde ışınım yaymaktadır. Sadece dünyamızı konuşursak bizimle birlikte her şey bu enerji sağanağının etkisi ile oluşmakta, şekillenmekte, değişim göstermektedir. Canlı dediğimiz insan, hayvan, bitkiler; hatta cansız dediğimiz taş toprak hava su bile orijin olarak atomik kökenli olup birbirine dönüşüm halinde yaşam sürer. Aralarından sadece biz yani insan beyin yapısı sayesinde boyut değiştirebilecek dönüşümü sağlayabilen tek varlıktır. İnsan beyni bir frekans alıcı vericisi gibi çalışır. Biyolojik olarak aldığı besinlerden elde ettiği enerjiyi farklı bir yapıya dönüştürerek yeni bir enerji kökenli yapı oluşturur.Daha yüksek bir frekansta yani bir üst boyut veya katmana uyum sağlayacak yapıya. Dinde ki bu yapının adı Ruh bedendir.
Yazı biraz uzayacak sanırım sizleri sıkmayayım. Daha sonra devam edeceğim inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun.

13 Mayıs 2008 Salı

DİN KAVRAMI VE İSLAM – 4 –

Din kavramını irdeliyorduk. Din; Allah’ın sonsuz ve sürekli yarattığı varlık alemini, onun düzenini her şeyi ile benimsemek, bu düzene uyum sağlamak için yapılacak her şeyi de Din kavramı olarak ifade ediyoruz dedik. Bu düzenin işleyiş programına yani yazılımı da İSLAM dır diye tarif ettik. Tabii ki birim olarak bir insanında bu sistemden anladığı, benimsediği ve uyum sağlamak amacıyla idrak edip yaşamına geçirebildiği seviyesi de Müslümanlık olarak ifade edilecektir.
Din kavramı zaten ölüm ötesi yaşamın olduğunu, algılamaya çalışma ve gelecekteki bu sonsuz hayata hazırlanma olgusu için var olmuştur. Din kavramının ortaya çıkışı ve asıl amacı budur.
İslam, en son gelen, Din olarak bilinse de aslında varlık aleminin taa..! başından itibaren aynı düzenin, aynı programın olduğunu Kur’an’da “Allahın düzeninde değişiklik olmaz” ifadesinden anlıyoruz. Bu da demek oluyor ki; İnsanlar akıl kullanma yeteneğini kazandığı andan itibaren kendilerine tebliğ edilen, kendi menfaatleri için yapılması gerekenleri açıklayan Resul ve Nebi dediğimiz özel yetenekte yarattığı insanların fark ettirmeye çalıştıkları da bu sistemdi.
Mesela; Yoga ile ilgilenenler bilirler, Asanaların yapılması; (yogik ve psikolojik değerlerinin yanında, insanın daha sağlıklı olmasını, organlarının zindeliği artıran pozisyon duruş anlamına gelir). Tarihteki Doğu Hint medeniyetlerinde ki Sanskrit dilinin deşifre edilmesi ile ” Surya”nın güneş anlamına geldiğini, namaskara kelimesinin ise, selamlama, bağlantı kurma anlamına geldiğini ilgili bilim adamlarından öğreniyoruz. Tarih öncesi dediğimiz bu dönemde bile surya namaskara ayinlerinin (güneş enerjisinin canlandırma tekniği) Bizim şu an namaz olarak bildiğimiz vücut duruş ve pozisyon düzeninden hemen hemen hiç farkı yoktur. Sanskritçenin MÖ. 2000 yıllarına dayandığı düşünülürse İslami yaşam sistemi, ilk zamanlardan beri aynı olduğu sonucunu ortaya çıkarır. Hareketler şöyle;
1 - Dik olarak ayakta durun. Bacaklarınız bitişik. Beden dik ancak rahat olsun. Ellerinizi göğüs kafesinizin önünde birleştirin. (Namaskar Mudra).2- Kollarınızı yukarı doğru kaldırın. Bu sırada kollarınızı ve dizlerinizi bükmeyin.3- Kalçanızdan bükülerek öne doğru eğilin, avuçlarınız aşağıya ve alnınız dizlerinize baksın. Dizlerinizi bükmeyin.4- Elleriniz ve ayaklarınız aynı yerde kalacak şekilde dizlerinizi yere koyun bedeniniz dizlerinizin üzerinde, kalçanız topuklarınıza değsin ve alnınız yerde olsun.5-Geriye doğru gelirken nefes alın6- Dördüncü sırada ki hareketleri tekrar edin.7- Yavaşça ayağa kalkın.8- Bir sonraki tura geçmeden önce Namaskar Mudra duruşuna gelinNefes alın…
Namaskara’da nelere dikkat etmelisiniz :1- Her zaman boş bir mide ile yapın
2- Açık ve temiz havayı tercih edin. Havası iyice temizlenmiş bir oda da olabilir.
3- Tek başınıza veya bir grup ile yapabilirsiniz. Unutmayın ki grup çalışmaları, kollektif şuur oluşturur.
4- Temiz bir mat veya örtü kullanın.
5- Çalışmadan 1/2 saat önce yıkanın.
6- Bel fıtığı veya bel problemi olanlar, yüksek tansiyon hastası olanlar, bu çalışmayı önce doktorlarına danışmalıdırlar
7- Rahat ve bol bir giysi seçin.
9- Çalışmanın her anında bedeninizin tamamını iyice hissedin. Tam bilinç içinde uygulayın.
Şimdi bizim namaz olarak bildiğimiz ibadetimizden çok fazla bir farkı var mı?
Aklımıza gelen soru; İnsan aklının blûğa ermesinden itibaren aynı sistem tebliğ edildiği halde neden bu kadar farklı inançlar oluştuğudur. Benim bulduğum cevap; İnsanlar arasında ister coğrafi bakımdan isterse aynı bölge içinde olsun, Bilgi ve iletişimin hemen hemen yok olduğu, kavimler halinde bir yaşamın hakim olduğu bir yaşam söz konusu idi. Resul ve Nebi dediğimiz insanlar, belki yakın çevresindeki insanlara doğru ve net tebliğlerde bulunuyorlardı. Ancak ister tebliğ ettikleri olsun, ister sadece duyan insanlar, kavrama felsefi olarak ve kendi kapasiteleri kadar yaklaştılar. Yetenek ve algılama güçleri Resul ve Nebiler gibi olmadığı için kendi bilgi dağarcıklarındakiler ve vehim dediğimiz olmayanı varmış gibi kabullenme olgusuyla birleşince tamamen farklı kavramlara ve kabullenişlere yol açmış oldu. Tıpkı askerdeki emir tekrarı gibi. Bilirsiniz, asker tek sıra halinde iken baştakinin kulağına bir kelime fısıldarsanız, sonunda çok farklı bir kelime ile karşılaşırsınız. Sözcük Orijinali ile benzerlikler taşısa da kesinlikle farklıdır.
Hristiyanlık ve Yahudilik olarak bildiğimiz dinler, aslında İslam’i sisteminin, Resulallah Hz. Muhammed (SA) dan önce tebliğ edilmiş halidir. Hatta doğu dinleri olarak bilinen Budizm, Şamanizm vs. bile. Bilirsiniz, Resulallah (SA) 125.000 Nebi’den (Peygamber) bahsediyor. Konfüçyüs bile bu sınıfta olabileceği gibi, Kızılderililerin inanç ve Tapınma hareketleri bile benzerlik göstermektedir.
Kitap verilen dinler olarak bildiklerimiz, bir müddet yazılı halde tutulmaya çalışıldığı halde, din adamları sınıfının kendi çıkar ve konumlarını korumak için değiştirilmiş, din adamının anladığı, işine geldiği şekli ile insanlara tebliğe çalışılmıştır ki, Tebliğ eden Resul veya Nebi öldükten sonra, tahmin edileceği gibi orijinal kavram bozulmuş, hurafeler, hikayeler, batıl görüşler haline gelmiştir.
Bugün yaşanan İslam dini bile, Kur’an değişmezliğini koruduğu halde insanların bizzat kur’an’dan ve hadislerden değil de din adamı olarak kabul ettiklerimizde, fetvalara dayanarak, veya Kur’an da mecazi anlatılmış birçok örneği hakikatmiş gibi senaryolaştırarak anlatma yoluna gitmiyorlar mı? İşte bu yüzden kavramlarda orijinalinden farklılaşma, coğrafi farklılıklar, Arapçayı bilmeme, orijinalinden uzaklaşmayı körükleyen faktörler haline gelmiştir.
Bu yazımı okuyan dostlarıma acizane tavsiyem, Salat(namaz) ibadeti için bir fatiha bir ihlas suresini Arapça olarak ezberlemeleri yeterlidir. Tüm güçleri ile bilgisi, kariyeri bilinen, Bilim adamlarınca kabul görmüş ilim adamları tarafından, çevirisi yapılmış Kur'an meallerini ellerinden düşürmesinler. Yine doğruluğu kesin olarak bilinen hadisleri de aynı şekilde her an akılda tutabilecek seviyede öğrenmelerini tavsiye ederim. Ayrıca hala Allah kavramını Tanrı kelimesi ile anlatmaya çalışanların, İslam’ın ruhunu anlamadıkları için kendi zihinlerinde vehmettikleri ve kurguladıkları Tanrı olgusunu, Allah ve İslam kavramları ile süsleyip anlattıklarını aklınızdan çıkarmayın. Daha sonra karşınıza çıkan her türlü öneri, teklif, bilgi ne olursa olsun bu teraziye vurularak değerlendirmeniz en doğru hareket olacaktır. Hem bu yaşamın, hem daha sonraki yaşamların kullanma kılavuzu bilgileridir bunlar. Ne olur ihmal etmeyin.
Sonuç olarak demek ki Din denilince; Allah’ın yarattığı varlık alemi, düzeni, bu düzene uymak için bilinmesi ve yapılması gerekenlerin tümünü Din kavramı olarak ifade ediyoruz. Bu düzenin isleyiş sistemine, programına İslam diyoruz. Her birimin bu sistemden anladığı, algılayıp idrak ettiği düzeye o birimin Müslümanlığı adını veriyoruz. Daha doğrusu ben bu sonuca vardım. Sizlerde kendi tarifinizi yaparsınız artık.
Her şey gönlünüzce olsun.

