Din kavramının insanlar arasında farklı şekillerde algılandığı, doğru algılanılmasının hayati öneme sahip olduğunu irdeliyorduk. Çünkü yanlış idrak, ölüm ötesinde beklentilerden çok farlı ve hoş olmayacak şartlarla karşılaşılmasına , üstelik değiştirebilme düzeltme ihtimalinin kalmamasına sebep olacaktır.
Din tanımının tariflerine baktığımızda temel de iki farklı anlatım görmekteyiz.;
1 – Felsefi tanımlama,
2 – Orijinal Kur’an ve Resulallah tanımlaması.
1 – Felsefi Tanımlama:
Felsefe bilindiği gibi insanın tespit edip var kabul ettiği verilerin ışığı altında sorunlara çözüm arayan bilim dalıdır. Algılanamayan, ispat edilemeyen bilgileri kullanmaz. Felsefi görüşlerin değişmesi ancak dünyevi bilimlerin gelişerek yeni yöntemlerle varlığı ispatlanan olgulara göre değişebilir. Tanrı olgusunun kabulü bu bölüme girer. Hatta İslam’ı yorumlayan birçok din adamı da aynı hataya düşmüşlerdir.
İnsanları daha kolay ikna edebileceğini düşünen bu insanlar, Din kavramını mevcut bilgileri ve ait oldukları toplumların değerlerini kullanarak anlamaya ve anlatmaya çalışmışlar, yani Din kavramını kendi görüş açıları, yani felsefi olarak ele almışlardır. Detaylar ise tamamen insanların düşünce, vehim ve hayal gücüne odaklı bakış açısı ile senaryolaştırılmıştır. Ötelerde bir yerlerde varlığı kabul edilen, tapınılması gereken bir Tanrı olgusu yaratılmış, O Tanrı sonra izlemeye geçmiş, melekleri vasıtasıyla kontrol eden, elçileri vasıtası ile emir ve yasaklarını tebliğ etmiş bir tanrı. Yarattığı kullarından kesin itaat isteyen, Yine kullarının tapınmak suretiyle tazimde bulunmasını, kendisine adaklar vererek dilek ve temennilerini iletmelerini isteyen bir tanrı kavramı. Bu tanrının emir ve yasaklarını kapsayan tüm fiillerin toplamına da Din kavramı olarak kabul edilmesi sonucunu doğurmuştur.
Bu tür anlayış ilkel toplumlardaki anlayışla özde bir fark göstermez. İnsan gibi düşünen tanrı odaklı bir algılama şekli, ister gökte bir yıldızı, güneşi olsun veya söndüremediği bir volkanı tanrı olarak kabullensin, isterse cinsiyetini değiştirerek tanrıça adını versin, ötelerde, göklerde galaksilerde, boyutlarda, ayrı, farklı bir varlık kabulü şeklinde olsun, sonuçta değerler ve değerlendirmeler aynıdır. Hatta İslam’a inandığını söyleyerek bilgisizliği yüzünden zihnindeki bu şekilde bir inanca sahip olup, hayalindeki tanrısına Allah ismini vermiş olsa da fark etmez. Birçok yerde duyduğumuz hurafe ve batıl itikat dediğimiz davranışlar hep bu Felsefi bakış açısı ile oluşmuş din algılaması yüzündendir. İbadetlerini hayalindeki tanrısına tazimde bulunmak için yapar. Onun ne işine yarayacağını sorgulamaz bile. Böyle yaparsa, öldükten sonra kendisini ağırlayacak, kıyamet dediği varlık alemi tamamen yok olduğunda kendisini hurilerle dolu cennetlere koyacak beklentisi vardır.
Yine bu beklenti içindeki kişiler öldükten sonra uyuyacaklarını, kıyamet günü yeniden yaratılacaklarını, tanrının mahkeme kurup bizde olduğu gibi mübaşirli katipli bir yargılama yapılacağını, kıldan ince kılıçtan keskin bir köprü üzerinde cambazlık yapar gibi karşıya cennete gitmeye çalışacaklarını, kayıp ateşe düşenlerin yanmaları bitince peygamberinin elini uzatıp onları ateşten kurtaracağını anlatırlar. Gördüğünüz gibi bu anlayışa göre tüm kainat, insan- tanrı merkezli bir kainattır.
İnsanın bildiğini ve ispatladığını düşündüğü verilerle hayallerini evhamlarını birleştirerek kendince bir Din kavramı yaratmış kendini de buna inandırmıştır. Ne çare ki bu doğru olmayan batıl bir kavram olup gerçeklerle bir ilgisi yoktur.
Bundan sonrakinde ise Orijinal olan İslam’da yani Kur’anın ve Resulallahın bizlere fark ettirmeye çalıştığı Din kavramını okuduklarımdan anladığım kadarıyla izah etmeye çalışacağım.
Her şey gönlünüzce olsun.