DİN KAVRAMI VE İSLAM – 3 –

Din kavramını iki kategoride incelemesini yapıyorduk. Felsefi olarak bakış açısını bundan önceki blogda incelemiştik. Bu blogda da ikinci bakış açısı, yani Bizzat Orijinal Vahiyle bildirilmiş, Resulü tarafından da bizzat yaşanarak açıklanan, bizzat insanın kendisine teklif edilen, Anayasa niteliğindeki Kur’an la da sabitlenen bir Din anlayışı olan İslam’ı irdeleyelim.
2 - Orijinal Kur’an ve Resulallah tanımlaması.
Din, anlam olarak batı dillerinde sıkı sıkı bağlanma anlamına geldiği halde Arap dilinde; Kanun, yol düzen sistem anlamında kullanıldığını biliyoruz. Ben de burada kanun, düzen, yol, sistem anlamına gelen bakış açısı ile ele alacağım.
Kur’an da Din kavramını değişik manalarda; Ceza, ödeşme, yargılama, tecziye (ceza veya mükâfat verme) yol, kanun, anayasa, ahlâki-manevi-dünyevi kanunlar bütünü, sistem, gidişat kulluk, itaat, sulh, düzen tarifi manalarında kullanıldığını görüyoruz. Buradaki ceza, bildiğimiz infaz yasası anlamında değildir. Yapılan bir davranışın karşılığını verme, iyilik anlamında da olsa, kötülük anlamında da olsa, bir davranışın karşılığının, hak ettiğinin, verilmesi anlamındadır.
Fatiha suresinde Allah; Din gününün maliki, meliki, sahibi idarecisi olarak ifade ediliyor. Benim buradan; Din kavramı adı altında ne kastedilirse kastedilsin hepsini yaratan, sahibi olan, tasarruf eden Allah’tır sonucunu çıkarıyorum. Kanun, yol, düzen, sistem manalarını da kastederek Allah’ın bildiğimiz ve bilmediğimiz yönleri ile yarattığı, boyut, katman, kesit gibi tüm ihtişamı ve yaşayan bilinçli varlıklarla dolu tüm varlık alemi ve düzenini DİN olarak kabul ediyorum. Yine bu düzenin şaşmayan sonsuza kadar süre giden işleyiş programını da İSLAM olarak tarif ediyorum.
Bunu şöyle daha iyi anlatabilirim herhalde. Teşbihte hata olmaz derler onun için sizde hoşgörün; Bildiğiniz gibi İnternet ve Microsoft sanal bir bilgi paylaşım platformu olup başlama noktası Bill Gates nin önce zihninde geliştirip ortaya çıkardığı bir olgu idi. Henüz uygulama safhasına girmeden önceki Bill Gates’in zihninde oluşturduğu hali düşünün. Zihninde sanal bir kainat var, işletim sistemi Windovs sayesinde bu sisteme uyum sağlamak şartıyla işleyen binlerce, milyonlarca program birimleri de var. İşte Bill’i bu konumda İnternetin (Haşa)Allah’ı olduğunu düşünün. İlk önce interneti zihninde yarattığı için, zihnindeki bu verilerin bulunduğu alan onun ilim alanı. Yarattığı sanal alem onun kainat düzeni, ( yani Din’i), bu düzenin aktif hale gelmesi, tüm programların çalışabilmesi için geliştirdiği işletim programı olan Windovs’u da İslam’a benzetirsek, anlatmaya çalıştığım temayı daha iyi anlayabilirsiniz. Şimdi bana, Bill Gates'in zihninde yarattığı sanal alemi ve programı, uyumlu milyonlarca program ayrı, Bill Gates ayrı ayrı varlıklardır diyebilirmisiniz, Yahut Bill Gates eşittir internettir diye bilir misiniz?
Hayalinizde canlandırabiliyor musunuz? Zihindeki tüm sanal internet alemini kainata, işletim sistem programına uygun yazılmış her programı da bilinçli, varlıklara benzetmeye çalışıyorum.
Büyük Veli İmam-ı Rabbani Hz. leri de kainatı, Allah’ın sanki gölgesi gibi düşünülebileceğimizi örnek vermiş. Gölge nasıl varlığın kendisinden ayrı değilse, ama aynı da değilse, Varlık alemi de Allahtan ayrı da değildir, aynı da değildir. Bunu idrak edebildiğimiz takdirde artık İslam’ı daha iyi anlamaya başlayabiliriz. İşte Tanrı kavramı ile Allah kimliği arasındaki ana fark ta burada açıkça görülmektedir. Tanrı kabulü; Varlık aleminden farklı bir yerde olan, adetleri azalıp çoğalabilen, cinsiyeti farklılaşabilen , ötedeki bir varlık olarak zihinde şekillenir. Halbuki Tevhid inancında Allah; Kendisinden başka bir varlığın olmasının mümkün olmadığı (Ahadiyet), varlık alemi ise kendi ilminde , (yine yukarıda Bill Gates örneğinde olduğu gibi benzetmeye gidersek, zihnindeki) İlminde yarattığı kainattır. Tüm birimleri bir düzen içinde yaratan, dilediği gibi tasarruf eden, yarattığı varlık alemi, ne kendisinden ayRı, ne de kendisinin ayNı olduğu bir ALLAH. Kendisini ancak, kendi tarif ettiği kadarıyla tanıyabileceğimiz ALLAH. Yarattığı bu kainatı da yine onun algılamamızı istediği, gösterdiği, programladığı kadarıyla tanıyabileceğimiz seviyede bir bilinç düzeyi, yeteneği, bu yeteneği kullanabilme tercihi, bu tercihi yine kendisine ait irade gücü sayesinde ana programı (İSLAM'ı) anlayabilme, çözümleyebilme, entegre olabilme, uyum sağlayabilme becerisi sayesinde dilediği yaşamı oluşturabilmeye kabiliyetli yaratılmış varlıklardan bir tanesi, bir program, bir birim de İNSAN.
Allah, yarattığı bu varlığa yani insana, tercih hakkını daha doğru ve güçlü kullanmasını sağlamak için özel olarak ana programa uygun yarattığı, algılama güçleri yüksek, sistemi yani İSLAM’ı değerlendirmesi bizzat kendi kontrolünde, yol gösteren, izlenmesi gereken yöntemleri, kuralları anlatan, sakınılması gereken tehlikeleri gösteren insanlar(Resul, Nebi )da yaratarak doğru tercihte bulunabilme şansını arttırmıştır.
İşte Orjinal Kur’an ve Resulünün tanımladığı, tarif ettiğini düşündüğüm Din ve İslam, kavramı olarak; Bilinen bilinmeyen tüm özellik ve ihtişamı ile kainat ve onun düzenini DİN, onun işleyiş programını da İSLAM olarak kabul ediyorum.
Biraz uzadı kusuruma bakmayın, İnşallah devam edeceğim.
Her şey gönlünüzce olsun.

DİN KAVRAMI VE İSLAM – 2 –

Din kavramının insanlar arasında farklı şekillerde algılandığı, doğru algılanılmasının hayati öneme sahip olduğunu irdeliyorduk. Çünkü yanlış idrak, ölüm ötesinde beklentilerden çok farlı ve hoş olmayacak şartlarla karşılaşılmasına , üstelik değiştirebilme düzeltme ihtimalinin kalmamasına sebep olacaktır.
Din tanımının tariflerine baktığımızda temel de iki farklı anlatım görmekteyiz.;
1 – Felsefi tanımlama,
2 – Orijinal Kur’an ve Resulallah tanımlaması.
1 – Felsefi Tanımlama:
Felsefe bilindiği gibi insanın tespit edip var kabul ettiği verilerin ışığı altında sorunlara çözüm arayan bilim dalıdır. Algılanamayan, ispat edilemeyen bilgileri kullanmaz. Felsefi görüşlerin değişmesi ancak dünyevi bilimlerin gelişerek yeni yöntemlerle varlığı ispatlanan olgulara göre değişebilir. Tanrı olgusunun kabulü bu bölüme girer. Hatta İslam’ı yorumlayan birçok din adamı da aynı hataya düşmüşlerdir.
İnsanları daha kolay ikna edebileceğini düşünen bu insanlar, Din kavramını mevcut bilgileri ve ait oldukları toplumların değerlerini kullanarak anlamaya ve anlatmaya çalışmışlar, yani Din kavramını kendi görüş açıları, yani felsefi olarak ele almışlardır. Detaylar ise tamamen insanların düşünce, vehim ve hayal gücüne odaklı bakış açısı ile senaryolaştırılmıştır. Ötelerde bir yerlerde varlığı kabul edilen, tapınılması gereken bir Tanrı olgusu yaratılmış, O Tanrı sonra izlemeye geçmiş, melekleri vasıtasıyla kontrol eden, elçileri vasıtası ile emir ve yasaklarını tebliğ etmiş bir tanrı. Yarattığı kullarından kesin itaat isteyen, Yine kullarının tapınmak suretiyle tazimde bulunmasını, kendisine adaklar vererek dilek ve temennilerini iletmelerini isteyen bir tanrı kavramı. Bu tanrının emir ve yasaklarını kapsayan tüm fiillerin toplamına da Din kavramı olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur.
Bu tür anlayış ilkel toplumlardaki anlayışla özde bir fark göstermez. İnsan gibi düşünen tanrı odaklı bir algılama şekli, ister gökte bir yıldızı, güneşi olsun veya söndüremediği bir volkanı tanrı olarak kabullensin, isterse cinsiyetini değiştirerek tanrıça adını versin, ötelerde, göklerde galaksilerde, boyutlarda, ayrı, farklı bir varlık kabulü şeklinde olsun, sonuçta değerler ve değerlendirmeler aynıdır. Hatta İslam’a inandığını söyleyerek bilgisizliği yüzünden zihnindeki bu şekilde bir inanca sahip olup, hayalindeki tanrısına Allah ismini vermiş olsa da fark etmez. Birçok yerde duyduğumuz hurafe ve batıl itikat dediğimiz davranışlar hep bu Felsefi bakış açısı ile oluşmuş din algılaması yüzündendir. İbadetlerini hayalindeki tanrısına tazimde bulunmak için yapar. Onun ne işine yarayacağını sorgulamaz bile. Böyle yaparsa, öldükten sonra kendisini ağırlayacak, kıyamet dediği varlık alemi tamamen yok olduğunda kendisini hurilerle dolu cennetlere koyacak beklentisi vardır.
Yine bu beklenti içindeki kişiler öldükten sonra uyuyacaklarını, kıyamet günü yeniden yaratılacaklarını, tanrının mahkeme kurup bizde olduğu gibi mübaşirli katipli bir yargılama yapılacağını, kıldan ince kılıçtan keskin bir köprü üzerinde cambazlık yapar gibi karşıya cennete gitmeye çalışacaklarını, kayıp ateşe düşenlerin yanmaları bitince peygamberinin elini uzatıp onları ateşten kurtaracağını anlatırlar. Gördüğünüz gibi bu anlayışa göre tüm kainat, insan- tanrı merkezli bir kainattır.
İnsanın bildiğini ve ispatladığını düşündüğü verilerle hayallerini evhamlarını birleştirerek kendince bir Din kavramı yaratmış kendini de buna inandırmıştır. Ne çare ki bu doğru olmayan batıl bir kavram olup gerçeklerle bir ilgisi yoktur.
Bundan sonrakinde ise Orijinal olan İslam’da yani Kur’anın ve Resulallahın bizlere fark ettirmeye çalıştığı Din kavramını okuduklarımdan anladığım kadarıyla izah etmeye çalışacağım.
Her şey gönlünüzce olsun.

DİN KAVRAMI VE İSLAM – 1

Hepimizin kullandığı bu DİN kavramına bir açıklık getirmek, Din dediğimiz zaman neden bahsettiğimizi, neleri kapsadığı gibi bilgilerin herkes tarafından aynı şekilde algılanmasını sağlamak gerektiğini düşünüyorum. En azından benim algıladığım şekli, bakış açımı göstermesi açısından. Araştırmalarımda Din kavramının sadece uluslar bazında değil, kişiler bazında bile kabulleniş ve ifadesi farklı olduğunu gördüm. Aşağıda bunlardan örnekleri okuyacaksınız;
1 - Din, kutsal şeylerle ilgili inanç ve amellerden mürekkep birleşik/bütüncül bir sistem olup dokunulmaz ve yasak kabul edilen şeylerle ilgili öyle bir inanç ve amellerdir.
. Emile Durkheim
2 - Din, daha kendini bulamamış veya bulmuşken yeniden kaybetmiş insanın öz bilinci ve öz duygularıdır.
Karl Marks
3 - Din, anlaşıldığı kadarıyla insanların çeşitli cemiyetlerde geliştirdikleri inanç, amel ve kurumlar bütünü olup bu inanç, amel ve kurumlar ampirik-araçsal anlamda akıl tarafından anlaşılabilir ve/veya denetlenebilir olmadığına inanılan insanların hayatlarının bu veçhesine ve bu tür durumlara cevap olarak geliştirilmiş kavramdır.
Talcott Parsons
4 - Din, insanı varlığının nihâî mevkilerine bağlayan sembolik bir şekiller ve ameller bütünüdür.
Robert Bellah
5 - Din, insan organizmasının kendi biyolojik tabiatını, objektif, ahlaken sınırlayıcı ve mânâ alemlerinin tümünü kucaklayan bir yapı sayesinde yüceltme kabiliyetidir.
Peter L. Berger
6 – Din; Tanrı'ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, diyanet" ve "Bu nitelikteki inançları kurallar, kurumlar, töreler ve semboller biçiminde toplayan, sağlayan düzendir.
Türk Dil Kurumu
7 - Din, akıllı kişileri, kendi hür seçimleriyle bizzat hayırlara sevk eden ilâhî bir kanundur.
(M. Hamdi Yazır)
8 - Din, kul ile Allah arasındaki muameledir.
(İmam Gazali)
9 - Din, irade sahibi varlıkların mânevi, idari, sosyal, iktisadi ve hissi yönleriyle hayatlarının bütününü tanzim için bilerek ve isteyerek uydukları kaideler bütünüdür.
Yeni Ümit der. Ali Ünal
10 – Din kelimesini; Ceza, ödeşme, yargılama, tecziye (ceza veya mükâfat verme) yol, kanun, anayasa, ahlâki-manevi-dünyevi kanunlar bütünü, sistem, gidişat kulluk, itaat sulh, düzen anlamında kullanan
Kur’an
11 - a) Din nasihattir.b) Din hayır ve şer için bir ölçüdür, şeklinde hadis örnekleri,
Hadis
12 – Din, üyelerine bir bağlılık amacı, bireylerin eylemlerinin kişisel ve sosyal sonuçlarını yargılayabilecekleri bir davranış kuralları bütünü ve bireylerin gruplarını ve evreni bağlayabilecekleri (açıklayabilecekleri) bir düşünce çerçevesi veren bir düşünce, his ve eylem sistemidir.
Ansiklopedi
Bu şekilde tarifleri uzatmak mümkündür. Bu bize, her kişi kendi bilgisi dahilinde, kendine özgü bir tarif yaptığı sonucunu veriyor. Öncelikle bu din kavramında mutabık kalınması, sonradan detaylandırılması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü böyle bir kavram kargaşasında insanlar, kendilerini din kavramı dışında algılamaya başlıyorlar. Anlatılan dini kavramları kendisini ve insanları etkilemek için, bizzat yine insanlar tarafından üretilmiş kavramlar olarak görüyor. Bu şekilde algılamasını destekleyen insan ve diğer varlıklar, insanın dini kavramlara inanmamasını, güvenin azalması, gelecek beklentisi olamayacağı düşüncesi ile yapması gereken çalışmaları da yapamadan ölüm değişiminden geçmesi sonucunu doğuruyor ki, zaten işin vahim tarafı budur.
İnsanların farklı algılama seviyelerinde yaratılmış olması, çevre şartları, eğitimleri itibarıyla, kavramların değerlendirilmesinde fark yaratıyor herhalde.
Ahmed Hulusi’nin bir teorisi vardı. Doğru anlamışsam; İnsanlar, biyolojik olarak tek hücreli canlılardan itibaren evrim geçirerek, biyolojik olarak insan görünümünde fakat hayvansı formda bir yaşam sürerken, bir kısmı yeni bir mutasyon geçirerek, ölüm ötesini algılayacak, düşünebilecek, hazırlık yapabilmeyi akıl edebilecek yetenekte insanlar haline geldiğini, her iki tür de bir arada yaşadıkları halde, genetik yapılarında ki oluşan bu küçük değişiklikten dolayı farklı insanlar olduğunu, bu fark sadece dünya hayatı ile sınırlı düşünebilen kısıtlı zihin kapasiteli insansı varlıklar ile, yaşanan dünya hayatından sonrada yaşamın devam edeceğine inanan ve o yaşam boyutlarını algılayan, insanları uyaracak, tavsiyelerde bulunabilecek (Resul, nebi, veli)kapasitede yaratılmış uyarıcılara inanan insanlar olarak tarif ediyordu. Zaten insan kavramında aranan özellikleri düşündüğünüzde inanç merkezli bir yaşam formunda yapılması zorunlu davranışlar olarak karşımıza çıkıyor. İşin püf noktası; İnsan fıtrat olarak, genetik yapısının kolaylaştırdığı bir şekilde, aklını ve mantığını kullanarak kainat düzen ve sistemini algılayabilecek, yorumlayabilecek kapasitede yaratıldığıdır. Aralarındaki fark sadece Din kavramına bakış açısı olarak, ilk sıralarda değil de daha düşük oranda veya hiç önem vermeme şeklinde ki bakış açısıdır. Zaten dünyaya geldikten sonra içinde bulunduğu toplum, çevre ve eğitimle şekillenen din idrakine sahip olma gerçeğini değiştirmiyor tabii.
İşte insansı formda yaşamakla, gerçek insan yaşam formu arasındaki fark buradadır. Günümüzde de bu iki tür birlikte yaşamaya devam etmektedirler tespitini de yapıyordu . Ben de şahsen bu görüşe katılıyorum. İnşallah bizler de bu insansı formdakilerden değil, eskilerin deyimi ile insanı kamil yolunda olabilenlerden oluruz. Aksi halde işimiz bitiktir.
Bu konunun önemine binaen bir süre Din konusunu irdelemek istiyorum.
Şimdilik burada kesiyorum. Devam edeceğim inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

KİME İNANIYORUM

İnançlar konusunda dediğim gibi önce DİN kavramının nasıl ele alınması gereğini kesin olarak tespit etmemiz gerektiğini yazmıştım. Tabii daha önce de Din kavramını yaratan, uygulamaya koyan varlık hakkında bilgi sahibi olmamız onu tanımamız gerekiyor.
Bugün Tanrı, İlah, Allah kavramlarını, yani KİME inandığımı irdelemek istiyorum. Okuyucular arasında yanlış düşüncelerim olursa düzeltmek için lütfen yardımcı olsunlar.
Din denince Tüm kainatın bildiğimiz ve bilmediğimiz tüm boyutlarıyla var oluşunu, düzenini kabul ediyorum. Bu düzenin işleyiş sisteminin adı da "İslam" dır diyorum. Tüm bunları kendi ilminde yaratan, programlayan, her an yenileyip güncelleyen varlığın adına da Allah diyorum. İşte Kime inandığım sorusuna kendimce verdiğim en kısa cevap.
Burada Tanrı, İlah kavramları kafa karıştırıyor. Kimine sorduğumda Tanrı, İlah, Allah aynı anlama gelen kelimelerdir diyor, Kimi Allah'tan başka ilah yoktur diyor, Kimi Tanrı ilah yoktur sadece Allah vardır diyor. Uygulamalara bakıyorum Tanrı kelimesi çok kullanılıyor. Kitaplarda, eğitimde, Askerin yemek duasında bile Tanrı kelimesi kullanılıyor. Edindiğim intiba, herkes kafasında bir Tanrı, İlah şablonu çiziyor, buna bazen Tanrı diyor, bazen İlah oluyor, bazen Allah ismini veriyor. Yani tam olarak bilmiyor. Ben de en azından kendimi ikna etmek, mümkün olduğunca en doğrusunu bulmak için araştırdım.
Tanrı, İlah; Tapınılan varlık anlamına geliyor. Yani çeşitli söz ve davranışlarla öğülen, yüceltilen, büyütülen, bunun karşılığında da tapınan kişinin arzu ve istekleri doğrultusunda karşılık vermesi beklenen varlık. Bir başka yerde, boyut veya mekanda varlığı kabullenilir, emirlerini yarattığı melek vasıtasıyla görevlendirdiği elçisine bildirerek insanlara tebliğ eder. Kabul edenlerin isteklerini yerine getireceğini, kabul etmeyenleri ise cehennem dediği işkence odasına atacağını bildirir. Yarattığı kainat, insan, kendisinden farklı adeta patron işçi gibidirler.
Bu konuda A.Hamdi Yazır'ın Kur'an Dili eserinde, Gazali'nin İhya'sında, Şah Veliyullah Dihlevi'nin eserinde, yani ilmi kariyeri tartışma götürmez kaynakların hepsinde Allah, kendine özgü bir varlığın ismidir. Hiçbir şekilde Tanrı, İlah kelimeleri, Allah Kavramının ifade ettiği anlamı karşılamaz deniyor. Tanrı, İlah kavramları; insan zihninin yarattığı isimler olduğu, Allah isminin ise bizzat isimlenen varlık tarafından beyan edildiği anlatılıyor. Üstelik bu isim ait olduğu Varlığın, diğer değişik anlamlar içeren isim ve sıfatların tümünü kapsayan bir isim olduğu açıklanıyor.
İslam Vahye dayanan bir Din olduğuna göre işin doğrusu da böyle olması gerektiği sonucu çıkıyor. Bilgisayar programı ve onun yazılımını yapan kişi örneğini tekrar düşündüğümde Tüm bu düzeni yaratan, programını yapan, işleyiş sistemini düzenleyen, izleyen, güncelleyen Varlık; Allah İsmi ile işaret edilen varlıktır(Bu deyim Ahmet Hulusinin) Bize kendisini ne kadar tanımamızı istemiş ve bildirmişse ancak o kadar tanıyabileceğimiz bir varlık.
Emir ve yasaklar ve ibadetler konusunu sonra irdeleyeceğim. Fakat şunu söyleyeyim kesinlikle tapınma eylemi olmadığını biliyorum. Çünkü çıkan sonuçlar Allah'ın Tapınılacak bir Tanrı olmadığını ortaya koyuyor.
İşin bu noktasında Tevhid inancı dediğimiz kavramı incelememiz gerekiyor. Bundan sonra İslam’da tevhid’i konu olarak alacağım inşallah.
Her şey gönlünüzce olsun

11 Mayıs 2008 Pazar

NEDEN İNANIYORUM

Kendimi bildim bileli en merak ettiğim alan inançlar olmuştur. Neye inanıyorum, neden inanıyorum diye. Yaklaşık 20 yıldır giderek artan bir oranda araştırıyorum. Yakın zamana kadar Kitapları kullanarak yapıyordum. 2 – 3 yıldır da internet sitelerinde bu tür fikir jimnastiği yapılan siteleri izliyorum. Hatta bazen İlahiyatçı ilim adamlarına sorular soruyorum. Pek cevap alamasam da hiçbir zaman yılmadım. Onlara da hak veriyorum. Herkes gibi soru sormuyorum, tabiiki cevapta alamıyorum.
Din deyince önceleri insanlık tarihinin zaman içinde inanma içgüdüsünden doğan ihtiyaçlarla düşünen beyinlerin yarattığı davranış ağırlıklı bir terim olarak düşünürdüm. Güç yetirilemeyen objelere kutsiyet yükleyerek korkularını davranışlarla baskı altına alma, peşinden de bu korkuları kendi menfaatleri için kullanan "İLAHÇI" kesim. Bunların aralarındaki rekabet nedeniyle çoğalan tanrı, ilah imajları. Daha sonraları bu yöntem gelişerek daha büyük kitleleri etkileri altına alma, kullanabilme amacına yönelik olarak tek tanrılı din olgusunun çıktığını düşünürdüm.
Beni bu düşüncelerden vazgeçiren şey; itiraz kabul etmeyecek bilimsel gerçekler ve kainat oldu. Mesela algıladığımız madde boyutunun atomik yapıda olduğu ve atomun da elektromanyetik enerjinin aşırı yoğunlaşması sonucu meydana geldiği. Çok çeşitli enerji çeşitlerinin tespit edilmiş olması, bunların birbirlerine dönüşür durumda oluşu, Biz insanların da bedensel olarak atomik yapıda olduğumuz gerçeği, yok olma diye bir şeyin olmayacağı, ayrıca Evrimcilerin iddia ettikleri gibi "TESADÜFEN" oluşan bir kainatı olamayacağı, Süre giden bir düzenin varlığı, son bilimsel gerçeklerle de kesinleşen kainatın holografik bir yapıda olduğu, varlığı olan her birimin özelliklerinin tüm birimlerde aynen var olduğu, yani tümel bütün bir yapı olduğu sonucuna varılması, Bütün bunlar Evrenin insan etrafında oluşan bir yapı olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Evren'de her şey o kadar uyum içinde, o kadar birbiri ile girift, o kadar mükemmel ki; Tesadüf ihtimali mümkün değil. Canlılara bakıyorsunuz, yaşadığı zaman, iklim, doğal şartlar dikkate alındığında vasıfları mükemmel. Uzay'a, yıldızlara bakıyorsunuz mükemmel, İnsan'a bakıyorsunuz mükemmel. İşte o zaman bunları yaratan, programlayan, izleyen, kontrol eden ve yenileyerek devam ettiren bir gücün varlığını hissediyorsunuz. O zaman bu düzenin varlığı ve devamı için bir sistemin, programın olması gerektiği akla geliyor. Gerek insanın gerekse diğer canlıların işleyiş, yani yaşaması, genetiğindeki program çerçevesinde olduğunu biliyoruz. Bundan da; Her şey bir program çerçevesinde gerçekleşiyor sonucuna ulaşıyorsunuz. Hadi siz kendiniz bu sonuçlara ulaştıktan sonra inanmayın bakalım, sonra da akıllıyım diye ortalıklarda dolaşın. Ben yapamadım.
Kavramlar bilinç ortamında bu şekilde yerine oturmaya başlayınca Din olgusuna bakış açısı da değişiyor. İşte o zaman "Ben neye inanıyorum, ne yapıyorum, neden yapıyorum" sorularının cevaplarının zorunluluğu ortaya çıkıyor. Çünkü hayat devam ediyor. İnsan doğmadan da hayat vardı, ölüm değişiminden sonrada var olacağı kesin. Üstelik evrenin merkezinde bir varlık değil, tam tersi yapı olarak en altta bulunan bir varlık. Ancak kendisine öyle yetenekler ve güçler verilmiş ki, bunları doğru kullanabildiğinde çok yüksek seviyelere ulaşabilecek durumda. İnsan sadece şu an yaşadığı boyut kesitinde hiyerarşik düzenin en üst basamağında, Bir üst boyuta hazırlıksız geçiş yaptığında o boyut içinde yaratılmış varlıkların yanında insanın esamesi bile okunmayacak bir durum söz konusu. İşte bu nokta da Din kavramının bize ne anlatmaya çalıştığını düşünmek gerekiyor.
Konuyu bu açıdan ele aldığınızda ölüm olayını sorgulamaya başlıyorsunuz. Günümüzde yaşamın; Tek boyut veya kesit içinde veyahut değişik boyut ve kesitler arasında enerji tabanlı bir yapıda bilinç olarak değişimler halinde sonsuza kadar devam eden bir süreç olduğunu biliyoruz. O zaman da değişim geçirip geçiş yapacağımız boyutu merak etmeye başlıyorsunuz. Sorular bir cevap bulduğunda bin tane soruyu birden yaratıyor. İpin ucunu kaçırmadan her sorunun cevabını diğerleri ile bir mantık sıralaması içinde bulundurabilmek ne kadar zor biliyor musunuz.
Bunu yaparken elden geldiğince güncel bilimsel verilerden uzaklaşmamaya çalışmak gerekiyor. Ama salt bilimle sonuçlara ulaşmak mümkün olmuyor. Salt dini kavramlarla da önceden yazılıp çizilenlerle de olmuyor. Eskiden sadece insan merkezli iki boyutlu bir evren varsayımına göre yapılmış açıklamalar. Kavramlar arasında kopukluklar yaratıyordu. Mesela İnsan, melek, ruh, cennet cehennem, bunların ne olduğu, nasıl oluşacağı konusunu ilk zamanlar çözememiştim. her şeyi yaratıcı güce yükleyerek o yapıyor, o ediyor diyerek işin kolayına sapmak ta bana göre değildi. Ne yapayım beni yaratan da meraklı yaratmış.
İşte bu aşamada aklıma benim gibi meraklı olup ta aradığı cevapları bulabilen biri varmı diye araştırdım. Çünkü biliyordum. İnsanların algılama kapasiteleri farklı farklı yaratılmıştır. Akıl melekesi kullanılarak ortaya çıkan her sorunun cevabı mutlaka vardır. Önceleri geçmişte kariyerini ispatlamış, kesin doğru açıklamalar olduğu tarihsel süreçte belirlenmiş değerli kişilerin eserlerini inceledim. Bu dönemimde Ahmed Hulusi’nin eserlerine denk geldim. Aradığım cevapların çoğunun güncellenmiş haline orada ulaştım. Allah kendisinden razı olsun. Beni çok dertten kurtardı. Ancak sorularım hala bitmedi bitmeye de niyeti yok gibi. Bu yüzden devamlı araştırıyorum.
Konuları birbirine bağlı mantık içerisinde tutabilmek için önce DİN kavramını açığa çıkarmamız, DİN kavramını nasıl algılamamız, kabul etmemiz gerektiğini kesinliğe kavuşturmamız gerekiyor. Bunu yapmadan detaylara girmek yanlış ve bağlantısız sonuçlara götürüyor.
İnançlar konusunda sizlerle bu aşamaları paylaşmak istiyorum. İnşallah sıkmadan bilgilendirmeyi başarabilirim. Şunu iyi bilin amacım vaaz vermek, inanca davet falan değil. Kendime öyle bir misyon seçmedim. Zaten Alim, hacı hoca falan da değilim. Bu yüzden yazdıklarım kesin doğrulardır gibi bir iddiam da yok. Herkesin doğruları kendinedir. Gerçek doğrular Allah indindedir. Ben düşünce bazında kalmak üzere kendimce mantıklı, yerli yerinde doğru bulduğum sonuçları paylaşmak istiyorum.
Şimdilik burada kesiyorum. İnşallah devam edeceğim.
Her şeyin gönlünüzce olmasını diliyorum.

10 Mayıs 2008 Cumartesi

ANNELER ÖZEL İNSANLARDIR

Pazar günü anneler günü. (Bu yazımı bilhassa günah sevap kavramlarına düşkün olanların okumasını tavsiye ederim.) Hem annelerin hem de çocukların yüreklerinin kıpır kıpır hareketlendiği gün. Annem sağ olmadığı için kıskanmıyorum desem yalan olur. Yaratan Allahın bile cennetini ayaklarının altına serdiği, Off..! bile dememizi istemediği annelerimiz.

Peki Allah ve onun Resulünün annelere neden bu kadar büyük değer verdiklerini hiç düşündünüz mü?
Dokuz ay on gün karnında taşıdığı için mi? Belki.
Bizi dünyaya getiren kişi olduğu için mi? Belki.
Doğduktan sonra büyütüp besleyen birisi olduğu için mi? Belki.
Yemeyip yediren, giymeyip giydiren kişi olduğu için mi? Belki.
Yaşı ne olursa olsun her an yardıma hazır olduğu için mi? Belki.
Hayatı pahasına bile olsa koruyup kolladığı için mi? Belki.
Bu saydıklarımızı istediğiniz kadar çoğaltalım, ama hiç biri istediğimiz tam gerçeği açıklamıyor.

Eski yazılarımı okuyanlar bilinç kavramı ve oluşumu ile ilgili yazılarımı hatırlar.(Bilincimiz 1 – 2 ) İnsan anne karnında 120nci gününde canlanıp insan hüviyetini kazandığında, sabit bir şifreye sahip bilinci de oluşur. Tıpkı Bilgisayarınızın internete bağlandığında size özel şifre gibi. Bilinç dediğimiz, enerji tabanlı yüksek frekansa sahip bir yapıdır. Bizim ben dediğimiz benliğimiz, zatımızdır. Bize gelen ve bizden çıkan her türlü yayın, bu frekansla mühürlenir. Dini literatürdeki sevap veya günah dediğimiz pozitif ve negatif enerjilerin transferi de bu şifre kullanılarak gerçekleşir. BİZE AİT olduğunun işaretidir.

İşte bu bilinç şifre frekansımızın en yakın olduğu frekans, annelerimizin frekansıdır. Dolayısıyla annenin çocuğuna karşı his, duygu, düşünce, dua ve temenni yönelimlerine karşı çocuğun yapabileceği bir şey yoktur. Onun için en doğru hareket, annenin negatif duygulara kapılmasını engellemektir. Tabii bu da ona özel ihtimam göstermekle mümkün olmaktadır. Daha sonra sırası ile baba, kan bağı olan diğer kardeş ve akrabalar yakın bilinç frekansında olan insanlardır. Anne, baba, yakın akrabalara özel ilgi bu nedenledir.

Peki bu nasıl gerçekleşiyor derseniz, sevap dediğimiz pozitif enerji kendimizin ve başka insanların sevindikleri, mutlu oldukları, rahatladıkları durumlarda beynin ürettiği bir enerjidir. Tabii bunun tersi de günah dediğimiz negatif enerji üretimine sebep olur. Bu pozitif enerjileri hem bu yaşamımızda, hem de ölüm ötesi yaşamda olmazsa olmaz ihtiyacımız olan enerjilerdir.

Bir enerji bulunduğu noktadan transfer olduğu diğer uca ne kadar yakınsa o kadar kuvvetli ve saf olarak ulaşır değil mi. İşte annelerimizden başlayarak bizim bilinç frekansımıza yakın frekanstaki kişilerin ürettiği bu enerjiler, bize o derece kuvvetli ve saf olarak gelecektir. Annelerimizin en ufak bir kırgınlığı halinde bize istemeden bile olsa yönlendirdiği negatif enerji, elimizin ayağımızın dolaşmasına sebep olur. Kuranda Off..! bile demenin yasaklanması bundandır.

Annelerimizi ihmal etmeyelim. Günümüzde insani ilişkilerde büyük bir dejenerasyon yaşanıyor. İnsanlar birbirlerine iyilik yapmaya bile cesaret edemiyor. Anne baba ve yakın akrabalar, bizler için son ümit. Onları ne kadar çok mutlu edebilir, yakınlık gösterebilirsek o kadar çok faydamız olacaktır. Hiç değilse bildiğimiz, güvendiğimiz insanlardır onlar.

Kendini yalnız hissedenler, ana baba ve yakınlarından uzak olanlar, huzur evlerindeki yaşlı anneleri, hastanelerdeki insanları sık sık ziyaret edip kendi bilinçlerini şarj etmelidirler. İnanın buna çok ihtiyacımız var. Bir hediye almaktan ziyade “Anneciğim seni çok seviyorum” diye kendisine sarılmanız onun mutluluğunu tavan yaptıracaktır. İnanın sevgiyle dokunmak, alacağınız en pahalı hediyeden, sıralayacağınız en iltifatkâr sözlerden çok daha etkilidir. Adeta iki nokta arasında enerji arkı oluşturur. Bu da zor bir şey olmasa gerek

Tüm annelerin ellerinden öper, her şeyin onların gönüllerince olmasını dilerim.

9 Mayıs 2008 Cuma

İNANMAK VEYA İNANMAMAK İŞTE...

İnanma duygusu son bilimsel verilere göre genetik olarak gerçekleştiğini öğrendik. İnanç geni aktif ise salgıladığı hormon sayesinde İNANMA yönünde pozitif olunabiliniyor. Gen pasif ise inanç ve inanmakla ilgili kavramlara pozitif bakmama şeklinde gerçekleşiyor. Yani gen pasifse, ne kadar anlatırsanız anlatın, hangi delili getirirseniz getirin nafile.
Aslında bu bilgi İslam dininin öğretilerine de uyuyor. Orada insanın yaratıldığı anda Sadî mi, şakî mi olduğu belirlenir deniyor. Dolayısıyla insanlara sen neden inanıyorsun veya neden inanmıyorsun demenin bence bir anlamı yok.
Forumda bir arkadaşla bu konuyu tartışmıştık. O İnsan biyolojik, maddi bir canlıdır. Beyni ile doğruyu yanlışı ayırt eder, ölümü ile de yok olur diye ısrar ediyordu. Hem de üniversite talebesi. Bir an bilgisini kullanarak ikna edebileceğimi düşünmüştüm. Madde denilen şeyin atomlardan meydana geldiğini, onunda çeşitli elektro manyetik enerjilerin değişik şekillerde yoğunlaşmasıyla meydana geldiğini, dolayısıyla kainatın bir enerji dönüşüm sistemiyle varlığını sürdürdüğünü, bizlerinde bu enerjinin bir parçası olarak farklı frekans boyutlarında yaşamın süreceğini, asla bir son olmadığını anlatmaya çalıştım. Biz insanların bir sonraki yaşam aşamasına, şu anda sahip olduğumuz biyolojik bedenimiz, bilhassa beyin sayesinde bir sonraki aşamaya şimdiden hazırlanma şansımız olduğunu anlattım. Bedenin kolu bacağı hatta beynin yarısı bile alınsa idrak kaybolmadığını, çünkü onun Ruh bedenimizin özelliği olduğuna bir türlü inandıramadım.
Aslında arkadaşım Dini bugün anlatılan şekliyle yarım yamalak öğrendiği için mantıksal bir bütünlük kuramamış, Bu nedenle de kendini bu tür bilgilerin tümüne kapatmış. Hepsine safsata deyip geçiyordu.
Haklıydı da. Bugün sanki göklerde bir yerde veya boyutta bir tanrı varmış, biz insanları, yeri göğü o yaratmış, tapınmamızı isteyen, yapmadığımız zaman kızıp ortalığı dağıtan, dünyada elinden kaçırdıklarını ölünce yakalayıp sorgulayan, beğendiklerini, yan gelip yatacakları, bilmem kaç bin huriyle sonsuza kadar zevku sefa içinde yaşayacakları cennetlere koyacak olan bir tanrı, Halbuki cinsellik, kadın, erkek, mal, mülk bu dünya yaşamının özellikleridir. Çoğalma, nesli devam içgüdüsünün gereği olan hususlar.Tıpkı tüm diğer hayvanlar gibi. O boyutta artık çoğalma ve biyolojik olarak bedenleşme yok. O zaman bu tür istek ve arzularında bir önemi kalmıyor. Kızdıklarını ise altında kızgın ateşler yanan kazanlara atacak bir tanrı kavramı.
Ha.. bir de emirlerini ve yasaklarını yazdığı kitap ve onu getiren postacısı var. Böyle bir kavrama ben de inanmıyorum. Yalnız ben kendimi kapatmıyorum. Araştırıyorum. Çünkü inanıyorum ki ölümle her şey bitmiyor. Tam tersi yeni başlıyor. Tıpkı Kozasındaki ipek böceği gibi; kurtcuk ölecek ama, o kelebek olup uçacak. Bizim de bedenimiz ölecek, çürüyecek ama ruh sonsuza kadar yine kendi bilincinde yaşamına sonsuza kadar devam edecek. Bilmem gereken bundan sonraki aşamada ne konumda olacağım. Ekvatora veya kutuplara zorunlu yapılacak bir seyahat varsa ve siz gereken hazırlığı yapmamışsanız, yaşamınız çekilmez olur, yani cehenneme döner. Yaparsanız, keyfini sürersiniz. İşte kainatı yaratıp programlayan Varlığın yani Allah’ın sistemi, sünnetullahı bu. Onda da bir değişiklik olması söz konusu değil
Sevgiler saygılar. Her şey gönlünüzce olsun.

6 Mayıs 2008 Salı

İNSANA BENZEMEK VEYA İNSAN OLMAK

Bugün insan kavramını ele alıp incelemek, genellikle hepimizin kullandığı İNSAN OLMAK kavramını yorumlamak istiyorum. Bu anlamda İnsan olmak demenin; bedensel olarak insana benzemek olmadığını kabul ediyorum.
İnsanın en önemli özelliği olan akıl faktörünü ön plana alırsak. Akıl; Olayları ele alış açısından derinliğine ve geniş açılı olarak algılama, sebep ve sonuçlarını tayin edebilme, ileriye dönük önlemler alabilme gücüdür. Bunun sayesinde yaptığı hatalardan sonuçlar çıkararak tekrarlamaması gibi, kendisine yönelik teklifleri de aynı şekilde değerlendirerek kendi menfaatlerini koruyup kollayabilme özelliğidir.
Yalnız burada akıl ile zeka genellikle karıştırılıyor. Halbuki zeka anlık algılamaları menfaatine yönelik değerlendirme demektir. Derinliğine değil yüzeyseldir. Zeka fotoğrafı görür, akıl hem fotoğrafı hem makineyi, hem çekeni hem de fotoğrafı oluşturan objeleri algılar, değerlendirir.
Şimdi biraz büyük ve çevresel düşünelim; İnsan aklının gereği olarak bugünün bilimsel gelişmeleri altında Kainatın; algılayabildiğimizin çok fevkinde bir derinlikte ve genişlikte sonsuz sayıda boyut ve katmanlardan meydana geldiğini biliyoruz. Onun da bir işleyiş sistemi olduğunu kabul etmemek akılsızlık olur. Son bulgulara göre Kainat; holografik özellik taşıyan bir şekilde, enerji tabanlı olarak birbirlerine dönüşüm şeklinde süregelen ve giden, bilinçli yaşam dediğimiz formatta bir hareketliliğin var olduğu bir kainattır. İnsan dediğimiz varlıkta kapasite olarak bir üst boyut veya başka bir kesite geçebilecek özellik ve formatta yaratılmış bir varlıktır. Algılayabildiğimiz bu kesit, İnsanın bir üst yaşam formunda, bilinç ve beden varlığını oluşturduğu, kısa bir an için bulunduğu bir kesittir. Diğerleri(Bitki, hayvan, tüm atomik varlıklar), varlık ve bilinçleri bu kesitle sınırlı olan varlıklardır. Bunlar bilimin ve aklın gereği olan gerçeklerdir. Birçoğu değiştirilmiş olsa da din olgusunun insana fark ettirmeye çalıştığı budur. Kainatı yaratan, sistemi kuran, programı yazan bir varlığın olması gerçeği, biz insan cinsini de bu sistemi algılayabilecek çözebilecek, kullanabilecek, en iyi şekilde kendisini sisteme entegre edebilecek yetenekte yarattığı yorumunu yaparak kabullenmekte, yine aklın gereğidir.
Şimdi kendimizi(haşa) O varlığın yerine koyup düşünelim. Yarattığımız kainatın bu kesiminde bir üst kesit veya boyuta geçebilecek kaabiliyette bir varlığı yaratmış kabul edelim. Bizi algılayabilecek, yaptığımız programı okuyabilecek, sistemin inceliklerini çözerek zorunlu olarak geçeceği üst boyutta kendi istediği şekilde bir yaşam sürebilecek bir varlık. Hem biyolojik olarak diğer canlılar gibi özellik ve yeteneklere sahip, hem de kendisininki dahil tüm diğer varlıkları da kendi istekleri doğrultusunda kullanabilen akıllı ve zeki bir canlı. Yani İnsan.
Yavaş yavaş kendimizi ve çevremizi okumaya başladık sanırım. Yaşadığımız ve algılayabildiğimiz bir dünya ve uzayın oluşturduğu atomik yapıda bir evren var. Bu atomik evren ise enerji tabanlı bir oluşum olduğunu da biliyoruz. Bu yüzden diyebiliyoruz ki evren; sınırlarını bilemediğimiz için sonsuz kabul ettiğimiz kainatın küçük bir kesiti. Bu kadar kapsamlı bir kainatın tesadüfler şeklinde oluşmayacağı ise zaten aklın gereği. Yani kainatı bir yaratan, onu programlayan, işleten, tasarruf eden bir varlığın mutlaka olması gerekir. O da Allah olarak adlandırdığımız varlık.
Dikkat edelim Tanrı veya ilah değil. Çünkü onlar insan zihninin yarattığı hayali varlıklardır. Onların yarattığı, ortaya koyduğu kendilerini işaret eden bir şey yoktur. Kainattaki her şey, bizim gibi YARATILMIŞTIR. Dolayısıyla Tanrı, İlah diye bir varlığın olabilmesi akıl dışıdır.Olmadığı için de tapılacak, saygılar sunulacak, hediyeler ikram edilecek tanrı, ilah yoktur. Bugün orijinal olmasa bile anlatılmaya çalışılan İslam dinine göre de ibadet adı altında yapılması zorunlu davranış şekillerinin bir tanrı veya ilahı memnun etmek, gönlünü almak, rızasını kazanmak için değil; Kendisinin bir sonraki yaşam boyutunda rahat ve huzuru için mutlaka gerekli özelliklerin bu yaşamında kazanabilme çalışmalarıdır.
İşte tüm bunları kavrayabilen, istemese bile zorunlu olarak geçeceği bir üst boyutu düşünerek kendini ona göre hazırlama gayreti içinde olan varlık aklını kullanıp geleceğini düşünebiliyor demektir ki, bu özelliğinden dolayı kendisine gerçek İNSAN adını veriyor; Bedensel olarak aynı özellik ve yeteneklere sahip olduğu halde, yaşamını sadece bu dünya yaşamıyla sınırlı kabul ederek, davranışlarını da bitki, hayvan adını verdiğimiz canlılar gibi hormonlarının dürtüleri ile davranan, içgüdüleri ile yaşayan varlığa da İNSANSI diyoruz. Aslında bunu ben değil, Ahmed Hulusi diyor. Ben de daha iyi ifade edemediğim için onun ifadesini benimsiyorum.
Bugünün dünyasında kendimizi ve birlikte yaşadığımız bireyleri, davranışlara bakarak İNSANSI bir yaşam formuna göre mi, yoksa gelecek yaşamını düşünüp araştırarak hazırlık yapan, eski tabirle insan-ı kamil yolunda olan İNSAN’ mı olduğunu algılayabiliriz.
Şöyle ki; Yapılan bir davranış, sarf edilen bir söz, hatta düşünce bazında; Amaç, sadece dünya yaşamına yönelik beklentiler içerisinde kalıyorsa, hayvansı zeka düzeyinde kalmış, görünüşte faydalı bile olsa sonuçları hesaplanmamış davranış türü olduğuna, yani insansı bir yaşam biçimine; Bunun aksi ise, yani sonuçları hem bu yaşamda, hem de sonraki yaşamında faydalanabileceği şekli hesaplayan kişi konumunda ise akıla dayalı insanca yaşamı benimsediğine karar verebiliriz.
Şimdilik burada kesiyorum. Selam ve saygılarımla, her şey gönlünüzce olsun.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

EVLİLİK - 3 -

Evlilik sosyal olarak insanların bir arada huzurlu olarak yaşayabilmeleri için olmazsa olmaz kurumlarından biridir. Her ne kadar bugün bu önemden eser kalmamış olsa da, vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. İnsan dediğimiz canlı da nihayetinde bir hayvandır. Hormon ve içgüdülerinin dürtüleri ile yaşamına yön verir, değerlendirir. Diğer canlılarda gerek içgüdü ve gerekse hormonsal aktiviteleri sabit olduğu halde, insanınki kendi isteği veya çevre etkileri ile değişebilen bir karaktere sahiptir. Doğal hiyerarşik düzenin en üstünde bulunan erkek, en fazla etkilenen, kontrolü en kolay bozulan canlıdır.
İnsanı biz sadece bedensel olarak ele alıp değerlendirdiğimiz için, bedeni kontrol eden içgüdü ve hormonsal dürtülerini etkileyen bedensel ve çevresel etkenleri önemsemiyoruz. Örneğin en kolay etkin olabilen cinsel dürtüler, erkekte sadece hayal kurmakla bile bedenindeki elektrik seviyesini arttırır. Bedenin otomatik olarak ürettiği meni dediğimiz salgılar sistemli olarak atılmadığı takdirde kişide hem bedensel hem psikolojik olarak rahatsızlık yaratır. Agresifleşme, olaylara negatif yaklaşım, çabuk parlama, hatta kırıp dökme, parçalama isteğinin artması şeklinde psikolojik olarak etkilendiği gibi, kasıklarda ağrı, baş ağrısı, ateş yükselmesi tansiyon artması şeklinde organik rahatsızlıklar oluşur. Organik rahatsızlığı kadınlara şöyle anlatabilirim, Süt veren bir anneyi, bebeği yeteri kadar emmediği takdirde memelerde biriken süt nasıl rahatsızlık veriyorsa, erkekte de bedende biriken meni, oran olarak aynı rahatsızlığı verir. Hatta memeyi süt çekme pompaları ile boşaltınca kadın rahatlar. Erkekte ise, ister elle, ister aletlerle meniyi boşaltmak, tam rahatlık sağlamaz. Erkek bedeninde birikmiş elektriğin ancak kadın bedenine teması halinde deşarj olur. Bu nedenle erkek kadına mecburdur.
İnsanlar arasında yanlış bir kabullenme var. Efendim sex, ancak eşlerin karşılıklı olarak kabullenip müşterek yaşayacakları bir eylemdir derler. Bu yanlıştır. Bilhassa erkek için yemek yemek gibi, su içmek gibi ihtiyaçtır. Ancak bunu müşterek zevk haline getirebilir. Kadın sex e erkek kadar sık ihtiyaç duymaz. O nedenle de kadın, sexin erkek için neden bu kadar önemli olduğunu anlamakta zorlanır. Hatta bu yüzden çoğu kadınlar genelde erkeğin sex talebini silah olarak kullanıp isteklerini kabule zorlamaya çalışır. Bir kadın, erkekte; Mutlaka maddi veya manevi çıkar edinmek için sex yapıyor, sanki lütfediyormuş gibi davranıyor, küçük ve zayıf gördüğünü hissettiren bir davranışta bulunuyor kanaatı uyandırmışsa, artık o kadının kaç yıllık evli olursa olsun, bir önemi kalmamıştır. Böyle bir davranışın sonucu aldatma ve boşanma sebeplerinin en başında gelir.
Evliliklerde cinsel yaşam bunun için hayati önem taşır. Evli hanımlara veya evlenmeyi düşünen Hanımlara tavsiyem, unutmayın erkeğin sex ihtiyacı her yaşta mutlaka vardır. Erkeğinizi dolu silahla yani rahatlamamış bir şekilde bıraktığınızda onu kaybetmeye başlarsınız. Eskiler onun için erkek, kadını at sırtında arzu etse kadın mutlaka kabul etmelidir şeklinde açıklamışlar.
Gazetedeki haberde sadece yaşam süresinin uzamasının ispatlandığını okuduk. Doğrudur. Sadece fiziksel yaşamın uzaması değil, negatif elektriksel yükün deşarj edilmiş olması, erkeğinizi yumuşak başlı sevecen hale getirir. Onun için ne yapın edin, ister sevişerek, ister masajla ama mutlaka bedensel olarak dokunarak hoş görü ile onu rahatlatın. Yalnızken sohbetlerinizi birbirinize dokunarak, sarılarak yapın. Yatakta sevişmeseniz bile elleriniz birbirinizin bedeninde, hatta cinsel organında olsun. Akşam eve geldiğinde veya sabahleyin işe giderken sarılıp öpmeden evden çıkmasına izin vermeyin. Erkek deşarj olmamış, rahatlamamış bir şekilde evden çıkarsa içgüdüsel olarak mutlaka bir şekilde bunu sağlamaya çalışacaktır.
Evin dışında nikahsız, yani toplumun birlikte olmaya psikolojik olarak onay vermediği kadınlarla birlikteliğinde ise erkeğin de kadınında bedenlerindeki negatif elektriklenme nötr olmaz, deşarj olmaz, bilakis artar. Kısa süren maddi rahatlamanın yanı sıra yanlış bir şey yapıldığı duygusu, pişmanlık bunun göstergesidir. Bu negatif aşırı yüklenme, hem erkekte hem kadında onarılmaz deformasyonlara sebep olacaktır. Bulaşıcı cinsel hastalık ihtimalini saymıyorum bile.
Sağlıklı ve sevgi dolu bir yaşam için biliyorum kadınlara daha fazla iş düşüyor. Onun için yuvayı dişi kuş yapar dememişler mi. Erkekte kadında hem kendilerini hem de eşlerini iyi tanımaları, ihtiyaçlarını iyi bilmeleri. İsteksiz de olsa bunu hissettirmeden yardımcı olmaları gereklidir. Yazılı ve görsel basının en güzel kadınları üstelik çıplak olarak her yerde insanların gözünün içine sokması, erkekler için ne kadar acı verici bir düşünsenize. Cinsellik belli bir noktadan sonra artık kontrol edilemez bir dürtüdür. Zayıf kişilikli olanların sapıklıkları bunun bir sonucudur.
Lütfen sevdiğiniz eşinizi, erkeğinizi dolu ve gergin olarak kendi haline bırakmayın. O çekinip istemeyebilir. Siz bu işi üstlenin. Çamaşır yıkamak, ütü yapmak, ev temizliği yapmaktan daha kolaydır. Ama erkeği sizin köleniz yapar.
Her şey gönlünüzce olsun.

EVLİLİK - 2 -

Evliliği düşünen, evli olan kardeşlerime mutlu olmaları için dikkat etmeleri gereken konuları hatırlatmaya çalışıyordum. Evlilik bambaşka bir kavramdır. Bilinmezliklerle dolu bir alemdir. Eşler ya birbirlerinin, zaaflarını zevklerini, hobilerini, ilgi alanlarını, sevmediği, sevdiği söz ve davranışlarını iyi bilecek, onları kullanarak eşini mutlu ederek kendide mutlu olmayı başaracak; Yahut bir taraf hiçbir itiraza gitmeden diğer tarafın kararlarını olduğu gibi kabullenmesi, bulduğu ile yetinip mutlu olmayı deneyecektir. Siz de, eşiniz de, çocuğunuz da tek başına "birey" dir. Doğruları, yanlışları kendi beynindeki veri tabanına göre oluşur. Hayata herkes kendi penceresinden bakar. Evlilik kurumunda bireylerin birbirlerine bakış açısı, bireyleri olduğu gibi kabullenilmesi şeklinde olmalıdır . Unutulmaması gereken tek bir kural olmalıdır. "Siz eşinizi ne kadar mutlu ediyorsanız sizde o kadar mutlu olursunuz." Önemli olan ortak noktaları tespit edip ona göre ortak kurallar koyarak eşlerin bu kurallara sadık kalmaları gerekecektir.
Bir kitapta okumuştum. Bir annenin evlenecek kızına tavsiyelerde bulunurken "Sen kocana kul ol ki, kocan da senin kölen olsun" Çok anlamlı bulmuş, ne anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışmıştım. İlk anda kızını kul köle mi olmasını öneriyor diye aklıma gelmedi değil. Ama düşününce ve yaşadığım hayatı daha dikkatli izleyince ne demeye çalıştığını ve sonuçlarını anladım. Eşim benim verdiğim bir karara itiraz etmeden kabullendiğinde ona karşı eziklik minnet duyuyordum. Eşimden gelen bir temenni, bir dilek sanki emir gibi geliyordu. Hani derler ya iki elim kanda olsa diye, onun gibi her şeyi bırakıp o dileği yerine getirmeye çalışıyordum. Beklentim" onun beni kırmadan itiraz etmeden kabullenmesi " davranışını sürdürmesi idi. Aksi davrandığında öyle hissetmiyor, isteksizce, kararımı kabullenmiş olsa da beni tatmin etmiyordu.
Eşler birbirleri ile yan yana değil de iki rakip gibi davrandıklarında hayat çekilmez olur. Cehenneme döner. Her iki tarafta aslında birbirine güvenmek, dayanmak ister. Lakin illa da benim isteklerim ön planda olsun ister. Hani bazen duyarsınız. Bilhassa bekar kızlardan. " Efendim karşılıklı oturup konuşarak tartışarak hangi taraf daha mantıklı ise onun kararı uygulanır." derler. Yanlış. Siz dünyanın neresinde gördünüz, karşı tarafı suçlamak amacı hariç "evet ben yanlış düşünmüşüm. Özür dilerim" diyebilecek bir babayiğidi?
Yapılacak şey; Fikri ileri sürene hiçbir zaman kesin ifadelerle karşı çıkmayın. Diyelim ki o fikre katılmıyorsunuz. Olsun siz kabullenmiş görünün. Bir şey kaybetmezsiniz. Biraz zaman geçtikten sonra "Hayatım böyle istemiştin ama şöyle yapsak daha iyi olmaz mı " ikazını yaparsınız. Böyle bir davranış sizi eşinizin gözünde gerçekten saygın bir noktaya getirir. Kendisine inandığınızı, desteklediğinizi, sevdiğiniz için hata yapmanızı istemediğinizi düşündüreceksiniz. İyi bir kazanma şekli değil mi.
Her şey gönlünüzce olsun.

EVLİLİK - 1 -

Evlilik konusunda 26 yıllık bir tecrübem olduğuna ve şu an iyi gittiğine göre bazı tavsiyeler yazabileceğimi düşündüm. İnsanların erkek olsun kadın olsun evlenmek istediklerini biliyorum. Bu gayet masumane ve güzel istek maalesef çoğu kez mutsuzluk sebebi olabiliyor. Bunun nedeni de bireylerin evlilik kurumunu ya iyi bilmedikleri veya hazır olmamalarından kaynaklanıyor. Evlenmeyi düşünenlere bazı tavsiyelerim olacak.
Öncelikle kendinizi tanıyın. Huylarınızı, olmazsa olmazlarınızı, verebileceğiniz taviz sınırlarınızı, ekonomik beklentilerinizi, dilediğiniz gibi giderse gelecek planlarınızı üşenmeyin bir defter alın roman yazar gibi yazın. Yazdığınızı hemen okumayın. Bir ay sonradan okumaya alıştırın kendinizi. Okuduğunuz zamanda kendi kendinize yapın eleştirinizi. Araştırın, sizin tanıdıklarınız arasında bulunan evliliklerde, yazdıklarınızla uyuşan noktalardaki durumları inceleyin. sizce onların eksikleri neler belirleyin. bundaki amaç sizin doğrularınızı test etmeniz.
Unutmamanız gereken önemli bir nokta da yine bireylerin yetiştiği sosyal çevredir. Evlilikten beklentiler genellikle bu şekilde oluşur. Çalışan kesimin oturduğu çevrede yetişen bir kişinin beklentisi ile zengin muhitte yetişen birinin beklentisi, görüşleri aynı olmaz.
Günümüzde astroloji, falcılıkla eşdeğer tutuluyor olsa da aslında kişilikler üzerindeki karakter analizlerinde epeyce yüksek % 70 lere varan isabet oranında doğru sonuçlara varır. İnsan doğum öncesi hamileliğin 4 ncü ayında beyin aktif hale gelir. İlk etkilenme astrolojik olarak gerçekleşir. Yani Dünyamız ve etrafındaki uydu, gezegen, yıldız, ve galaksiler farklı farklı enerji yayarlar. Dünyamız da bu enerji bombardımanının içinde kalır. Beyin ise bildiğimiz gibi enerji frekansı alıcı vericisi gibi çalışan organımızdır. İşte ilk aktif hale geldiğinde maruz kaldığı bu enerji bombardımanı, beyin üzerinde etkili olup birçok sinir merkezlerini etkinleştirir. İnsanın karakteri bu aşamada belirlenmiş olur. Hani nutfe rahme düşünce bir melek gelip kişinin sâdi mi şâkimi olduğunu, rızkını ve ömrünü tespit eder denir ya işte bu işlemdir o. Hayata bakış açısı, etkilenmelere vereceği tepkilerin yönü, ilk etkinleşen bu sinir merkezlerinin çalışması ile bedenin tepkileri otomatiğe bağlanır. Astroloji bilimi bu etkilenmeyi yıldız ve gezegenlerin konumunu hesaplayarak hangi tür enerji dalgalarına maruz kaldığı tespit ederek kişinin karakterini bulmaya çalışır. Yani aslında gerçek bir bilimdir. Hem de binlerce yıldır bilinen bir bilim. O yüzden ciddi bir Astroloji kitabı edinerek hem kendinizin hem de varsa eşinizin, yoksa adayda aradığınız özellikler hakkında size ön bilgi verebilir.
İnançlar bazında siz ve seçtiğiniz bireyin bilgi düzeyi, uygulanan kabullenme oranı. Ailem ve çevrem böyle inanıyor bende onlar gibiyim dediği halde uygulamada eksikse onun inancı sadece dildedir. Yüzeyseldir. Üzerine gitmediğiniz takdirde kontrol edilebilir. Fakat inandığı şeylere bağlı ve uygulamada katı ise bakmanız gereken sahip olduklara bilgi düzeyidir. Bilerek öğrenerek inananda tehlike yoktur. Tam aksi , kendisini frenleme, eleştirme, engelleme kozu elde etmişsiniz demektir. İnançlarınız aynı ise fazla düşünmeyin derim. Fakat bilgisiz, kulaktan dolma bir şekilde inanan uygulamada da katı olan biri ise.... Ben karışmıyorum.
Konuşabilme. Size bir şey söyleyeyim mi. Evliliklerde en büyük tehlike eşler arasındaki konuşma kopukluklarıdır. Yaşam o hale geldi ki eşimizle çocuklarımızla konuşamıyoruz. Kısacık konuşma sürelerinde ise hemen isteklerimizi, ihtiyaçlarımızı, " talimatlarımızı" sıralıyoruz. Normal olarak ta dinlemiyor, dinlenmiyoruz. Buda tarafları daha agresif yapıyor. Gelsin kavgalar. İlk etapta tepki görebileceğinizi bilseniz bile beklentilerinizi "eşinizle" konuşun. İster romantik olsun ister fantezileriniz olsun küçük cilvelerle bile olsa mutlaka karşı tarafa iletin.
Bu konu da uzayacak galiba. Sizleri sıkmadan şimdilik burada keseyim. Hem kendi bilgilerimi düzene koymak hem de biraz daha düşünmek için müsaade edin.
Her şey gönlünüzce olsun.

4 Mayıs 2008 Pazar

DÜŞÜNMENİN BÜYÜSÜ

İnsan olmanın bazı avantajları vardır. Düşünmek gibi. Düşünmek denince bazı olaylar karşısında verdiğimiz zekice tepkileri kastetmiyorum tabii. Düşünmek deyince bir olguyu, bir kavramı üç hatta, çok boyutlu değerlendirebilmekten bahsediyorum.
Ahmet Hulusi'nin eserlerinden birinde bir tarife rastlamıştım."Düşünür için, hiçbir konu, kendi başına ele alınmaz.. Mutlaka o konu, onu çevreleyen konular içinde ve onlara bağlantılı olarak ve hep birlikte ele ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Tıpkı bir puzzle gibi, her parça kendi yerini bularak sonuçta tek bir resim ortaya çıkarılmalıdır. Düşünür olmayan içinse - etiketi ne olursa olsun- önemli olan; o tek resmi meydana getiren yüzlerce veya binlerce parçayı bir kutunun içine toplamaktır. " Çok hoşuma gitmişti.
Düşünme yeteneği tüm insanlarda mevcuttur. Ancak ortaya çıkma oranı farklıdır. Genelde merak duygusu düşünmeyi tetikler. Kişinin yaşadığı ortamda doğru yanlış kavramlarını ayırabilmek, mutlu olabilmek, gelecekte elde etmeyi hayal ettiği olgulara ulaşmak için düşünür. Ancak çoğu zaman gerekli veri tabanındaki detay bilgilerin yetersiz olması, veya değerlendirecek ilişkilendirecek detaylı düşünmeyi bilemediği için yanlış karar verebilir.
İnsan beyni bildiğimiz gibi milyarlarca sinir hücresi ve onların bağlantılarını oluşturan bir organımızdır. Ama nihayetinde o da bir araçtır. Düşünmeyi gerçekleştiren bilincimizdir. Bilgisayarımız kendiliğinden bir şey yapamaz. Biz ona bir işletim sistemi programı yükleriz. Sonra ona komutlardan oluşan isteklerimizi gireriz. O da program ve komutlar paralelinde gerekli işlemleri yaparak bize çıkış olarak verir. Bilincimizde yaşadığımız süre içinde topladığı bilgileri hafızasında depolar.Bir istekte bulunduğunda, yani yeni bir fikir oluşturmak istediğinde, bunu beyine ilettiğinde o istekle ilgili tüm verileri toplayarak bilincimize sunar. Bilinç onların içinden seçtiği bir bilgiyi işaret ederek diğer bilgilerle ilişkilendirip etkilenmeleri hesaplar ve bir sonuç çıkarır. Şayet bu uygulamaya alınıp kişinin menfaatlerine uygun sonuç verdiğinde; Kesin doğru, idrak, sabit fikir olarak hafızada sabitlenir. Artık onun değişmesi çok zordur. Ön yargılar çoğunlukla bu şekilde oluşur.
Düşünmeyi çoğumuz Zeka ile karıştırırız. Halbuki zeka anlık, kısa süre için kişinin menfaatlerine uygun karar verebilme yeteneğidir. Derinlikli, uzun vadeli bir eylem değildir. Daha açıkça ifade etmek gerekirse zeka bir olaya iki boyutlu bakarak sonuç çıkarır. Düşünme ise Akıl melekesi çerçevesinde üç veya daha fazla boyutlu değerlendirmektir. Zeka bir yere kadar beynin bir refleks olarak gösterdiği tepki olabildiği halde düşünce Bilincimizin sahip olduğu akıl olgusunun kullandığı yöntemdir. İnsanları diğer hayvanlardan ayıran kısım budur. Bildiğimiz gibi hayvanlarda bir içgüdü, bir refleks olarak zeka dediğimiz yeteneğe sahiptirler. Ama düşünemezler.
Doğru düşünmek ise ancak öğrenerek geliştirilebilir. Düşünceyi oluşturan, merak, şüphe ve bunlara ait bilgilerin sorgulanması, ilgilenilen konuyu destekleyen veya meydana getiren unsurları nereden ve nasıl toplanacağı, nasıl değerlendirileceği, kendiliğinden oluşmaz. Zaten bu yüzden yanlış kararlar verilip mutsuzluklar, pişmanlıklar yaşanmaktadır.
Sonuç olarak kendimizin ve sevdiklerimizin iyiliği, mutluğu için doğru düşünmeyi öğrenmek ve öğretmek zorundayız. Bu hem bu alem için hem de ölüm değişiminden sonraki alem içinde hayati önem taşımaktadır. İşin zevkli tarafı ise bir alışan bir daha vazgeçemiyor.. Her an yeni bilgi arıyor, bazen o kadar yoruluyor ki beyninizin dişlilerinin takırtılarını bile işitebildiğinizi zannediyorsunuz. Ama pozitif bir sonuca ulaştığınızda ise mutluluktan ayağınızın yerden kesildiğinizi bulutların üzerinde olduğunuzu bile hayal edebiliyorsunuz.
Herkese bol düşünceli bir hayat temennisi ile her şey gönlünüzce olsun.